20 Kasım 2012 Salı

ÖZDEMİR İNCE/ Hasan Cemal aklı






ÖZDEMİR İNCE/ Hasan Cemal aklı

17 Eylül 2012 Pazartesi günkü Balçiçek İlter “Söz Sende” programında Orhan Miroğlu ile konuşurken Hasan Cemal & Cengiz Çandar ortaklığının “Kürt Bahçesi”nin “İki Gülü” olduklarına dair bir rivayet duydum. “Bülbül”ün eksikliği bir yana, Gül metaforu “uzmanlık”a gönderme ise, bu iki zata haksızlık yapılıyor demektir. Kendileri her konuda uzmandırlar. Sezar’ın hakkı Sezar’a yazıcının hakkı yazıcıya ama Sezar’ın hakkı da bu iki entelektüel müflise verilsin, çünkü Sezar kendi hakkını nasıl olsa alır!


Hasan Cemal kardeşimiz


Hasan Cemal kardeşimize, Serdar Turgut “Kitsch (Kiç) Entelektüellerin Avangardı” ünvanını layık görüyormuş. Bunu çağdaşımız Işıl Özgentürk’ün yazısından (Cumhuriyet, 16.09.2012) öğrendim. Serdar Turgut, “Kitsch biliyorsunuz, değerli sanat eserlerinin ucuz taklitlerini yapıp bayağılaştırarak kitleye servis eden sanat anlayışına denir. Hasan Cemal de gerçek değeri olan entelektüellerin bir ucuz taklidi gibi yaşıyor, değerli olabilecek düşünceleri alıp onların ucuz taklitlerini bir kitleye sunuyor. Bu tipler arasında hep öne çıkmak, sürekli konuya ilk el atan bir öncü olmak istiyor” diye yazıyormuş.


Benim “Şoför mahallinde oturma merakı” dediğim şey.


Hasan Cemal, “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” başlıklı kitabıyla pek böbürlerinir, gurur duyar. Kafadarları da Hasan Cemal ve kitabını pek pohpohlar. İtiraflar iyidir, ama sahibine rütbe kazandırmaz. Hasan Cemal’in kuşağından, onunla aynı ortamda bulunan yüzlerce, binlerce genç onun gibi askerin peşine takılıp darbe yapmaya, ardından taptığı puta düşman olup kırmaya kalkışmadı.


Adam olan adam hiçbir şeyhin müridi olmaz, palazlanınca da bir yığın budalanın şeyhi olmaya kalkışmaz.


Bayram değil seyran değil


Hasan Cemal, “Ve soruyorum Ak Parti İktidarına...” (Milliyet, 13.09.2012) başlıklı yazıyı yazmasaydı, ben de referans verdiği yazıyı (Ömer Şahin, Radikal, 12.09.12) okumasaydım, bu yazıyı yazmak zorunda kalmazdım. Durum özeti yapayım:


28 Şubat süreci içinde, dönemin Cumhurbaşkası Süleyman Demirel, Genelkurmay Başkanlığı’na bir yazı göndererek “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinizin sınırı nedir?” (Benim tercümem: “Siz neye dayanarak darbe yapıyorsunuz?”) diye sormuş. Genelkurmay Başkanlığı bu soruyu yanıtlamış.


Hasan Cemal’in kaynağı Ömer Şahin “Böylece TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na gelen belgeler arasında askeri darbelerin tek dayanağının İç Hizmet Kanunu’nun 35.maddesi olmadığı ortaya çıktı” diye şaşkınlıkla yazıyor. Meğer bundan başka 5 dayanak daha varmış: 1. TSK İç Hizmetler Kanunu 35 madde; 2. TSK İç Hizmetler Kanunu 2 madde; 3. TSK İç Hizmetler Kanunu 37 madde; 4. TSK İç Hizmetler Yönetmeliği 1 madde; 5. TSK İç Hizmetler Yönetmeliği 85. Madde; 6. TSK İç Hizmetlerd Yönetmeliği madde 86.


Bu maddeleri okuyan Hasan Cemal, infial içinde şunları yazıyor:


“Ve soruyorum Ak Parti iktidarına: Bu altı maddeye dokunmadan Türkiye’de askeri vesayet sona ermiş olabilir mi? Askeri vesayet’in son bulması, dayanağı anayasa ve yasalardan alan demokratik kurumsallaşmadan geçmiyor mu?”


Dingo’nun Ahırı


Hasan Cemal beyimiz, başta TSK olmak üzere devlet kurum ve kuruluşlarını galiba Dingo’nun Ahırı sanıyor. Her devlet kurum ve kuruluşunun bir yasası ve bir de kuruluş ve görev yönetmeliği vardır. Sadece Türkiye’de değil bütün çağdaş devletlerde bu böyledir. Böyle olduğunu, dünkü “İşkembeci Tayfası” (3.10.12) başlıklı yazımda, ABD askerinin yemin metnini aktarak göstermiştim: “Ben (ad, soyad), Birleşik Devletler Anayasası’nı, her türlü iç ve dış düşmana karşı kollayıp savunacağıma; anayasaya sarsılmaz bir inanç ve sadakatla bağlı kalacağıma; Birleşik Devletler Başkanının, üstlerimin emirlerine, Askeri Ceza ve Askeri Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası ile yönetmelikler uyarınca, itaat edeceğime resmen yemin ederim. Tanrım bana yardımcı ol!”


Mal bulmuş mağribi


TSK’yı Dingo’nun Ahırı sanan Hasan Cemal, bir gazetede okuduğu sıradan bir haberin üzerine Mal Bulmuş Mağribi ya da sazan gibi atlayarak gülünç duruma düşüyor. Temelde bütün anayasalar, yasalar, yönetmelikler birbirine benzer: Bütün anayasalar devlet başkanlarına ülkeyi ve anayasayı koruma görevi verir. Bütün silahlı kuvvetlerle ilgili yasalar ve yönetmelikler, ordusuna ülkeyi, anayasayı, rejimi iç ve dış düşmana karşı koruma görevi verir. Hasan Cemal güya genel yayın yönetmenliği yapmış, deneyimli ve kıdemli (doyen) gazeteci ama NATO ordularından herhangi birinin anayasal, yasal görev ve sorumluluklarını öğrenmek zahmetine bile katlanmıyor. Aklına ilk gelen TSK’nın görev ve sorumluluğuyla ilgili 6 yasa ve yönetmelik maddesinin kaldırılması.


Yani TSK, Türk yurdunu ve Cumhuriyet’i koruyup, kollamayacak; vatanı, istiklal ve cumhuriyeti korumak için harp sanatını öğrenmeyecek; yurdu ve Cumhuriyeti korumak için disiplinini mükemmelleştirmeyecek; yurdu ve Cumhuriyeti silahla korumak için silah kullanmayı öğrenmeyecek; asker kendinden beklenen görevleri hakkıyla yapabilmek için yüksek ahlak ve kuvvetli maneviyat sahibi olmayacak; asker, cumhuriyet, yurt ve millete içerden ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı hayatını feda etmeyecek!


Keramete kıç attırmak


Hasan Cemal ve şürekası, TSK’nın canı sıkıldığı zaman bu maddelere göre darbe yaptığına inanıyor. Kin beyinlerini dumura uğratmış. Dünyada, orduyla ilgili her yasa ve yönetmelikte TSK maddelerinin bir benzeri vardır: Asker yurdunu, ulusunu, anayasasını, iç ve dış düşmana karşı silahını kullanarak korur ama kimi ülkelerde darbe yapar, yüzde 99’unda darbe yapmaz. Neden bre munkabız olasıca?!


AYDINLIK-Perşembe, 04 Ekim 2012

ÖZDEMİR İNCE/ İşkembeci tayfası



ÖZDEMİR İNCE/ İşkembeci tayfası

Müflis entelektüel ve sol kaçkını işkembeci tayfasına bir ders daha vermek gerekiyor. İster seçimle, ister atama yolu ile olsun, devlet hizmetine başlayanlar görev ve sorumluluklarıyla ilgili ant içerler, yemin ederler. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı şöyle yemin eder: “Cumhurbaşkanı sıfatıyla, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

Asker de sivil de yemin eder! Yemin etmesinler mi? Cumhurbaşkanı Gül’ün yeminini tam anlamıyla yerine getirdiğini kim iddia edebilir.

ABD askerinin yemini

Yeminin İngilizcesi: “I, (........) , do solemnly swear (or affirm) that I will support and defend the Constitution of the United States against all enemies, foreign and domestic; that I will bear true faith and allegiance to the same; and that I will obey the orders of the President of the United States and the orders of the officers appointed over me, acording to regulations and the Uniform Code of Military Justice. So help me God.”

Yeminin Türkçesi: “Ben (ad, soyad), Birleşik Devletler Anayasası’nı, her türlü iç ve dış düşmana karşı kollayıp savunacağıma; Anayasaya sarsılmaz bir inanç ve sadakatla bağlı kalacağıma; Birleşik Devletler Başkanı’nın, üstlerimin emirlerine, Askeri Ceza ve Askeri Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası ile yönetmelikler uyarınca, itaat edeceğime resmen yemin ederim. Tanrım bana yardımcı ol!”

Demek ki ABD askeri, ABD Anayasası’nı yani rejimini her türlü iç ve dış düşmana karşı savunmak zorundaymış! Demek ki ABD’nin iç ve dış düşmanı varmış! Peki ülkesinin rejimini nasıl savunacak? Silahla olmasın sakın!

Peki neden yurt içinde şimdiye kadar rejimi savunmak zorunda kalmamış? Demek ki bütün siyasal partiler, kurum ve kuruluşlar ülkenin anayasasına ve rejimine karşı herhangi bir fesat çevirmemişler.

İspanya Anayasası’nın 8. maddesi

31 Ekim 1978 tarihli İspanyol Anayasası’nın 8. Maddesi’ni birlikte okuyalım:

“Kara, deniz ve hava ordularından oluşan silahlı kuvvetler İspanya’nın egemenlik ve bağımsızlığını güvence altına almak, ülkenin toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini korumakla görevlidir.”

(Las Fuerzas Armadas, constituidas por el Ejército de Tierra, la Armada y el Ejército del Aire, tienen como misión garantizar la soberanía e independencia de Espana, defender su integridad territorial y el ordenamiento constitucional.)

Bak sen şu bizim işkembeci tayfasının hayran olup bize örnek gösterdiği memlekete, bizim TSK’nın İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi’ni kendisine Anayasa maddesi yapmış.

TSK İç Hizmet Kanunu

10 Ocak 1961 tarih ve 10703 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu Madde 35 : “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti devletini içten ve dıştan gelebilecek olan tehditlere karşı savunma görevini üstlenmiş olan silahlı devlet kuruluşudur. Yaptırım gücünü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan alır.

Şimdi, başta işkembeci ve hacıfışfış tayfaları olmak üzere bütün çiğ süt emmiş güruhu, İç Hizmet Kanunu’nun 35.maddesinin kaldırılmasını istiyor. Yurdu, rejimi, anayasayı korumak ve kollamak görevi TSK’ya verilmez ise kime verilecek? İmam hatipçilere mi?

Laf ebeliği! Rejim ve Anayasanın, Cumhuriyet ve devrimlerinin, laik okulların, demokrasinin esenliğini, güvenliğini, bütün bunları değiştirmek isteyen dış düşmanlara ve iç namertlere karşı kim savunacak?

Elinde silah olmayan ve yasa ile yetkilendirilmemiş hiçbir kurum ve kuruluş koruyamaz. Halk dedikleri yığışım hiç koruyamaz.

Yahu! Bu memlekette şu kalçın ağızlı işkembecilerin yalanlarını ortaya çıkartacak kimse yok mu? Birileri çıksın, başka ülkelerin devlet memurlarının ettiği yeminlerden, anayasaların askere yüklediği görevlerden birkaç örnek bulsun. Bu ne vurdum duymazlık!

AYDINLIK-Çarşamba, 03 Ekim 2012

Fransa, dil ve din temelinde kolektif hak kabul etmiyor!

Ali Rıza TAŞDELEN - Fransa, dil ve din temelinde kolektif hak kabul etmiyor!

Türkiye’yi parçalamanın anayasal temelini oluşturmak için yürütülen “Bölücü Anayasa” çalışmaları, bir süredir devam eden “Anadilde eğitim” tartışmaları ve bugün hükümet tarafından bir kanun değişikliğişle “Mahkemede anadilde savunma yapabilme hakkı” birer Batı dayatmasıdır.



Türkiye’nin aday üyelik süreci boyunca Avrupa Birliği, her ilerleme raporunda Kürtlerin hatta Alevilerin azınlık olarak tanınması dayatmasında bulundu. “Azınlıkları ve azınlık dillerini tanıyacaksın” dendi.


Fransa bu konuda epey bir çaba harcadı; AB bağlamında yaptığı girişimlerin yanısıra, Paris Kürt Enstitüsü vasıtasıyla da bu çalışmalarını yürüttü. Parlamentosunda Kürt ayrılıkçılarına konferanslar verdirdi, kolokyumlar düzenledi.


1789’dan buyana merkezi bir ulus devlet yapısı oluşturan ve bir bölünme tehlikesi olmayan Fransa, ulusal bütünlüğünü korumaya yönelik yasalarını kararlılıkla savunurken, tam bir emperyalist ikiyüzlülükle ülkemizin bölünmesine yol açacak dayatmalar içindedir.


Peki, 1789 Büyük Fransız Devrimiyle Devlet-Ulus düşüncesini evrenlselleştiren ve ideolojik çerçevesini çizen Fransa’da bu sorun nasıl ele alınmakta ve uygulanmaktadır?

Fransa “Azınlık” veya “Azınlık dilleri” kavramlarını kabul etmez. Fransa’da etnik gruplar “Fransız halkının bir parçası” olarak görülür ve konuştukları dil de “Bölgesel diller” diye ifade edilir.



Resmi dil Fransızcadır ve bu Anayasada ifade edilmektedir.


Mademki söz konusu Anayasa, biz de Fransız Anayasasından bir kaç örnek verelim :


1958 Fransız anayasasının 1. maddesi şöyledir :


“Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyettir. Köken, ırk veya din ayrımı yapmaksızın, kanun önünde tüm vatandaşların eşitliği güvence altına alınır”.


1992 Haziran ayında, Avrupa konseyinin “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Sözleşmesi” dayatmasına karşı, anında tepki göstererek 25 haziran 1992’de bir anayasa değişikliğine gider ve 2. maddesine şu eki yapar :


“Cumhuriyetin dili fransızcadır”.


Bizim Anayasamızın 3/1 maddesi, Fransız anayasası ile tam bir paralellik içindedir :


“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”.


Değiştirilemez maddelerle ilgili Fransız Anayasasının 89. Maddesinin son paragrafı :


"Toprak bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişiklik yöntemi savunulamaz ya da ileri sürülemez. Rejimin cumhuriyet biçimi değişiklik konusu yapılamaz."


Aynı hükümler bizim Anayasamızın 4. Maddesinde Cumhuriyetin niteliğini, devletin bütünlüğünü ve dilinin Türkçe olduğunu belirten ilk 3 madde değiştirilemeyecek hükümler olarak belirtilir.


“İkiz sözleşmeler” diye bilinen BM “Ekonomik,Sosyal ve Kültürel Haklar sözleşmesi” ve “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” ile ilgili Fransa “etnik azınlıklar ve diller” konusunda çekince koyarak imzalar.


Yürürlüğe girdiği 1976 yılında Fransa BM’de yaptığı açıklamada, özellikle 27. maddeye atıfta bulunarak


“27.Madde Fransa Cumhuriyetinde uygulanamaz...Fransız halkı etnik karektere dayalı bir ayrımı kabul etmez ve azınlık kavramını reddeder. Fransız hükümeti, anayasası gereği böyle bir konunun ele alınmasına dahi karşı çıkar.”


Böylece sözleşmenin bu maddesi Fransa’nın iç hukukunda uygulanmamaktadır. Bu sözleşmeye ilişkin, hiç bir fransız, kişisel olarak İnsan Hakları Komisyonuna şikayette bulunma hakkı yoktur.


Birde, Avrupa ikiz Sözleşmeleri var: “Avrupa Konseyi tarafından 1992 yılında kabul edilen “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Sözleşmesi” ve 1998 yılında yürürlüge giren “Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”.


Dönemin Sosyalist Jospin hükümeti 7 Mayıs’ta 98 uygulama meddesinden oluşan “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Sözleşmesi”nin 39’unu “azınlık ve etnik” kavramlara çekince koyarak Budapeşte’de imzalar.


Fransa’nın koyduğu çekinceler özetle şöyledir :


“Bölgesel ve azınlıkların kendi dillerini kamu kurumlarında, mahkemelerde sözlü veya yazılı olarak kullanabileceğini ve kamu yönetimlerinin bu hakkı güvence altına alması gerektiğini ve bu dillerin öğrenilmesi için gereken araçların sağlanmasını belirten 7,9 ve 10. maddeleri Fransa’nın kabul etmediğini ve kamusal alanda kullanılan dilin anayasalarının 2. maddesinde belirlendiği gibi sadece fransızca olduğu”


belirtilir.


20 mayıs 1999’da Cumhurbaşkanı Jacques Chirac konuyu Anayasa Mahkemesine götürür. Mahkeme 15 haziran 1999’da bu sözleşmenin anayasaya aykırı olduğunu açıklar. Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 1. ve 2. maddelerine atıfta bulunarak


“ Fransız halkının birliği prensibi, Cumhuriyetin bölünmezliği ve ulusal egemenliğin anayasal değerler olduğu; bu temel prensiplerin, dil, din ve kültür temeline dayalı her hangi bir grubun kollektif haklarının tanınmasına karşı çıkar ve bu şartlarda bu sözleşmeyi anayasaya aykırı bulur.”


diye karar verir.


Etnik azınlıkların korunması ve tanınmasını uluslararası bir koruma altına alan “Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi” ise Fransa tarafından hiç imzalanmaz.


(Daha geniş bilgi için bkz: Ali Rıza Taşdelen, “Fransa, AB ve azınlıklar sorunu, Teori dergisi, Mart 2005. Ve “Fransızcanın resmi dil olma süreci ve bölgesel diller”, Teori Dergisi, Şubat 2011)


Ali Rıza TAŞDELEN - 20 Kasım 2012 - Paris

18 Kasım 2012 Pazar

ÖZDEMİR İNCE/ Anadilde eğitim-öğretimin anlamı





ÖZDEMİR İNCE/ Anadilde eğitim-öğretimin anlamı

Anadilde eğitimin (ya da öğretimin) ne anlama geldiğini ne yazık ki koskoca gazete yazıcıları bile bilmiyor. Bunlardan İsmet Berkan’a göre anadilde eğitim-öğretim şu anlama geliyor: “Ana dilde eğitim konusu, bilen biliyor, bu köşede devamlı savunuluyor. Ben bazı derslerin isteyenlere Kürtçe verilmesinde, hatta Kürtler için özel ‘Kürt Dili ve Edebiyatı’ gibi ‘Kürt Tarihi’ gibi özel dersler konmasında sayısız yarar görenlerdenim. Ama bir an kabul edelim ki, hükümet ve Milli Eğitim Bakanlığı bu sabah tam da benim önerdiğim cinsten bir ana dilde eğitimi kabul etti. Böyle olsa bile ana dilde eğitimin gerçek anlamda başlamasının en az beş yıl sonra olabileceğini bilmeliyiz. Öyle ya, ders kitapları yazılacak, öğretmenler yetiştirilecek... Bunlar bir günde olmaz.” (Hürriyet, 27.10.2012)



Hangi hak?


“Öğrenmek Hakkı” ile “Öğretim Hakkı” lütfen karıştırılmasın. Bütün maraz bu iki kavramı birbirine karıştırmaktan kaynaklanıyor.


Anadilde öğretim hakkı için açlık grevi yapanlara İsmet Berkan’ın formülünü götürün, kabul etmeyeceklerdir. Çünkü anadilde öğretim sisteminde, eğitim ve öğretim, anaokulundan başlayarak bütün öğrenim sürecini (okul öncesi, ilk, orta, yüksek) kapsar. Ne var ki anayasanın 42.maddesine göre Türkiye’de “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Ayrıca Türkiye’nin üniter bir devlet olduğu da unutulmasın!


Açlık grevi yapanlar, anlamını bilerek “Anadilde Öğretim Hakkı” istiyorlarsa, bu isteklerinin yerine gelmesi için Türkiye’nin üniter yapısının değişmesi, üniter devletin yerine bir federal devlet kurulması gerekmektedir. “Demokratik özerklik” yapısı içinde bile grevcilerin isteğinin karşılanması pek mümkün olmayabilir.


Ne yapalım ki devletler hukuku böyle, evrensel hukuk böyle: Devlet yapısı değişmeden eğitim-öğretim öğretim sistemi değişemez. Anadilde eğitim ve öğretimin gerçekleşmesi için sistemin uygulanacağı toplumun (topluluğun) coğrafi sınırlarının belirlenmesi gerekir. Ülkenin belli yerlerinde Kürtçe konuşan vatandaşların fazla sayıda olması onlara anadilde eğitim-öğretim hakkı getirmez. Olsa olsa, 2000 yılı Türkiye için AB Katılım Ortaklığı Belgesi’ne göre bir “kültürel hak” olarak Kürtçe öğrenebilirler ki, bu durumda, İsmet Berkan’ın önerisi kısmen uygulanabilir.


Eski yazılar


Hürriyet gazetesinde, devletin resmî dili ve anadil konulu ilk yazım 1 Nisan 2001 tarihinde yayınlanmış. “Devletin Resmî Dili” başlıklı bu yazı Pazar Yazıları (Gendaş Yayınları, 2002) adlı kitabımda yer alıyor. Yazıda, “Anadilde öğretim” ile AB’nin 2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde işaret edilen “Kültürel hakların kullanılması” arasındaki farkı anlamayanlara anlatıyordum.


Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Kürtçe Eğitim?” (03.02.02) ve “Bir Örnek: İspanya” (07.07.02) başlıklı yazılarımı gene Pazar Yazıları” da okuyabilirsiniz.


Daha sonra Hürriyet Avrupa’da “Kendal Nezan’ın Kantarı” (07-19 Ocak 2005) adlı 6 yazı yayınladım. Gene Hürriyet gazetesinde “Ismarlama Yazar” (23.02.05) başlıklı yazı var. Bu, sözünü ettiğim yazıları Fesatlar Sarmalında Türkiye (Remzi Kitabevi, 2007) adlı kitabımda okuyabilirsiniz.


Son olarak Direnen Cumhuriyet (Destek Yayınevi, 2010) adlı kitabımda şu yazılar yer alıyor: “Cumhuriyet Limited Şirketi (Hürriyet, 20.06.09), “Anadilde Öğretim Mayını” (Hürriyet, 09.08.09) ve 15 yazılık “Kürtçülük Sorununun Tersi ve Yüzü” (Hürriyet, 02.09.2009-27.09.2009).


Ek olarak: “Anadilde Eğitim-Öğretim Çıkmazı” (Hürriyet, 21.10.2008) adlı yazım.


Bu yazıların hepsinde, bireylere ait olan “Anadili Özgürce Öğrenme Hakkı” ile devlete (kamuya) ait olan “Anadilde Öğretim Hakkı”nın ne anlama geldiklerini ve aralarındaki farkı anlattım.


Bunun ardından, Anadilde Öğretim hakkı ve uygulanmasının siyasal anlamını açıkladım. Şimdi bir kez daha açıklayacağım ama öğrenmesi gerekenler gene öğrenmeyecekler:


Çıkmazın çıkmazı


Diyelim ki yasalar elveriyor ve Diyarbakır’da ana dilde öğretim uygulanıyor. Demek ki bütün dersler Kürt dilinde yapılacak. Öğrenciler T.C vatandaşı olduklarına göre Türkçe de öğrenecekler. Diyelim ki bir öğrenci Kürtçe öğrenim yapılan okuldan lise diploması aldı. Üniversiteye giriş sınavlarına girecek ama bütün sözcük ve derslerle ilgili terminolojinin Türkçesini bilmek zorunda. Şimdi bile zorluk çeken öğrenci böyle bir sınavda başarılı olabilir mi? Ha o zaman, (mümkün değil ama) üniversitenin Kürt dilinde olması istenecektir: Kürt dilinde hukuk, siyaset bilim, ekonomi, tıp, mühendislik, fizik, kimya, biyoloji, uluslar arası ilişki... Diyelim ki öğrenci Kürtçe öğrenim gördüğü fakülteyi bitirdi. Resmi dili Türkçe olan Türkiye’de hangi alanda iş bulup çalışacak?


Size işi kolaylaştıracak iki formül vereceğim:


1.Kültürel hak olan “Ana dili öğrenme hakkı” bireye aittir, evrenseldir.


2.Siyasal hak olan “Ana dilde öğretim hakkı” kamuya aittir ve bu hak sadece özerk devlette, federal devlette ve bağımsız devlette vardır. Kürtler en azından federe bir devlet kurarlarsa eğitim ve öğretimi Kuzey Irak’ta olduğu gibi istedikleri dilde (Kürtçe, İngilizce, Arapça ve Türkçe) yapabilirler.
***
Bu kaos ortamında görüşmenin yapılabilmesi, anlaşmanın olabilmesi için ilkin konuyla ilgili sözcük ve kavramların, kısacası terminolojinin ortak olması gerekli ve zorunlu.


Siyasal bağlamda özerklik ya da federasyon isteyenler neden anadilde öğrenim hakkını hemen masaya koyuyorlar? Önce özerklik ya da federe devlet olma hakkını al, sonra istediğin dilde öğretim yaparsın. Açlık grevi yapanların bunları bildiklerinden kuşkum var!

AYDINLIK-Salı, 30 Ekim 2012


ÖZDEMİR İNCE/ Kürt’ü elma şekeriyle kandırmak




ÖZDEMİR İNCE/ Kürt’ü elma şekeriyle kandırmak





Baskın Oran, 12.08.2012 tarihli Radikal 2’de “Türkiyeli’yi çoook ararsın Türk Kardeşim” başlıklı bir yazı yayınladı. Aralarında kendisi de olmak üzere dört-beş yıl kadar önce “Ayrılıkçı Kürt”ü kızdırıp azdırmamak için artık “Türk vatandaş” yerine “Türkiyeli” isim ve sıfatının kullanılmasını öneriyorlardı. Onlara göre “Türk” isim ve sıfatını kullanmak faşistlikti, “Türk diktatoryası”ndan yana olmaktı. Bu “talimat”(!) öncesinde, Türkçeyi yazınsal yaratı dili olarak kullanan Kürt kökenli yazar ve şairler, kendilerini etnik Türklerden ayırmak için “Türkçe Edebiyat”, “Türkçe Şiir” formülünü bulmuşlardı. “Siz bizim Türkçe yazdığımıza bakmayın ben (biz) kesinlikle Türk değiliz!” demeye getiriyorlardı.



“Türkiyeli” neyse ama “Türkçe Edebiyat, Türkçe Şiir” tam anlamıyla zırvalamaydı. Çünkü bir dili yazma dili olarak kullanan ve o dilin ülkesinin vatandaşı olan herkes, etnik kökenine bakılmaksızın, o dilin parantezi içinde yer alır: İngiliz edebiyatı, Fransız romanı, İtalyan yazar, İspanyol şair...


Bir ülke ile köken ve vatandaşlık ilişkisi olmayan ama ülkenin (kendi anadili olmayan) dilini yazı dili olarak kullanan yazar için kullanılan başka bir sıfat vardır: Frankofon (Fransız dilli, Fransızca konuşan)...


Türkçe yazan Kürt kökenli şairler de, Baskın Oran da sözcük ve sıfatlarla Kürtleri kandırmaya çalışıyorlardı. 2009 yılında, Hürriyet Gazetesi’nde, 2 Eylül - 27 Eylül 2009 tarihleri arasında “Kürtçülük Sorununun Tersi ve Yüzü” başlıklı 15 yazı yayınladım. Baskın Oran adı bu yazılarda birkaç kez yer aldı. (Bu yazılardan sekizincisi Baskın Oran’a özel ders gibidir.) Bu dizi yazının ardından, Baskın Oran’ın Kürtçülük bağlamında hal ve gidişini ele alan dört yazı yayınladım: “Baskın Oran Okurlarını Kandırıyor” (29.09.12), “Baskın Oran, Atma Şampiyonu” (30.09.12), “Baskın Oran’ın Marazlı Fanatizmi” (02.10.12), “Baskın Oran İçin Ezber Ödevi” (03.10.12).


Bu andığım, yazıların hepsi “Direnen Cumhuriyet” (Destek Yayınları) adlı kitabımda yer almaktadır.


Baskın Oran’ın kafası ve eli


Baskın Oran’ın yazısını okuyunca, adımı anmasa da, bana cevap verdiğini, beni sarakaya almaya çalıştığını fark ettim. Yazısını, Türkiye’nin en iyi top kaldırıcı röportajcısı Neşe Düzel’in Devrimci Demokrat Kürt Derneği (DDKD) Başkanı İmam Taşçıer ile yaptığı söyleşi (Taraf, 06.08.12) üzerine kuruyor.


İmam Taşçıer şöyle demiş: “Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeyi tatmaları gerekiyor. Kürtler bunu tatmadıkça hiçbir çözüm gerçekçi olmaz. Kürtler kendi kendini yönetmeyi bir kez tattıktan sonra masaya oturulur ve gerçekçi çözüm bulunur.”


Baskın Oran bu cümleyi dil içi tercüme ederek, ne anlama geldiğini açıklıyor: “Bize siz Türkler böyle öğrettiniz, bizi siz bu hale getirdiniz. Nasıl şimdi Türk efendi ise, biz de Kürt’ün efendi olmasını istiyoruz. Bizim iyice tatmin olmamız gerekiyor.”


Yazının başlığı ile, bu cümle ve yorumunu birlikte okuyalım: “Bazı hıyar Türkler ‘Türkiyeli’ sözcüğüne karşı çıktıkları için Kürtler gücendi, bu yüzden artık kendi kendilerini yönetmek istiyorlar.”


Baskın Oran’ın kafası ile yazan eli arasında herhangi bir iletişim yoktur. Eli, kafasının düşündüğünü değil, kendi bildiğini yazar. Onun, kafası değil eli düşünür.


En azından 15 yıldır Kürt sorunu bağlamında yazı yazıyorum. Kürt önderleri, 1985’ten bu yana sözcükleri gevelediler, ama DDKD Başkanı İmam Taşçıer’in söylediği şu üç satırlık cümleyi söyleyemediler; hep sözcüklerle oynaştılar, ayrılma düşüncelerini anadilde eğitim talebiyle örttüler. Ben hep bu sözcük oyunlarının üzerini açmaya çalıştım.


Baskın Oran’ın eline bakılırsa, “İdraksiz Türkler” eğer “Türkiyeli” isim ve sıfatını kabul etmiş olsalardı, PKK çoktan dağdan iner, silah bırakırdı.


Soru, cevap ve yorum


Neşe Düzel soruyor: “Mesela, AB hukukunu uygulayan bir Türkiye’de Türk ve Kürt eşit olamaz mı?”


İmam Taşçıer cevap veriyor: “Bu eşitlik ancak çok ileri demokrasilerde olabilir. Çünkü yasaları ne kadar değiştirirseniz değiştirin bu ülkede mantalitenin de değişmesi lazım. Yüzyıldır inkar ve asimilasyon politikasının uygulandığı bir yerde sorun, eşit vatandaşlıkla birdenbire çözülmez. Bu yüzden, Kürtlere, kendilerini yönetebileceği bir bölge lazım.”


Baskın Oran yorumluyor: “Dinledin di mi ‘Türk’ kardeşim, canım benim, hadi şimdi söyle bana ‘Türkiyeli’ tu kakaydı değil mi? Vatana ihanetti di mi? Yabancı dillere bile tercüme edilemeyecek kadar yapay terimdi ha? Al sana doğalını şimdi, daş gibi, ne yaparsın sen karar ver. Türkiye Tabipler Birliği değil de Türk Tabipleri Birliği öyle miydi canım. Al sana Kürt Tabipleri Birliği’ni de anla şimdi.”


İmam Taşçıer’in sözleri bir politik düşünceyi dile getiriyor. Özetle, “Kürtlere, kendilerini yönetebileceği bir bölge lazım”, diyor. Öteki sözlerinin fazla önemi yok.


Baskın Oran’ın yorumuna gelince: Düşünceden yoksun, cıvık sözler. Üniter devlet içinde “Kürt Tabipler Birliği”ni kurmak epeyce kışkırtıcı bir tavır olur, ama, neden olmasın, kendi yönettikleri bir bölgeye (toprağa) kavuştukları zaman kendi adlarını taşıyan birliklerini kurarlar. O zaman bize “Hayırlı olsun!” demek düşer.


Bak hele, “Türkiyeli” sözcüğünü kabul etsem, İmam Taşçıer, kendi yöneteceği bir toprak parçası istemeyecekmiş. Buna, düpedüz, “Kürt’ü elma şekeriyle kandırmak” denir, kendini herkesten akıllı sanan Baskın Oran hoca... İmam Taşçıer’e bir sor bakalım!


O, elma şekeri değil kendi “Kızıl Elma”sını istiyor. Kızıl Elma, sözcük değil, bir toprak parçasıdır. Bu nedenle sapla samanı karıştırmamak gerek...
 
AYDINLIK-Perşembe, 30 Ağustos 2012

ÖZDEMİR İNCE/ Yabancı Anayasalar ve Türklük




ÖZDEMİR İNCE/ Yabancı Anayasalar ve Türklük

1978 tarihli son İspanyol anayasasından bazı alıntılar yapacağım:

Madde 1.2: Ulusal egemenlik, devletin gücünü aldığı İspanyol halkına aittir.
Madde 2. Anayasa kaynağını, İspanyol milletinin bölünmez birliğinden, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez vatanından alır.”
Madde 3.1. Kastilyanca, devletin resmi İspanyol dilidir. Bütün İspanyolların bu dili bilme ödevi ve kullanma hakkı vardır. 2. Diğer İspanyol dilleri de kendi statülerine göre, ilgili özerk toplulukların resmi dilidir.”

Bildiğiniz gibi İspanya 17 özerk bölgeye ve 2 özerk şehre ayrılmıştır. Yedi özerk bölgenin her biri (Asturias , Balearic Adaları , Cantabria , La Rioja , Madrid , Murcia , ve Navarre ) aynı zamanda bir ildir.

İspanyol Anayasasının verdiği ders

Anayasa metninden anladığımıza göre: Bu anayasayı yapan ve onaylayan erkler, başta 17 özerk bölge ve 2 özerk kentte yaşayan insanların tamamını “İspanyol” olarak tanımlamaktadır. Yani, Kastilyalılar (İspanyol kökenliler), Basklar, Katalanlar, Galiçyalılar tek tek sayılmadan “İspanyol milletinin bölünmez birliği”ni oluşturmaktadırlar. Şurası kesinlikle unutulmamalıdır ki İspanya’da mevcut olan 17 özerk bölgeyi 1978 Anayasası icat etmemiştir. Bunlar taa Roma döneminin öncesinden itibaren var oldukları için devam etmektedirler.

Binlerce yıllık İspanya (İspanyol) gerçeğini onaylayan ve ülke toprağını komünler, iller ve özerk topluluklar arasında pay eden 137’ci maddesine karşın, İspanyol Anayasası bir “İspanyol Halkı”ndan, bir “İspanyol Milleti”nden, “İspanyol milletinin bölünmez birliği”den ve “Bütün İspanyolların bölünmez vatanı”ndan söz etmektedir.

Aynı durum Avrupa Birliği devletlerinin Anayasalarının tamamı için de geçerlidir.

Bu nedenle, aklı başında hiç kimse, kimilerinin gül hatırı için, yeni Anayasadan “Türk milleti”, “Türk halkı” tanım ve kavramlarını çıkartamaz. Çıkartılırsa o metne Türkiye Cumhuriyeti Anayasası denemez.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 3

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Bu maddede Kürtçüler, “Türkiye devletinin ülkesinin bölünmezliği kabul de, milletin bölünmezliği ne demek oluyor, Kürtlerin reddi anlamına gelmiyor mu?” diye karşı çıkıyorlar. Bu kalın kafalılara nasıl anlatsam? Her millet gibi, Türk milleti birçok oluşturucu parçadan meydana gelir. Meydana gelir de, şuraya dikkat edin, oluşturucu parçalardan meydana gelen millet bütününü parçalara ayıramazsınız. Mantıksız mı geliyor? O zaman mantığınızı zorlayın, geliştirin. Başvekil hazretlerinin tadâd etmekten (saymaktan) hoşlandığı gibi Türk Milleti, Türk, Arap, Laz, Kürt, Boşnak, Pomak, Ermeni, Rum, Süryani, Çerkez ve daha birçok parçadan oluşur. Oluşur ama sürüden koyun ayırır gibi oluşturucu parçaları ayıramazsınız. Oluşturucular çoğuldur ama millet (ulus) tektir, tekildir. İşte bu nedenden olacak İspanyol Anayasasının 2. Maddesi “Anayasa kaynağını, İspanyol milletinin bölünmez birliğinden (....) alır” diyor. ğalar ve beyler, bu cümlenin bir de İspanyolcasını okuyun.

“Articulo 2. La Constitución se fundamenta en la indisoluble unidad de la Nación española...”

Hal bu iken, birtakım çevrelerde, “Anayasaya ‘Kürt’ kimliği de girmeli”, “Anayasadan ‘Türk’ kimliği çıkmalı ve bütün etnik gruplar aynı konumda olmalı” türünden tuhaf fanteziler tekrarlanıyor. Bu insanlar galiba bir Anayasa ile bir film jeneriğini birbirine karıştırmaktalar. Mevcut Anayasanın “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye yazan 3.maddesi değişmedikçe söz konusu fanteziler yeni anayasaya giremez. Hatırlayalım: Anayasanın 3. Maddesi değiştirilemez. Herkes bu konuya kafasını benim kadar yorarsa, fantezi düşkünleri fantezilerinden, hayalperestler,acı da olsa, hayallerindern vazgeçecektir.

Yeni şeyler öğrenmek

Türkiye’de insanlar yeni şeyler öğrenmeye karşı dirençlidirler, geçirgen değildirler. Yeni bir şey öğrenmek istemeyenlerin başında da Diyarbakır’ın BDP’li Belediyesi Başkanı Osman Baydemir geliyor. Bay Baydemir’in Anayasa uzlaşma alt komisyonunda söylediğine göre anadilde (Kürtçe) eğitimin pazarlığı olmazmış... (Vatan, 28.02.12)

Merak ediyorum: Nasıl olacak bu iş? İspanya Anayasasından kopya vereyim: “Madde 3.2. Diğer İspanyol dilleri de kendi statülerine göre, ilgili özerk toplulukların resmi dilidir.” Demek ki anadilde eğitim yapabilmek için, dolayısıyla resmi dil sahibi olmak için, ilkin özerk bir topluluk statüsünü elde etmek gerekiyor.

Kulağı ters yönden göstermenin gereği yok: Önce statü, sonra dil. Bu arada “Türk” “Türk Milleti” gibi sözcük ve kavramları yeni Anayasadan kovmak isteyenlere bir tavsiye: Gülünç olmamak birkaç yabancı Anayasa okusunlar.


AYDINLIK- Perşembe, 30 Ağustos 2012

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI: BİR FELSEFE PROFESÖRÜ, BİR DEKAN VE MEDRESE !

Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Dekanı Prof. Dr. Teoman Duralı, dini eğitimin tüm okullarda uygulanması gerektiğini söyledi.

Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Teoman Duralı, İmam hatip okullarındaki müfredatın genişletilip tüm okullara uygulanması gerektiğini belirtti. Üniversite adının da değişerek ‘medrese’ olmasını isteyen Duralı, fakültelere de ‘mektep’ adını koymayı önerdi. Duralı, “Neden üniversite adını veriyoruz, “medrese” adını koyalım. Fakültelere de “mektep” dersin. Bu medreselerin fakültelerinden biri de ilahiyat olur. Bir tarafta üniversite diğer tarafta medrese ayrımı çok tehlikeli. Bu ülkenin bölünmüşlüğüne son vermek lazım artık” diye konuştu.

Prof. Dr. Teoman Duralı kafasındaki eğitim sistemini de şöyle anlattı:

“Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle sağlanıyordu şimdi de din ile dünyayı birleştirmek zorundayız. İmam hatiplerin müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanması gerektiğini savunmuşumdur hep, en başta da askeri okullara. Disiplin, hayatın her alanında gereken bir şey. Askerlik dış disiplinle veriliyor. Din iç disiplini sağlıyor. İç disiplin olmadan dış disiplin bir kabuktur. Müslümanlar da iç disiplin var ama dış disiplinden yoksun. Dış disiplin olmadığı için hercümerç haldeyiz. Müslüman olmayana kendi dininde ders verilir, Alevi vatandaşa da özel müfredat hazırlanır. Ama şart olan şey yetişenin din bilgisiyle donanmış olmasıdır. Bu sadece dindar yetiştirme babında değil, dinsiz olacaksa da niye dinsiz olduğunu bilsin.”

SÖZCÜ GAZETESİ- 11.11.2012

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI: BİR DOKTOR, BİR PSİKİATRİST, BİR PROFESÖR VE AYNI ZAMANDA BİR REKTÖR VE DABBET-ÜL ARZ !

Tarhan: İnternet Dabbet-ül Arz olabilir




Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin oluşturduğu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitim Kulübü, başkan ve yönetim kurulu üyeleriyle birlikte Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ı makamında ziyaret etti. Tarhan’a bu güne kadar yürüttükleri ve hedeflenen çalışmaları hakkında bilgi veren öğrenciler, gençliği daha aktif hale nasıl getirebiliriz üzerine kafa yorduklarını, bu yönde de Tarhan’ın görüşlerine başvurmak istediklerini belirtti.

Aktif bir kulüp hedeflediklerini, bu kapsamda Türkiye’nin önemli model kişilerini ziyaret ettiklerini ifade eden Kulüp Başkan Yardımcısı Durali Karacan, günümüz gençliğinin bir takım kötü alışkanlıklarla mücadele ettiğini, internet bağımlılığının da bunlardan biri olduğunu ifade etti. Karacan, gençliği bu durumdan korumak adına neler yapabiliriz düşüncesiyle Rektör Tarhan’ı ziyaret ettiklerini söyledi.

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencileriyle gelişen teknoloji ve kültürlere etkisi hakkında da sohbet eden Tarhan ise, internetin ilahiyatçılar ile ilgili önemli bir boyutu olduğunu vurguladı. Kıyamet alametlerinden sayılan Dabbet-ül Arz-ın yerde debelenen bir canlı olduğunu ve her yerde var olacağını belirten Tarhan, internetin de fiberoptik alt yapı ile sinizoidal dalga frekansı ile çalışması nedeniyle debelenen bir görünüm sergilediğini iddia etti. İnternetin dabbet-ül arz gibi iyiye veya kötüye hizmet etmesinin mümkün olması nedeniyle iyi insan yetiştirmeyi amaçlayanların interneti bu amaçla uygulamalarının dini bir gerekçesi olduğunu da sözlerine ekledi.


10 Kasım 2012-CUMHURİYET