31 Mart 2017 Cuma

Analiz: Türkiye'nin Bölgeden Çekilmesi İhtimal Dışı



29 Mart 2017'de Milli Güvenlik Kurulu toplantısından açıklanan bildiride Fırat Kalkanı Operasyonu'nun sona erdiği ilan edildi. Hemen ardından operasyonun neden bitirildiği ve sonuçlarının ne olduğu tartışılmaya başladı. Bu konudaki analizler iki uca savrulmuş durumda. Bir grup tam bir başarıdan söz ederken, diğeri ise tam bir başarısızlıktan söz ediyor. Ancak, Fırat Kalkanı bu şekilde basitleştirici bir yaklaşımdan fazlasını hakediyor.

Operasyonun hedefleri nelerdi?

Bir askeri operasyonun başarısı siyasal bağımsız değerlendirilemez. Bu nedenle operasyonun hedeflerini hatırlamak faydalı olacaktır. Başlangıçta yetkililer tarafından 2 temel hedef ilan edildi: Bunlardan birisi, IŞİD'in Türkiye sınırından temizlenmesi ve sınırın güvence altına alınmasıydı. Diğeri ise YPG'nin Fırat'ın doğusuna çekilmesini sağlamak ve Suriye'nin kuzeyinde PYD önderliğinde birleşik bir bölgenin oluşmasını engellemekti. 

Zaman ilerledikçe bu hedeflere, terörden arındırılan bölgelerde Suriyelilere yeni ve güvenli bir yerleşim alanı açmak; bölge halkının geri dönmesini sağlamak ve gelecekte gelebilecek Suriyelileri de barındıran bir güvenli bölge yaratmak gibi yenileri eklendi. Son olarak, açıkça söylenmese de yetkililerin vurgularından operasyonun hedeflerinden birisinin ABD'nin Rakka'ya YPG ile değil ÖSO ve Türkiye ile birlikte ilerlemesi olduğu anlaşılıyordu.

Operasyon neden bitti?

Önceki analizlerimizde de belirtmiştik: Fırat Kalkanı'nın temelde iki boyutu var: Askeri ve siyasi. El Bab kontrol edildikten sonra operasyonun askeri gidişatı için iki olasılık vardı: Ya duracak ya da PYD bölgelerine ilerleyecekti. ABD ve Rusya'nın açıkça YPG'yi koruma altına almasıyla PYD bölgelerine yönelik büyük çaplı bir operasyon başlaması ihtimali şu aşamada ortadan kalktı. Yani aslında askeri ilerleme içeren kısmı üç hafta kadar önce fiilen bitmişti. Bu noktaya gelinmesinin en önemli nedeni ise Rusya ve ABD'nin operasyona koşullu ve sınırlı bir destek vermesiydi.

Uluslararası destek sağlanamadığı için operasyonun IŞİD'le ilgili boyutu bitince askeri ilerleme kısmı tıkandı. Şu noktayı hatırlatmak fayda var: ABD, kısa bir periyot dışında Fırat Kalkanı'na askeri destek vermedi. Rusya, ABD'ye göre daha fazla destek sunsa da onun desteği de sonsuz değildi. Hatta, Rusya bir süre için Suriye'de Türk uçaklarının kullanılmasını fiilen engelledi. Operasyonun askeri boyutu bu nedenlerle bitti. Fakat, yeni bir "bölge"nin inşa edildiği gerçeği gözden kaçırılmamalı.

Hangi hedeflere ulaşıldı?

Operasyonda IŞİD'le ilgili hedeflerin tamamına ulaşıldığı söylenebilir. IŞİD, artık Türkiye sınırında yer almıyor ve Türkiye'ye yönelik doğrudan bir tehdit oluşturmuyor. Dış dünya ile bağı kesildi. Üstelik bu operasyon süresince IŞİD Türkiye'de birçok eylem girişiminde bulunmasına rağmen sadece bir terör eylemi gerçekleştirebildi. Oysa örgütün Türkiye'de çok sayıda uyuyan hücresi bulunduğu ve çok sayıda büyük eylem yapacağına inanılıyordu. Dolayısıyla operasyon IŞİD'le mücadele bağlamında son derece başarılı oldu.

Ancak operasyonun YPG ve PYD çerçevesindeki başarısı tartışmalı. Öncelikle YPG, Fırat'ın doğusuna çekilmedi. Her ne kadar YPG'nin çekildiği, yerine Suriye Devrimci Güçleri (SDG)'nin geldiği söylense de bunun kelime oyunundan öte bir anlamı olmadığını sahayı gözlemleyenler gayet iyi biliyor. Operasyonun ilk günlerinde ÖSO ile YPG arasında yoğun çatışmalar yaşansa da daha sonra bu çatışmalar durdu ve IŞİD'in elindeki bölgeleri kontrol etmek için adeta bir yarış başladı. Bu yarış El Bab, Menbiç ve Azez'ün güneyindeki hatta devam etti. Sonuçta YPG, Fırat'ın batısındaki varlığını hem Afrin hem de Menbiç'te koruyor.

Üstelik operasyonun başlamasından önce sahip olduğundan daha güçlü bir kalkanı bulunuyor. Bu kalkan, Menbiç'te ABD, Rusya ve Suriye; Afrin'de Rusya, Tel Rifat'ta Suriye güçlerinin doğrudan veya dolaylı olarak TSK ve ÖSO'nun önüne geçerek YPG'ye açıkça koruma oluşturmasından ibaret. Bu durum, Rakka Operasyonu'na da yansıyor. Türkiye defalarca ABD'ye Rakka Operasyonu'nda işbirliği yapmak istediğini belirtse de ABD'nin tercihi açıkça YPG ile işbirliği yapmak.

Bununla birlikte Fırat Kalkanı'nın PYD ve YPG bağlamında tamamen istenilen sonuçlardan uzak kaldığı söylenemez. Önemli hedeflerden birisi arasında yer alan PYD kontrolündeki bölgenin doğu - batı istikametinde birleşmesi engellendi. Şam'ın kontrol ettiği bölge üzerinden dolaylı bir bağlantı bulunuyor. Ancak sürekli ve kesintisiz bir bölgenin engellendiği gözden kaçırılmamalı. Bu durum en azından kısa ve orada vadede Suriye'nin kuzeyinde kesintisiz bir "bölge" kurma projesinin akamete uğradığı anlamına geliyor.

Öte yandan Türkiye'nin başlangıçta ilan ettiği 5000 km²lik bir bölgeyi kontrol edemediği açık. Yani ÖSO için planlanan bir "güvenli bölge" ortaya çıkmadı. Ancak daha küçük bir alanda adı konulmamış bir fiili durum bulunuyor.

Fırat Kalkanı ile ne değişti ?

Yedi aylık süre zarfında Suriye'nin kuzeyinde taşlar ciddi ölçüde yerinden oynadı. Öncelikle Halep rejimin kontrolüne geçti. Muhaliflerin önemli kısmı İdlib'e sıkıştı. İkincisi Türkiye ile Suriye Ordusu, Suriye sınırları içinde birbirlerine komşu oldular. Bu hayli riskli bir durum. Üçüncüsü, dikkatlerden kaçıyor ama Türkiye kendisine bağlı konsolide bir muhalif grup oluşturdu. Türkiye, Suriyeli muhalifleri zaten destekliyordu. Fakat böylesine kontrol altına aldığı ve tek çatı altında topladığı bir grubun olması küçümsenmemeli. Dördüncüsü, yeni bir bölge oluştu.

Bu bölge dar bir alanda, korunması zor ve üç tarafı rakiplerle çevrili. Fakat, geçmişte ÖSO'nun Suriye'de kontrol ettiği bölgelerden iki farkı var: İlki, Türkiye'nin koruması altındayken hiçbir aktör buraya saldırmaya cesaret edemez. Yani, Türkiye istediği sürece kalıcı. İkincisi demografisi değişiyor. Son örneklerden de görüldüğü gibi Suriye'de diğer bölgelerden gelişler başladı. Bu nedenle bu yapının ömrü, bölgede farklı sonuçlara yol açabilir.

Bundan sonrası

İlk soru Türkiye'nin askerlerini çekip çekmeyeceği. Muhtemelen bazı birlikler başka bölgelere kaydırılacaktır. Ama Türkiye'nin tamamen çıkması çok düşük ihtimal. İkinci soru; başka operasyonlar olur mu? Gerçekçi olmak gerekirse, mevcut atmosferde Rusya'nın İdlib'te, ABD'nin Rakka'da kullandığı YPG'ye doğrudan Türkiye'nin operasyon yapması ihtimali çok düşük. Ancak bu, ÖSO ile YPG arasında küçük çaplı, bazen bazı kritik bölgelerin el değiştirebileceği çatışmaların gerçekleşmesi olasılığını dışlamıyor. Üçüncü soru; Türkiye ne yapar? Muhtemelen yeni bölgenin, güçlü bir idari yapıyla, kendisini koruyabilecek bir askeri kapasiteye ulaşmasını ve ÖSO için kalıcı bir alanın doğmasını hedefleyecek. Bir de İdlib'i unutmayalım. İdlib herkes için kapalı kutu. Ama bu önemsiz olduğu anlamına gelmiyor.

© Deutsche Welle Türkçe

Serhat Erkmen / 31.03.2017
Doç. Dr. Serhat Erkmen Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi Başkanı olarak görev yapmakta.

Berlin'de MİT'e Tepki Büyüyor

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan'ın şubat ayındaki Münih Güvenlik Konferansı sırasında Alman dış istihbarat servisi BND'nin Başkanı Bruno Kahl'e ileterek destek istediği listenin ayrıntılarıyla ilgili yeni bilgiler gelmeye devam ediyor.

Süddeutsche Zeitung ile kamu yayıncılık kuruluşları NDR ve WDR'in ortak araştırma ağının ulaştığı bilgiye göre MİT'in listesinde Sosyal Demokrat Parti'den (SPD) Federal Meclis milletvekili Michelle Müntefering ile Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partili bir Berlin eyalet parlamentosu kadın milletvekilinin adı yer alıyor. İki milletvekilinin isminin de MİT'in dosyasındaki 10 numaralı tabelada 'Gülen hareketiyle iyi ilişkiler içindeki güç merkezleri ve sivil toplum kuruluşları' başlığı altında geçtiği kaydediliyor.


Listede adı geçen Alman milletvekili Michelle Müntefering konuyla ilgili olarak açıklama yaptı. Müntefering MİT'in BND'ye verdiği listede adının geçmesini, "belirgin biçimde sınırın aşılması" şeklinde yorumladı. Müntefering, "Türk hükümetinin bu tutumu, eleştirel görüştekileri bastırma girişimini bir kez daha gösteriyor" dedi.


Sosyal Demokrat Parti Meclis Grup Başkanı Thomas Oppermann


Sosyal Demokrat Parti Meclis Grup Başkanı Thomas Oppermann da Michelle Müntefering'in MİT'in BND'ye verdiği listede adının bulunmasını sert bir dille kınadı. Başbakan Angela Merkel'dan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yönelik sert bir açıklama yapmasını isteyen Oppermann, "Başbakan Merkel'in bu konuda açık ve net konuşmasını bekliyorum" dedi. Oppermann Türk hükümetinin MİT'in casusluk faaliyetine derhal son vermesini sağlamak zorunda olduğunu vurguladı. 

Müntefering'in adının böyle bir listede bulunmasının kabul edilemez olduğunu vurgulayan Oppermann, "Türk hükümetinin Almanya ile ilişkilerin kötüleşmesi için böylesine radikal bir biçimde çalışması beni şaşırtıyor. Erdoğan bizim kabul edebileceğimizin çok üstüne çıkıyor. Almanya ile partner olmaya hiçbir biçimde alaka göstermiyor görünüyor" dedi.

Federal Meclis milletvekili Müntefering'in Pazartesi günü Federal Emniyet Teşkilatı tarafından konuyla ilgili bilgilendirildiği bildirildi. Federal Meclis Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Müntefering, aynı zamanda  Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanlığı görevini yürütüyor. Müntefering en son şubat ayında Alman meclisinden milletvekilleriyle birlikte Türkiye'yi ziyaret etmişti.

Sosyal Demokrat Parti Meclis Grup Başkanı Thomas Oppermann, çarşamba günü de ZDF kanalında katıldığı programda, Almanya'daki casusluk faaliyetleri iddiaları üzerine MİT'e yönelik başlatılan soruşturmayı değerlendirdi.

Oppermann, Almanya'da Gülen yandaşlarını izlediği yönündeki suçlamalara ilişkin Milli İstihbarat Teşkilatı hakkında soruşturma başlatılmasını, ‘yabancı bir devletin Almanya'daki suç işlememiş insanlar hakkında istihbarat faaliyetlerinde bulunmasına tahammül gösterilemez’, sözleriyle değerlendirdi. Oppermann Almanya'nın bir özgürlükler ülkesi olduğuna dikkat çekti.

Koalisyon ortağı SPD'nin meclis grup başkanı Alman istihbaratını da eleştirdi ve ihmalkârlıkla suçladığı casuslukla mücadele birimlerinin devlet kadar vatandaşı da korumak zorunda olduğunu hatırlattı. Oppermann, "Alman istihbaratı hiç olmazsa MİT tarafından takip edilenleri uyarıp Türk istihbaratı ile işbirliği yapmamakla doğru davranmıştır”, dedi.

 CDU: MİT'in Almanya'daki faaliyetlerine göz yumulamaz

Koalisyon ortağı Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisinin iç politika sözcüsü Patrick Sensburg ‘Handelsblatt' gazetesine yaptığı açıklamada "Ajanlar bulundukları takdirde mahkemeye verilmelidir. Diplomatik pasaportu olanların akreditasyonları iptal edilmeli ve bu şahıslar Almanya'dan sınır dışı edilmelidirler” şeklinde konuştu. Türkiye'nin ülkesinde hükümranlık hakkının bulunmadığını belirten Sensburg ‘Türk istihbaratının yasadışı faaliyetlerde bulunduğunu, söz konusu edilen şahısların teröristlikten değil, rejim muhalifli oldukları için takibe alındıklarını, dolayısıyla siyasi takipten söz edilebileceğini' söyledi.

Almanya Meclis İçişleri Komisyonu Başkanı Ansgar Heveling de ‘Ruhr Nachrichten' gazetesine verdiği demecinde, ‘Türk tarafının Almanya'da yoğun istihbarat faaliyetlerinde bulunduğundan yola çıkılabileceğini, bunun ciddi bir vaka olduğunu ve bu kapsamlı faaliyet karşısında sessiz kalınamayacağını', söyledi. Heveling, ‘Türkiye'nin iç anlaşmazlıklarının bu şekilde Almanya'ya yansıtılmasının kabul edilemeyeceğini' ifade etti.

Alman Hristiyan Birlik partileri Milli İstihbarat Teşkilatı'nın (MİT) Almanya'daki izleme faaliyetlerini ve bununla ilgili olarak hazırladığı dosyanın Alman istihbaratına verilmesini ‘kasıtlı provokasyon' olarak değerlendiriyor.

Birlik Partileri Federal Meclis Grubu İç Politika Sözcüsü CSU'lu Stephan Mayer  ‘Passauer Neue Presse' gazetesine verdiği demeçte bunun ‘tahammül ve kabul edilemez' bir durum olduğunu söyledi. Türkiye Hükümeti'nin Almanya'ya açıkça meydan okumak ve Almanya Hükümeti'ni kışkırtmak için böyle davrandığının anlaşıldığını belirten Mayer, ‘dosyanın kamuoyuna yansıyacağını Türk tarafının tahmin edemeyecek kadar safça davranmış olduğunu düşünmediğini' ifade etti.

Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) Meclis Grubu Uyum Politikaları Sorumlusu Cemile Giousouf, ‘Türk istihbaratının Alman politikacılarını hedef alan casusluk faaliyetlerinin eski Doğu Alman istihbaratının (Stasi) metotlarından farklı olmadığını' söyledi. Giousouf  ‘Rheinische Post' gazetesinde yayınlanan demecinde ‘istihbarat faaliyetleri hakkında yasalar uyarınca cezai işlem başlatılmasını beklediğini' belirtti. Giousouf, BND'nin listede adı geçen şahısları uyarmasını doğru bulduğunu da sözlerine ekledi.

Hristiyan Sosyal Birlik partisi milletvekili Hans-Peter Uhl da ‘Handelsblatt' gazetesine yaptığı açıklamada ‘Alman servislerinin MİT'e yardımcı olacağını sanmanın Türk Hükümeti'nin ‘dar kafalılığını' ortaya koyduğunu' söyledi. Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin hızla hukuk devleti ve demokrasi ilkelerinden uzaklaştığını söyleyen Uhl anayasa referandumunun Adolf  Hitler'e sınırsız yetki veren yasayı andırdığını iddia etti.

 Basındaki Yorumlar

Süddeutsche Zeitung'daki yorumda Almanya'da Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Gülen yanlısı olduğu iddia edilen kişilerin yanı sıra Alman siyasetçileri de izlediğinin ortaya çıkması ele alınıyor:

"Almanya'da iç huzur büyük önem taşıyor, ancak bu huzur Türklere, Türkiye kökenli Almanlara ve siyasetçilere yönelik muhbirlikle tehlikeli bir şekilde bozuldu. Burada söz konusu olan genel olarak ülke huzurunun bozulması. Türk istihbarat birimlerinin, Almanya'da muhbir ve ajanlardan oluşan geniş bir ağ kurduğu anlaşılıyor. Federal savcılığın soruşturması sırasında bilinen ve bilinmeyenlerin, bu ağın nerede düğümlendiğinin ve Türk istihbaratının Almanya'da hangi yapıları kullandığının aydınlığa kavuşturulması gerekiyor; burada elde edilen bulgular da yeni soruşturmaların yolunu açabilir. Elbette soruşturma şans eseri sadece imamlara ve cemaatin önde gelen isimlerine yönelik olmayacak, ancak sonunda cezai bir yaptırımın da olması şart.”

Berlin'de yayımlanan Tagesspiegel gazetesinde ise konuyla ilgili şu satırlar göze çarpıyor:

"Bizim dış istihbarat servisimiz BND'nin Başkanı (Bruno Kahl'a) verilen liste, Gülen yapılanmasının sözde yanlıları olarak tehlike oluşturanları değil tehlike altında bulunanları içeriyor. Ancak Gülen yapılanmasının terörist olduğuna ve darbe girişimini tezgâhladığına dair hâlâ kanıt bulunmuyor. Darbe girişimi, BND Başkanı'nın da ima ettiği gibi, Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidarını genişletmek için kullandığı bir bahaneydi. Bunun yanı sıra bir milletvekilinin, Türk-Alman Parlamenterler Grubu Başkanı Michelle Müntefering'in izlendiği ortaya çıktı. Erdoğancıların tutumunun siyasi, ceza ve yabancılar hukuku açısından sonuçları olması için daha nelerin yaşanması gerekiyor? Almanya Federal Cumhuriyeti bir hukuk devleti ve her şeye göz yummaması gerekiyor. Buna her türlü provokasyon da dahil.”

Stuttgarter Nachrichten gazetesinde de aynı konu işleniyor:

"Ankara'nın, Alman siyasetçileri izlemesi ve Türklerin Alman siyasetine karşı tavır takınmasını sağlamak için Türk istihbarat servisini Almanya'ya göndermesi sabrı taşıran nokta oldu. Almanya'nın Büyükelçisi, Ankara'da yine çağırılmadan önce biz Büyükelçi'yi Almanya'ya geri çağıralım. Zira artık Ankara'da ona ihtiyaç yok.”

5 soruda MİT'e yönelik iddialar

Almanya Federal Başsavcılığı MİT'in casusluk yaptığı iddiaları ile ilgili salı günü soruşturma başlatıldığını açıkladı.

Peki casusluk iddialarında şu ana dek neler biliniyor?  

Türk istihbaratının kolu Almanya'ya ne kadar uzanıyor?

Bunu kestirebilmek zor. İç istihbarat birimi olan Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı ay başında Türk hükümetinin Almanya'da yaşayan Türkler üzerindeki nüfuzunu arttırmaya çalıştığı uyarısında bulunmuş ve ‘Türkiye'nin Almanya'daki istihbarat faaliyetlerinde ‘gözle görülür' artış kaydedildiğini duyurmuştu.

Anayasayı Koruma Teşkilatı yetkilileri, MİT'in Almanya'daki Fethullah Gülen hareketine yakın olduğu iddia edilen kişiler hakkında kapsamlı casusluk yaptığından şüphe ediyor. Şubat ayında MİT'in Alman dış istihbarat teşkilatına (BND) verdiği Gülen yapılanmasına yakın oldukları söylenen kişilerin listesi eyalet güvenlik birimlerine gönderilmişti. Alman medyası listedeki söz konusu kişilerin ikamet kayıtlarının, telefon numaralarının ve gizli çekilmiş fotoğrafların bulunduğunu ortaya çıkarmıştı.

Alman makamları nasıl tepki gösterdi?

Almanya İçişleri Bakanlığı sözcüsü listeleri inceleyerek yabancı bir istihbarat servisinin bu bilgilere nasıl ulaştığını ortaya çıkarmaya çalıştıklarını açıkladı. Sözcü istihbarat faaliyetlerinde bulunulduğuna dair şüphelerin doğruluk derecesini saptamak amacıyla, yabancı bir istihbarat kuruluşundaki görevlilerin Almanya'daki muhtemel yasa dışı faaliyetlerinin hassasiyetle araştırıldığını belirtti.

Bu durum Almanya'daki Türkleri nasıl etkiliyor?

Almanya'daki faaliyetlerinin Türkiye tarafından izlendiğinden şüphe ediyorlar. Anayasa değişikliğine yönelik referandum için oy verme işleminin başladığı 27 Mart'ta Türk konsolosluklarına giden gazeteciler, sandığa gelen Türk vatandaşlarının çoğunun siyasi görüşünü açıklamaktan çekindiğini belirtti. Bazı seçmenler gazetecilere Türkiye'de baskıya uğratılmaktan endişelendiğini söyledi. Almanya Türk Toplumu adlı derneğin başkanı Gökay Sofuoğlu, ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bazı bakanlarının referandumda ‘hayır' oyu kullanacak olanları vatan haini ilan ettiklerini' kaydetti. Diğer yandan Almanya’da göçmenlerin büyük kesimi Gülen yapılanmasına sıcak bakmıyor.

MİT'in listesi Türkiye ile işbirliği açısından ne anlama geliyor?

Alman dış istihbaratı (BND) MİT ile işbirliğini her halükarda sürdürecektir. Ancak Almanya açısından, haklarında hiçbir suç şüphesi olmayan Almanya Türkleri hakkında istihbarat faaliyetleri yapılması önemsizleştirilebilecek bir konu değil. Alman politikacıları MİT'in Almanya'daki faaliyetlerinin geçiştirilebilecek bir konu olmadığı görüşündeler.

Daha önce böyle bir durum yaşandı mı?

2010 – 2015 yılları arasında Türk istihbaratının Almanya'da casusluk faaliyetlerinde bulunduğu şüphesiyle dört ayrı tahkikat yapıldı. Bunlardan üçü kapatıldı. Üç sanıklı dördüncü soruşturma yetkili Koblenz Eyalet Ceza Mahkemesi kararıyla şartlı olarak sona erdirildi.

Deutsche Well
29-30.03.2017

Askerî ve Diplomatik Birikim

Savaşlar iman gücü ve azimle değil, strateji ve diplomasiyle kazanılır. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı’nı kazanan komutanların üstünlüğü, dönemin askerlik bilimine hâkim olmaları (çoğu Avrupa’daki askerî tatbikatları izlemişti), savaş teorilerini bilmeleri (çoğu Moltke’yi, Clausewitz’i okumuştu), zamanın iletişim imkânlarını (telgraf, gazete) doğru kullanmaları ve uluslararası dengeleri savaş koşullarında analiz etme yeteneğine sahip olmalarıydı.

Savaşları kazanmanın bir diğer şartı, halk kitlelerinin savaşın kaçınılmaz olduğunu anlaması; başka deyişle, iktidarın siyasi hedeflerini herkesin anlayabileceği şekilde açıklamış olmasıdır.

Bu üç etkenin; strateji, diplomasi ve açıklığın içinde yaşamakta olduğumuz şu çatışma ortamında eksik olduğunu görüyoruz. 

Hükümet gerçekten ABD-İsrail Koridoru’nu kesmeyi mi amaçlıyor, yoksa emperyal güçleri PKK’nin geriletilmesi şartıyla Barzani bölgesini de kapsayacak federatif bir Sünni Kürdistan’a ikna etmeye mi çalışıyor? 

Barzani’nin son ziyareti ve “bayrak krizi” hükümetin “çözüm süreci”nin son evresi olarak tasarladığı ikinci seçeneği gündemde tuttuğunu gösterdi. 

Doğu Perinçek, AKP’nin kendi kadrolarını FETÖ’den ayıramadığını, bu durumun PKK’ye karşı mücadeleyi ve Fırat Kalkanı Harekâtı’nı olumsuz etkilediğini açıkladı. 

Diplomasiye gelince... Diplomatik geleneklerin terk edildiğini, Dışişleri Bakanlığı’nın dil bilmez imam memurlarla doldurulduğunu biliyoruz; diplomasinin Saray danışmanları tarafından AKP’nin iktidarda kalabilmesi için sürdürülen bir pazarlık ve şantaj aracına indirgendiğini görüyoruz. Deneysel savaş (önce girelim, sonra bakarız) olmaz. Güçlü diplomasiyle desteklenmeyen hiçbir askerî harekâtın başarı şansı yoktur. 

ABD ve Rusya’yı bazen biriyle bazen diğeriyle oynanacak iki kart olarak gören siyasî iktidar, Suudi Arabistan ve Katar dışında başta İran ve Suriye olmak üzere bölgesel ülkelerle arasını bozmaya devam ederken, PKK/PYD’nin hem ABD’nin hem de Rusya’nın desteğini kazanmak üzere olduğunu görmezden geliyor. 

Gerçek durumu cephedeki kurmaydan daha iyi değerlendirebilecek kimse yoktur. Matematik öğretmeninden komutan olmaz. Askerî ve diplomatik birikimin, kendi kurumsal geleneklerine sahip çıkarak sesini yükseltmesi gerekir.

15 Temmuz’dan sonra siyasi hayat muhallebi kıvamına geldi ve Melih Gökçek’in tavsiye ettiği pompalı tüfekler dışında katı olan her şey hızla buharlaşmaya başladı. Türk Ordusu’nda türban serbestisi buharlaşmanın boyutlarını gösteren bir örnektir. Başbakan Yardımcısı’nın şu sözleri siyasi iktidarın niyetini ortaya koymaktadır: “Allah’a hamdolsun on sene sonra başörtülü bir komutana selam duracaktır bizim askerimiz. Hem de şerefle, gururla, onurla” (Aydınlık, 02.03.17). Öyle mi, hakikaten?

Siyasî iktidarın kafası hâlâ “Kutlu Yürüyüş”le meşgul. Savaşla deney yapıyor, diplomasiyle kumar oynuyor, referandumla ülkeyi bölüyor. En genelde ve topluca baktığımızda, bugünün dünya koşullarında Türkiye’de Sünni bir siyasi iktidarın Osmanlı benzeri bir eyalet sistemi oluşturma ve ülke nüfusunun en az yarısı üzerinde tam bir ideolojik hegemonya kurma şansı kalmamıştır. Referandum’dan nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın AKP’nin dağılma ve çöküş süreci başlamıştır. Tarihimizin en tehlikeli dönemecindeyiz. Siyasi iktidarın, içinde bulunduğu çıkmazı görerek “rövanşist” hamlelerden ve kendi suretinde bir toplum yaratma hevesinden vazgeçeceğini, geleneksel askerî ve diplomatik birikimi değerlendireceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor.

Yavuz ALOGAN
Aydınlık/07.03.2017

Bu Kerkük İddiası Doğru mu?


AKP Barzani’nin gelişi sırasında Atatürk ve Esenboğa Havalimanlarına “Kürdistan bayrağı” çekti. Bu da yetmedi Atatürk’ün makamı Çankaya Köşkü’ne de taşıdı.

Toplumda büyük infial oluştu. Başbakan Binali Yıldırım ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, “Ne var bunda, teamüllere uygun” sözleri tepkileri daha da büyüttü.

Arkasından Kerkük’e “Kürdistan bayrağı” çekildi. Kerkük Valisi Necmettin Kerim, “Ankara astıysa biz niye asmayalım” dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Başbakan Binali Yıldırım da görmezden geldi.

Ege’deki ada ve kayacıklarımızın Yunanistan tarafından işgaline “ses çıkarmama” durumu, Kerkük’te de yaşandı.

'KÜRDİSTAN BAYRAĞI'NIN ÖNCESİ DE VAR!

Dün bir dost sohbetinde bunları konuştuk. Türkiye’nin güvenliğinin hızla tehlikeye girdiği ifade edildi. İlk kez karşılaştığım bir misafirin tavrı dikkatimi çekti. “Söylemek istediğiniz bir şey mi var?” diye sordum.

Önce konuşmak istemedi. Ama sonra patladı. İnanılır gibi değildi. İşte anlattıkları:

“Ben emekli bir askerim. Irak işgali sırasında bölgede görevliydim. ABD Bağdat’a girmişti. Barzani-Talabani zafer havasındaydı. Yıl 2003. Yanılmıyorsam  3 veya 4 Nisan’dı. Barzani-Talabani güçlerinin Kerkük’te tapu ve nüfus idaresini yağmalayacağı, yakacağı, tüm kayıtları yok edeceği istihbaratını aldık. Hemen bölgedeki MİT görevlilerine haber verdik. Onların da elinde aynı istihbarat olduğunu öğrendik. Önlem alınmasını istedik. Elimizde bunu sağlayacak kuvvet olduğunu bildirdik.”

BARZANİ-TALABANİ İLE İLİŞKİYİ BOZMAYALIM

“İstihbarat Ankara’ya gitti. Konu Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’a da iletilmiş. Daha sonra MİT Müsteşar Yardımcısı Emre Taner’den ‘Kürtlerle ilişkilerimizi bozmayalım’ mesajı geldiğini öğrendik. Elimiz kolumuz bağlandı. Önlem almadık.”

İSTİHBARAT DOĞRU ÇIKTI

“İstihbarat doğru çıktı. 10 Nisan günü Kerkük’te nüfus ve tapu idareleri yağmalandı, yakıldı. Müdahale etmedik. Kerkük’ün tüm kayıtları yok edildi. Türkmenlerin tapuları, nüfus kayıtları kül oldu. Orada görevli olan bizler yağmayı, arşivlerin yakılmasını gözlerimiz yaşararak izledik. Bugün Kerkük’e Kürdistan bayrağı dikilmesi daha o günlerde planlanmıştı. Bile bile göz yumuldu! O gün de ses çıkarılmadı, bugün de ses çıkarılmıyor!”

DOĞRU MU?

İddia vahim.

Anlatan kişi o günleri aktarırken gözleri doldu. Gözleri her şeyi anlatıyordu. Ülkesinin geleceği için hem kaygılı, hem isyankardı!

İş Kerkük’te tapu ve nüfus müdürlüklerinin yağmalanması ile de kalmadı. Arkasından ABD Türk askerlerinin başına çuval geçirdi.

Paça ABD’ye kaptırılınca böyle oldu. Barzani-Talabani’yi küstürmek, “ABD’yi küstürmek” anlamına geleceği düşünülünce Türkiye’nin, Türkmenlerin çıkarları unutuldu.

Umarım ilgililer bu iddialarla ilgili bir açıklama yaparlar. Yoksa, …

O GÜNLER!

İşgal öncesinde Ecevit Hükümeti vardı. Irak işgaline karşı çıkıyordu. ABD’den gelen tüm baskılara direndi. Ecevit ikna edilemeyince MHP Genel Başkanı Bahçeli ikna edildi. Bahçeli yapılacak ilk seçimde baraj altında kalacağını bile bile Ecevit Hükümeti'ni dağıttı.

AKP iktidarının önünü açtı.

Arkasından AKP, ABD’nin “kara gücü” olmaya talip oldu. Suriye’de PYD bugün ne yapıyorsa o gün onu yapmaya kalktı. “1 Mart Tezkeresi” hatırlardadır. Abdullah Gül’ün, Erdoğan’ın açıklamaları arşivlerde duruyor.

Türkiye toprakları Meclis kararı bile beklenmeden ABD askerlerine açıldı. ABD’liler işgal ordusu gibi İskenderun’dan Habur’a kadar yerleşmeye başladı.

Ama “1 Mart Tezkeresi” AKP içindeki vatanseverlerin de katkısıyla reddedildi. Plan bozuldu.

KRİTİK İSİM AYNI!

Kritik isim hep aynı. Bahçeli.

O gün de ABD’nin planlarına alet olmuştu, bugün de aynı. Anayasa değişikliği konusundaki “sürpriz pası”nın kime yarayacağını önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.

Türk askerinin başına çuval geçiren sürecin yolunu açanlar yine faaliyette. ABD bölgeye abanırken Türkiye, “Evetçi”, “Hayırcı” diye bölünmeye çalışılıyor.

Ha 1 Mart, ha 16 Nisan, fark etmez. Yeniden “1 Mart Ruhu”na ihtiyaç var!


İsmet ÖZÇELİK
Aydınlık/26.03.2017

30 Mart 2017 Perşembe

Fırat Kalkanı’nın Açmazları – 2

Bu yazının birincisini, yani “Fırat Kalkanı’nın Açmazları – 1”i, harekat başladıktan hemen sonra, 25 Ağustos 2016’da yazmıştık.
İkincisini de bugün, harekatın bitirildiğinin açıklanmasından hemen sonra yazıyoruz…
HAREKÂT NE AMERİKANCIDIR NE DE ABD’YLE SAVAŞTIR
Fırat Kalkanı Harekâtı başladığında iki uç görüş vardı. Soldan, sol çevrelerden yapılan değerlendirmelerde Fırat Kalkanı’nın Amerikancı bir operasyon olduğu iddia ediliyordu. Sağdan, ulusalcı kesimlerden yapılan değerlendirmelerde ise operasyonun vatan savaşı olduğu, ABD’yle Türkiye’nin savaştığı iddia ediliyordu.
Çokça belirtiğimiz gibi, ikisi de doğru değildi. Fırat Kalkanı Harekâtı Amerikancı bir harekat değildi ancak stratejinin düzeltilememesi ve doğru ittifaklar kurulamaması durumunda Amerika’nın kucağına düşme riski vardı. Ve elbette Fırat Kalkanı harekâtı Türkiye’nin ABD’yle savaşı da değildi!
Zira bölgedeki gelişmeler ve ilişkiler bir düz doğru şeklinde ele alınamayacak durumdadır. Kaldı ki, doğada da aslında durum böyledir. Süreç ne tek başına düz doğru boyunca ilerler, ne de sadece dalga şeklinde hareket eder. İkisi iç içedir. Çünkü madde, yalnızca kütlesi olan bir parçacık değil aynı zamanda enerji transferi yapan bir dalgadır.
Konu Ortadoğu olunca, düz doğru ile dalgalı hareket daha da iç içe geçer; DNA sarmalı halini alır…
SADECE OLUMLU OLGULARA BAKMA HATASI
İlk günkü değerlendirmemizde kimi olgulara ve tabii stratejideki yanlışlığa bakarak şu uyarıyı yapmıştık: “Fırat Kalkanı’nın başarısı şu iki şeye bağlıdır: 1) ABD’yle değil, Rusya’yla hareket edilmesine. 2) Sahada ÖSO’yla değil, Şam’la iş birliğine.”
Bu iki temel noktanın sadece 0.5’i gerçekleşti. Ankara Rusya’yla hareket etti ama ABD’yle pazarlık yapmaktan, Rakka için ortak harekât aramaktan, ABD’ye üsleri açık tutmaktan vazgeçmedi. Dahası ABD’nin bu üslerden mücadele ettiğimiz terör örgütlerine yardım taşımasına engel olmadı!
Kimi ulusalcı tezlerde dile getirilen “Türkiye’nin mecburiyetleri var, AKP nasıl olsa Şam’la iş birliği yapmaya mecbur kalacak” iddiasına karşın, AKP Şam’la iş birliğine yönelmedi. Hatta bir ara harekatın ana hedefinin Esad rejimini yıkmak olduğunu bile dile getirdi.
Kaldı ki süreç “mecburiyetler” yaklaşımından sıyrılarak incelenebilse, Suriye uçağıyla yapılan bombardıman mesajından, Rusya’nın Türkiye’ye Suriye hava sahasını kapatması mesajından bile önemli sonuçlar çıkarılırdı.
Salt olumlu görünen olgulara bakılmayıp, tüm olgular incelense Moskova’dan gelen “Suriye’nin kuzeydoğusunda ‘küçük bir Türkiye’ oluşmasından endişe ediyoruz” mesajlarından köklü sonuçlar çıkarılırdı…
Olmadı, hatta şu son aşamada, gayet net görülen Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi ile AKP Hükümeti’nin Astana sürecini gevşetmeye başlaması arasında bağ bile görülemedi…
FIRAT KALKANI’NIN ZAAFI: ERDOĞAN
Harekatın en büyük zaafı, Türkiye’nin Tayyip Erdoğan tarafından yönetiliyor oluşuydu.
Erdoğan’ın ABD’yle karşı karşıya konumlandığı, milli saflara geldiği, Avrasya’ya yöneldiği gibi hayaller bir kenara bırakıldığında görülecektir ki, Erdoğan’ın Fırat Kalkanı harekatındaki bir numaralı hedefi, askerden farklı olarak, harekâtı iktidarını konsolide etmenin bir aracı olarak kullanmaktı. AKP medyasının “82. İl Halep” manşetleri attığı, Erdoğan’ın “harekatın hedefi Esad’ı yıkmaktır” dediği şartlarda hâlâ “Türkiye’nin mecburiyetleri var, Erdoğan Esad’la anlaşacak” demek, idealizmdi…
Öte yandan Erdoğan’ın harekât boyunca ABD’ye “ortağın PKK mı, yoksa ben miyim” diye seslenmesi ve pazarlık araması, Fırat Kalkanı harekatının zaaflarındandı.
Ayrıca Erdoğan’ın siyasi hevesler uğruna sürekli harekatın hedefleriyle ilgili açıklamalar yapması, gizli kalması gereken askeri hedefleri açıklaması, asker ile siyasetçilerin birbirini tutmayan açıklamaları harekatın zaaflarındandı. Örneğin asker “El Bab tamamlandı” derken, AKP “tamamlanmadı” diyordu. Örneğin kimi AKP sözcüleri “El Bab’dan sonra Münbiç” derken, kimi AKP sözcüleri de “önce Rakka” diyordu.
Bir başka zaaf da, sürekli hedefin 5 bin kilometrekarelik alanın güvenli bölgeye dönüştürülmesi diye konulmasıydı. Neticede 2 bin kilometrekarede kalındı. Yani salt bu yönüyle bile harekata “başarısızlık” damgası vurdurulmuş oldu!
Diğer yandan Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin harekât boyunca İran düşmanlığı yapması da harekatın zaaflarındandı.
KÜRDİSTAN’IN MİMARLIĞINA GİDEN YOL
Fakat en önemli mesele “Kürt Koridoru” ile ilgiliydi:
1) Irak Kürdistanı ile ittifak kurmak ama Suriye Kürdistanı’na karşı çıkmak, stratejik bir yaklaşım değildi.
2) Fırat’ın doğusundaki PKK/PYD kantonlarını kabul edip, “Fırat’ın batısına geçemezsiniz” demek gerçekçi değildi. “Kaldı ki, kantonlardan Afrin zaten Fırat’ın batısındaydı)
3) Barzani’ye evet, Öcalan’a hayır demek sürdürülemezdi.
4) İstanbul ve Ankara’da Irak Kürdistanı bayrağı sallandırmak ama Kerkük’te asılmasına karşı çıkıp, “Irak anayasasına aykırı” diye açıklama yapmak, sonuç getirmezdi.
5) Bağdat’la kavga edip Barzani’yle ittifak kurarak, Esad’la kavga edip ÖSO’yla iş tutarak ve İran’la karşı karşıya gelerek, ABD’nin Basra’dan Doğu Akdeniz’e uzatmaya çalıştığı Kürt Koridoru’na karşı olabilmek mümkün değildi.
6) Hem ABD’nin Kürt Koridoru’na karşı olup, hem ABD’yle ortak kalmak, yeni ABD Başkanı’ndan destek aramak, birlikte Suriye’de ortak operasyon yapmayı istemek, “devlet aklı” değildi!
Bu tür ikilemlerin gideceği sonuç bellidir: Tıpkı Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de de kendinizi müteahhit ABD adına Kürdistan’a mimarlık yaparken bulursunuz!
DEVRİMCİ MUHALEFET İHTİYACI
Sonuçta ne oldu? “Menbiç’e giriyoruz” denilirken, TSK’nin etrafı fiilen sarılmış oldu; bir yanda ABD, bir yanda Rusya, bir yanda Suriye Ordusu, bir yanda PKK/PYD…
Rusya’yla anlaşılmış hedeflerin dışına çıkan Erdoğan, TSK’yi El Bab’da sağa sola dönemez, ileriye gidemez, sadece geriye dönebilir hale düşürdü ve 29 Mart 2017 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararıyla Fırat Kalkanı Harekatı’nın bittiğini açıklamak zorunda kaldı. Tam da yeni ABD Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’yi ziyaret edeceği 30 Mart 2017’den bir gün önce!
Esas vahim tabloyla asıl bundan sonra karşılaşabiliriz: AKP Hükümeti Türkiye’yi tamamen ABD’nin kucağına düşürebilir…
Zira Rusya’yla bozuşmaya başladık: Rusya’dan ithal ettiğimiz tarım ürünlerine %130 vergi koyduk. Ekonomi Bakanı, Rusya’yla normalleşmenin istenilen düzeyin çok çok altında olduğunu söylüyor. Rusya Tarım Bakanlığı tarım ürünlerimize koyduğu kotanın bir kısmını kaldırmadı. Turizm beklendiği gibi canlanmadı.
Dahası Moskova, suikasta uğrayan Ankara Büyükelçisi’nin yerine üç aydır yeni bir atama yapmadı!
Kısacası hem içeride hem de dışarıda oldukça sert bir viraja giriyoruz. Bu sert virajı arabayı devirmeden alabilmemizin ilk yolu, öncelikle 16 Nisan’da Erdoğan’ın başkanlık hayallerine hayır diyebilmemizden geçmektedir!
Ardından, Erdoğan’ın milli saflara geldiği, vatan savunması yaptığı, ABD’yle savaştığı, Avrasyacı olduğu, NATO’dan çıkıp ŞİÖ’ye gireceği yanılsamalarını bırakarak ve onunla bir “milli seferberlik hükümeti” kurulabileceği hayalinden sıyrılarak, devrimci muhalefet yapabilmeye odaklanmalıyız!
Çok çok geç olmadan…
Mehmet Ali Güller

30 Mart 2017

İstihbarat Araştırmacısı Erich Schmidt-Eenboom:"MİT'in hedefi korku iklimi yaratmak"

Gizli servis uzmanı Erich Schmidt-Eenboom


Deutsche Welle: Milli İstihbarat Teşkilatı'nın (MİT) Almanya'da casusluk faaliyetleriyle ilgili iddialara bir yenisi eklendi. Son olarak 300 kişi ile 200 okul ve derneğin gözlemlendiği kamuoyuna yansıdı. Bu yeni bir olgu mu?

Erich Schmidt-Eenboom: Almanya'daki muhalif Türklerin Türk istihbaratı tarafından izlenmesinin köklü bir geleneği var. İlk hedef PKK idi. 2013 yılından itibaren İstanbul'daki Gezi Parkı gösterilerini destekleyenlerin, 2016 Temmuz ayındaki darbe girişimi sonrasında da tüm Gülen yanlılarının yakın takibe alındığına tanık olduk. Artık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a karşı her tür muhalefet Türk istihbaratı tarafından yoğun bir şekilde izlenir hale geldi. Almanya'da 400 kadrolu MİT çalışanı, oldukça büyük bir sayı. Ama daha da tehlikelisi işe alma uygulamalarında giderek daha agresifleşilmesi.

Deutsche Welle: Türk hükümeti adına casusluk faaliyetleri nasıl işliyor?

Schmidt-Eenboom: Ajanları var. Geleneksel olarak Türk seyahat acentelerinde oturuyorlar, seyahat hareketlerini takip ediyorlar. Ya da bankalarda çalışıp Almanya'dan Türkiye'ye para transferini izliyorlar. Özellikle de cami derneklerinde faaller ve son dönemde okullar üzerinden de yurt dışındaki Türkleri geniş yelpazede MİT'in hizmetine alma çabalarına tanık oluyoruz. Ebeveynlerden bile diğer ebeveynler hakkında bilgi toplamaları isteniyor. Bu, giderek daha belirgin ve agresif hal alan toplu bir casusluk sistemi. Artık sadece muhalefetin izlenmesi değil, giderek artan boyutta bir baskı mekanizması söz konusu.

Deutsche Welle: Listeler MİT Müsteşarı tarafından Alman dış istihbarat servisi BND'nin Başkanı'na iletilerek Almanya'nın desteği isteniyor. Alman hükümeti, iç istihbarat servisi, Federal Emniyet Teşkilatı ve eyaletlerdeki emniyet teşkilatlarına liste ulaşıyor. Listedeki isimlerle bağlantıya geçip onları Türkiye'ye seyahat etme ve diplomatik temsilciliklere gitme konusunda uyarıyor. Bu MİT'in istediğinin tam tersi değil mi?


Schmidt-Eenboom: Hayır. MİT'in hedefi korku iklimi yaratmak. Ve bu girişimle tam da bu hedefine ulaşmış oluyor. Sonuçta Türk istihbaratı BND'nin bu 300 sözde şüphelinin isminin bulunduğu listeyi teyit edeceğini zaten düşünmemiştir. Şimdi insanlar memleketlerine, Türkiye'ye tatile gitmekten korkar hale geldi. Açıkça Gülen hareketini savunan insanlarla yakın temastan korkuyorlar. BND Başkanı, ellerindeki verilere göre Türkiye'deki darbe girişiminin arkasında Gülen hareketinin bulunduğu iddiasının uydurma olduğunu açıklıkla ifade etti. Bir adım daha ileri gidip tüm yaşananların sadece sözde bir darbe olduğunu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın agresifleşmesine meşruiyet sağlamak için kurgulandığını söyleyen Batılı istihbarat teşkilatları da var.

Deutsche Welle: MİT'in 800'ü AB ülkelerinde olmak üzere 8 bin çalışanı olduğunu belirttiniz. MİT'in Batılı istihbarat teşkilatlarıyla işbirliği nasıl?

Schmidt-Eenboom: BND'nin MİT ile 1950'lerin sonlarından bu yana çok yoğun bir işbirliği var. Karadeniz'de dönemin Sovyetler Birliği'ne yöneltilen ortak elektronik keşif çalışmaları gibi. İlişkiler o kadar yakındı ki, Kıbrıs'ın Türk kesiminin işgali sonrasında Amerikan CIA, MİT ile ilişkileri kısmen keserken BND bunu yapmadı. Hatta ve hatta BND 1981'de muhalefeti izlemesi için Türk istihbaratına en modern teknolojileri sağladı.

Deutsche Welle: Peki sonra ne oldu da ilişkiler bozuldu?

Schmidt-Eenboom: Türk istihbarat birimleri 2014 yazına kadar IŞİD'e yoğun destek verdi. Alman Federal Meclisi'nin bilimsel araştırma biriminin yaptırdığı bir araştırmada, Türkiye'nin kelimesi kelimesine bir 'cihatçı otobanı' oluşmasına olanak verdiği belirtiliyor. Türkiye'nin hedefi, IŞİD'in Şam'daki sistemi devirecek kadar güçlendirilmesiydi. Ancak Batı'nın yoğun baskısı sonucu bu destek sona erdirildi. Bunun sonucunda da IŞİD Türkiye'deki saldırılarla Türk hükümetini hedef almaya başladı. İstihbarat birimleri arasındaki ilk kırılmalar bu aşamada yaşandı. Alman ve Fransız istihbarat birimleri Türklerden seyahat kontrolleri istedi. Almanya'da doğup radikalleşen tehlikeli biri tek yön biletle Türkiye'ye gittiğinde Türklerin bu kişiyi izlemesi rica edildi. MİT'in IŞİD'i desteklediği aşamada bu tür ricalara yanıt verilmiyordu.

Üzerine Paris'te üç Kürt'ün öldürüldüğü saldırı geldi. Saldırgan hapiste öldü ve kamuoyu önünde kanıtların ortaya konduğu bir dava süreci hiç yaşanamadı. Bir arkadaşım Fransız savcılığının iddianamesini görmüş. İddianamede fail olarak MİT açıkça görülüyor. Avrupalı istihbarat teşkilatları, artık Avrupa topraklarında da cinayetler işlenmesine izin veremezdi. Ardından MİT'in Hamburg ve Bremen'de Kürt gazetecileri dahil ederek yaptığı casusluk girişimi geldi. O zamandan bu yana Alman ve Türk istihbarat teşkilatları arasındaki ilişkiler son derece soğumuş durumda. Bunun bir nedeni de Erdoğan'ın MİT Müsteşarı'nın Rus istihbaratıyla yakın ilişkilere sahip olması. Bu, Türkiye'nin istihbarat alanında NATO devletleriyle Moskova arasında bir salıncak politikası izlediği anlamına geliyor.

İstihbarat araştırmacısı Erich Schmidt-Eenboom, Barış Politikaları Araştırma Enstitüsü Başkanı'dır. Türk istihbaratıyla ilgili çalışmalar da yapmaktadır.

Deutsche Welle 
Sabrina Pabst
28.03.2017