Lenin, Hilferding ve Hobson[1] gibi klasik iktisatçılardan farklı olarak, emperyalizm kuramına devrim teorisiyle katkı sunmuştu. Lenin, kapitalizmin özel bir aşaması olan emperyalizmi beş maddede özetlenecek şekilde şöyle tanımlamıştı:
1- Ekonomik tekeller, üretim ve sermayenin yüksek bir gelişim düzeyine ulaşan yoğunlaşmasının ürünüdür.
2- Mali oligarşi, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin, mali sermaye temeline dayanan birleşmesinin ürünüdür.
3- Klasik kapitalizmin tek tek girişimcilerin serbest rekabet ilkesine dayanan yapısı, sermaye ihracatıyla yer değiştirmiştir.
4- Dünyayı paylaşan uluslararsı tekeller oluşmuştur.
5- Büyük kapitalist devletlerin dünyayı paylaşması tamamlanmıştır.[2]
Lenin, emperyalizmin kendine özgü bu beş maddesi neticesinde, emperyalizm öncesi sınıfsal çelişmelerin geliştiğini, dolayısıyla devrim teorisinin de değiştiğini tahlil etmiştir: artık Avrupa merkezli sosyalizm tahlili yeni duruma ışık tutmamaktadır. Devrim, çevreden filizlenecektir. Asya Devrimleri Çağına girilmiştir. Atatürk ve Mao gibi 20. yüzyılın büyük devrimcileri de benzer tahlili yapacaktır. İçinde yaşadığımız çağın bütün devrimleri ve her gün sıcaklığını hissettiğimiz bölgesel gelişmeler bu tahlile tartışmasız dayanakları oluşturuyor.
Dünya Lenin’in bıraktığı yerde durmadı. Emperyalizm kendisini yeniden üreterek, yeni bir karakter kazandı. Emperyalizm için “kapitalizmin son aşaması” denilmişti ancak bütün gelişmeler, son aşamanın başka bir aşamasının yaşandığını kanıtlamıştır. Bu aşama en özlü şekilde emperyalist-kapitalist sistemin mafyalaşması[3] ve terörizm olgularıyla tarif edilebilir. Amerika’nın teknoloji, finans, kitle iletişimi, medya ve kitle imha silahları alanlarında tekelleşmesi, ezilen ve gelişen dünyaya küresel karşı devrimin neoliberal programını dayatması, hegemonya savaşındaki ciddi dayanakları olarak çıktı karşımıza.
Emperyalist hegemonya yöntemi olarak terörizm
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerika’nın ekonomik olarak ayakta kalan tek ülke olması, doların dünya üzerindeki finansal hegemonyasının önünü açmıştı.[4] Bu ekonomik üstünlük, Brzezinski ve Wolfowits doktrinleriyle birlikte, özellikle Avrasya coğrafyasında askeri üstünlük de doğurdu. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerika, dünyanın birinci terörist devleti ve en büyük bölücü kuvvetidir.
Savaş sonrasıyla 2000’li yıllar arasıdaki dönem esas olarak, bugün krize giren ABD hegemonyasının üstün olduğu dönemdir. Ancak bu üstünlüğü koşulsuz bir üstünlük olarak ele almamak gerekir. Sovyet Rusya’nın ABD’nin emperyalist çıkarlarına karşı tampon rolü, emperyalist hegemonyayı inişli, çıkışlı (ekonomik, siyasi ve askeri olarak) bir olgu haline getirmiştir.
2000’li yıllar kritik bir öneme sahiptir. “Bush Doktrini” olarak kuramsallaştırılan “Yeni Haçlı Seferi”yle birlikte, ABD hegemonyasının en temel aracı askeri gücü olmuştur. “Bush Doktrini”, Amerika’nın “dünyanın tek lideri” olması stratejisini askeri güçle dayatıyordu. Ancak “Bush Doktrini”nin başarısızlıkları ve beraberinde gelen büyük ekonomik yük sonucunda, bu doktrin yerini “Obama Doktrini”ne bıraktı. “Obama Doktrini” “dünya liderliği stratejisini” sürdürüyordu, ancak Ortadoğu'da yürütülen savaşın kuvvetleri açısından, “Bush Doktrini”ni geliştiriyordu. Artık “tehdit bölgelerine” bizzat ABD silahlı gücüyle müdahale etmek stratejisi geçerli değildi. Yeni strateji, ülkeleri terörize ederek, piyon terör örgütleri yaratarak müdahale etmekti.
Avrasya’da terör meselesini kavramak için, Amerika’nın sürekli savaş çılgınlığını ve “Yeni Muhafakar Tehdit” sonucunda “dünyanın Amerikanlaştırılması” stratejisini anlamak gerekir. Çünkü bölgemizde terör meselesini Amerika’dan bağımsız düşünmenin olanağı yok. Aksine, bugün terörle boğuşan ülkelerin, Amerika burnunu sokmadan önce barış içinde yaşadığı biliniyor. Amerika’nın bölgemize dair politikalarıyla terör eylemleri arasında bütünlüklü bir ilişki söz konusu. Amerika’nın yağmaladığı veya tehdit ettiği ülkelerde, terör örgütlerinin “özgürlük savaşçısı” olarak görülmesi bu bütünlüklü ilişkinin ürünüdür.
Bu bütünlüklü ilişki iki yönlüdür. Amerika’nın, kendi çıkarlarına tehdit oluşturan ülkelerin yönetimlerini “dost” terör örgütleri aracılığıyla tasfiye etmesi ilişkinin birinci yönünü oluşturuyor. Mısır, Cezayir, Ukrayna gibi ülkelerde yapılan budur. İlişkinin ikinci yönününde ise kendi ürettikleri terör örgütleri veya ABD “Propaganda Bakanlığı”na dönüşen medya üzerinden nükleer tehdit yalanları aracılığıyla uluslararası korku iklimi yaratmak ve emperyalist saldırının gerekçesini oluşturmak yatıyor. Irak ve Suriye bunun en canlı örneğidir.
ABD kaybediyor!
ABD emperyalizmi 1990'lardan sonra bölgemizde ciddi adımlar attı. Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, Irak işgali, Yugoslavya'nın bölünmesi, Büyük Ortadoğu Projesi'nin uygulamaya sokulması ve bunun sonucunda yaşanan gelişmeler...
Bugün ise gelinen noktada, ABD emperyalizmi askeri ve ekonomik düzlemde ve yarattığı siyasal-kültürel hegemonya açısından gerilemektedir. Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da, Gürcistan’da, Irak’ta, Suriye’de ve Türkiye’de kendi ordularıyla veya dünya ölçeğinde en gerici, en ırkçı piyonlarını devreye sokarak giriştiği savaşta "başarı" elde edememiştir. Bölgemizde emperyalizme karşı yürütülen istikrarlı ve disiplinli “Vatan Savaşı”, Amerika'nın bölgemizi biçimlendirme olanaklarını ortadan kaldırmıştır.
Amerika’nın terörist örgütleri desteklemeye yönelik gizli operasyonlarının, askeri müdahalelerinin, ekonomik dayatmalarla istikrarsızlık yaratma girişimlerinin, rejimleri değiştirme yöntemlerinin gün geçtikçe geçersizleştiğini söylemek, zannediyorum erken olmayacaktır.
Dünya genelinde, özellikle de Avrasya coğrafyasında yaşanan bütün alametler, ABD’nin hegemonya savaşını kaybettiğine işaret ediyor. Neoliberalizm programı çökmektedir. Zaten uzun süredir ciddi bir krizin içerisindeydi. Amerika, ezilen ve gelişen dünyaya ulusal devletlerini tasfiye eden uygulamalar dayatırken, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda, ulusal yapılarını sağlamlaştıran önlemler aldı. 2008 krizi Amerika’nın aldığı ulusal önlemler noktasında bize önemli ipuçları sunuyor. Amerika bu süreçte ulusal devlet eliyle ekonomiye müdahale etmiş, bankalara trilyonlarca para aktarmış, gümrük duvarlarını korumaya almış ve kamulaştırma politikası izlemiştir.[5] Oysa Amerika, küresel karşı devrimin neoliberal programıyla dünyaya bu uygulamaların tam zıddını dayatmıştı. Amerika, 20 trilyonun üzerinde borç batağında çırpınırken, dünyanın üretim merkezi Asya’ya kaymıştır.
Amerika’ya güven bütün dünyada sarsılmıştır. Sarsılmanın ötesinde, başta kendi halkı olmak üzere, Amerika, insanlığın geleceği için en büyük tehdit olarak algılanmaktadır.[6] ABD merkezli medya tekelinin istihbarat operasyonları tarafından denetim altına alındığı sağır sultan tarafından bilinmektedir.
Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, Avrupa’nın köklü devletlerinin Atlantik Cephesinden uzaklaşarak, Avrasya’ya yaklaşmakta olduğu artık görünmektedir. Yakın tarihte gerçekleşen Fransa Büyükelçiler Toplantısı’nda, François Hollande’nin yaptığı konuşma, Atlantik’e tavır, Avrasya’ya sempati olarak okunmuştur.[7] Ayrıca, Alman Enerji Bakanı ve Sosyal Demokrat Parti başkanı Gabriel'in, geçtiğimiz günlerde Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması (TTIP) görüşmeleriyle ilgili “Amerika’nın önerilerine teslim olmamalıyız” açıklaması; Almanya'da birçok merkezde TTIP karşıtı eylemlerin yapılması bu tezimizi kuvvetlendirmektedir.[8]
G 20 Zirvesi’nde, Çin devletinin ABD liderine karşı sergilediği tavır, artık Çin’in, ABD tehdidine karşı savunma konumunda olmayacağı şeklinde anlaşılabilir. Ayrıca Çin’in, kapsayıcılığını arttırmak amacıyla Zirve’ye Mısır, Laos, Tayland, Senegal, Çad ve Kazakistan’ı davet etmesi, Xi Jinping’in Zirve’de yaptığı konuşmalarda, kapsayıcılığa özel vurgu yapması, G 20 içerisinde ABD üstünlüğüne karşı bir güç yaratma girişimi olarak okunabilir.
Rusya’nın, 120 bin askerle gerçekleştirdiği Kafkasya tatbikatı ve Çin’le birlikte, Güney ve Doğu Çin denizlerinde gerçekleşen 8 günlük askeri tatbikatı Amerika’ya bir meydan okumadır.[9] Türkiye ise Amerika’ya karşı koridor savaşında kontrolü ele almıştır. Bu gerçeği ABD basını da saptamaktadır.
Emperyalist hegemonyanın rakip kutuplarının istikrarlı gelişimleri ve Amerika’ya karşı savunmadan çıkmaları ve başarılar kazanmaları, bir hegemonya yöntemi olan teröre karşı kalıcı çözüm üretilmesinin kapısını aralamaktadır.
Asya Çağında yaşıyoruz. Asya ülkelerinin birliği bütün haşmetiyle ortaya çıkmıştır ve insanlığın geleceğini güvence altına alacak, başta terör olmak üzere, Amerika’dan kaynaklanan bütün bölgesel sorunların üstesinden gelecek, çağımızın en büyük devrimci atağı olarak belirmektedir.
[1]Bkz, Rudolf Hilferding, Finans Kapital, çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul: 1995; Bilim ve Ütoya, Lenin ve Emperyalizm, sayı: 235, yıl: 20, Ocak: 2014.
[2]Lenin, Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara: Kasım 1992
[3]Doğu Perinçek, Mafyokrasi - Emperyalist-Kapitalist Sistemin Mafyalaşması ve Türkiye, Kaynak Yayınları, İstanbul: temmuz 2004
[4]Paul Craıg Roberts, Yeni Muhafazakar Tehdit – Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya Washıngton’ın Üstünlük Savaşı, çev. Zeynep Anlı, Say Yayınları, İstanbul: 2016
[5]Alev Coşkun, Liberal Ekonominin Çöküşü-Küresel Kriz-Ulusal Ekonominin Yükselişi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul: Eylül 2011.
[6]Paul Craıg Roberts, Yeni Muhafazakar Tehdit – Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya Washıngton’ın Üstünlük Savaşı, çev. Zeynep Anlı, Say Yayınları, İstanbul: 2016
[7]http://aydinlik.com.tr/fransadan-atlantike-tavir-avrasyaya-sempati = erişim tarihi: 17.09.216
[8]http://aa.com.tr/tr/dunya/turkiyeye-destek-icin-daha-hizli-gidilmesi-gerekiyordu/636966 = erişim tarihi: 22.09.2016
[9] Aydınlık, Ortak Düşmana Caydırıcı Mesaj, 22 Eylül 2016, s. 14.
(Teori, sayı: 321, Ekim 2016)
Cemil Gözel