Savaşlar iman gücü ve azimle değil, strateji ve diplomasiyle kazanılır. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı’nı kazanan komutanların üstünlüğü, dönemin askerlik bilimine hâkim olmaları (çoğu Avrupa’daki askerî tatbikatları izlemişti), savaş teorilerini bilmeleri (çoğu Moltke’yi, Clausewitz’i okumuştu), zamanın iletişim imkânlarını (telgraf, gazete) doğru kullanmaları ve uluslararası dengeleri savaş koşullarında analiz etme yeteneğine sahip olmalarıydı.
Savaşları kazanmanın bir diğer şartı, halk kitlelerinin savaşın kaçınılmaz olduğunu anlaması; başka deyişle, iktidarın siyasi hedeflerini herkesin anlayabileceği şekilde açıklamış olmasıdır.
Bu üç etkenin; strateji, diplomasi ve açıklığın içinde yaşamakta olduğumuz şu çatışma ortamında eksik olduğunu görüyoruz.
Hükümet gerçekten ABD-İsrail Koridoru’nu kesmeyi mi amaçlıyor, yoksa emperyal güçleri PKK’nin geriletilmesi şartıyla Barzani bölgesini de kapsayacak federatif bir Sünni Kürdistan’a ikna etmeye mi çalışıyor?
Barzani’nin son ziyareti ve “bayrak krizi” hükümetin “çözüm süreci”nin son evresi olarak tasarladığı ikinci seçeneği gündemde tuttuğunu gösterdi.
Doğu Perinçek, AKP’nin kendi kadrolarını FETÖ’den ayıramadığını, bu durumun PKK’ye karşı mücadeleyi ve Fırat Kalkanı Harekâtı’nı olumsuz etkilediğini açıkladı.
Diplomasiye gelince... Diplomatik geleneklerin terk edildiğini, Dışişleri Bakanlığı’nın dil bilmez imam memurlarla doldurulduğunu biliyoruz; diplomasinin Saray danışmanları tarafından AKP’nin iktidarda kalabilmesi için sürdürülen bir pazarlık ve şantaj aracına indirgendiğini görüyoruz. Deneysel savaş (önce girelim, sonra bakarız) olmaz. Güçlü diplomasiyle desteklenmeyen hiçbir askerî harekâtın başarı şansı yoktur.
ABD ve Rusya’yı bazen biriyle bazen diğeriyle oynanacak iki kart olarak gören siyasî iktidar, Suudi Arabistan ve Katar dışında başta İran ve Suriye olmak üzere bölgesel ülkelerle arasını bozmaya devam ederken, PKK/PYD’nin hem ABD’nin hem de Rusya’nın desteğini kazanmak üzere olduğunu görmezden geliyor.
Gerçek durumu cephedeki kurmaydan daha iyi değerlendirebilecek kimse yoktur. Matematik öğretmeninden komutan olmaz. Askerî ve diplomatik birikimin, kendi kurumsal geleneklerine sahip çıkarak sesini yükseltmesi gerekir.
15 Temmuz’dan sonra siyasi hayat muhallebi kıvamına geldi ve Melih Gökçek’in tavsiye ettiği pompalı tüfekler dışında katı olan her şey hızla buharlaşmaya başladı. Türk Ordusu’nda türban serbestisi buharlaşmanın boyutlarını gösteren bir örnektir. Başbakan Yardımcısı’nın şu sözleri siyasi iktidarın niyetini ortaya koymaktadır: “Allah’a hamdolsun on sene sonra başörtülü bir komutana selam duracaktır bizim askerimiz. Hem de şerefle, gururla, onurla” (Aydınlık, 02.03.17). Öyle mi, hakikaten?
Siyasî iktidarın kafası hâlâ “Kutlu Yürüyüş”le meşgul. Savaşla deney yapıyor, diplomasiyle kumar oynuyor, referandumla ülkeyi bölüyor. En genelde ve topluca baktığımızda, bugünün dünya koşullarında Türkiye’de Sünni bir siyasi iktidarın Osmanlı benzeri bir eyalet sistemi oluşturma ve ülke nüfusunun en az yarısı üzerinde tam bir ideolojik hegemonya kurma şansı kalmamıştır. Referandum’dan nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın AKP’nin dağılma ve çöküş süreci başlamıştır. Tarihimizin en tehlikeli dönemecindeyiz. Siyasi iktidarın, içinde bulunduğu çıkmazı görerek “rövanşist” hamlelerden ve kendi suretinde bir toplum yaratma hevesinden vazgeçeceğini, geleneksel askerî ve diplomatik birikimi değerlendireceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/07.03.2017