“Yalan dörtnala gider,
gerçek adım adım ilerler. Fakat gene de vaktinde yetişir.” Japon Atasözü
İki binli yıllarda yaşamak zorunda bırakıldığımız
önemli siyasal gelişmelere göz atınca; 16 Nisan’da referanduma sunulan Anayasa
değişikliğiyle, ABD emperyalizminin ülkemiz üzerindeki hegemonyasının
işbirlikçileri eliyle daha da güçlendirilmesinin amaçlandığını görürüz.
Emperyalist siyasanın belirleyiciliği altında
Türkiye’de son yıllarda yürütülen gerici faaliyetlerin üstü, ne çeşitli güç
odakları ve devletlerle yaratılan suni çekişmelerle, ne yönetimsel kriz
dalgalarıyla, ne de muhaliflere ve halka yönelik baskılarla örtülemez.
Son on yıllarda
emperyalizm ve içerdeki ortaklarının yaptıkları Türkiye’yi teslim almayı
amaçlayan planlar doğrultusunda gerçekleştirilen belli başlı stratejik
hamleleri özetlemeden önce altı çizilmesi gereken gerçek; 16 Nisan referandumuna gidiş
sürecinin aslında çok önceden planlamış olmasıdır. Eski CIA’cı Paul Henze’nin Beyaz Saray için 2006’da hazırladığı Türkiye raporu bunun somut kanıtıdır.
I-“AKP bir proje partisi” olarak kurdurulmuştur
1990’lı yılların sonlarında AKP’nin başta ABD olmak
üzere İngiltere ve İsrail tarafından bir proje partisi olarak kurdurulduğunu
İslamcı kesimin kanaat önderleri itiraf ederek bu konunun açıklık kazanmasını
sağladılar. Hakkında FETÖ’yle ilgili soruşturma açıldıktan sonra ölen Merkez
Partisi Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, Abdurrahman Dilipak’ın Ali Bulaç ve başka
gazetecilerin, siyasetçilerin de bulunduğu bir ortamda “AKP’nin bir proje partisi” olarak kurdurulduğunu açıkladığını
belirtir. (Odatv, 16.12.2014)
Bu açıklamaya göre, söz konusu dönemde Türkiye’de
dinci kesimin yükselmeye başladığı tespitini yapan emperyalist güçler, Erbakan’ı planlarına ikna edemeyince AKP’nin kurulmasına
öncülük edenlerle hangi koşullarla anlaştıklarını Dilipak’ın söylediklerine
dayanarak Karslı şöyle anlatır:
“Erbakan hocaya teklif
etmişler. Hatta bunu da söyledi (söyleyen Dilipak bn). ‘O kabul etmedi’ dedi. Yani nasıl bir
anlaşma? Anlaşma şu:
1.
Biz sizi iktidara
taşıyalım.
2.
Sizi iktidarda sorun
çıkaracakları opere edelim.
3.
Size gerekli finansal
destekleri getirelim.
Abdurrahim Karslı, ABD, İngiltere ve
İsrail’in isteklerini ise yine Abdurrahman Dilipak’ın şöyle anlattığını
iddia etti:
1.
İsrail’in güvenliğini
arttıracaksınız önündeki engelleri kaldıracaksınız.
2.
Büyük Ortadoğu projesi
yani sınırların değişmesi.
3.
İslam’ın yeniden
yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”
İslamianaliz.com’da da “Ali Bulaç: Evet o
toplantıda vardım; Abdurrahman Dilipak, Ak Parti’nin proje olduğunu söyledi” başlığıyla yer alan yazıda da
yukarıdaki ifadeler doğrulanmaktadır.
Bu açıklamalardan ayrı olarak, ABD’nin Ortadoğu
politikalarının belirlenmesinde etkili olan bazı kişilerin AKP’nin önde gelen
simalarıyla ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. Örneğin Abdullah Gül’ün Refah-Yol koalisyon hükümetinde Devlet Bakanlığı
yaparken 26 Şubat 1997 tarihinde ABD
dış politikasının belirlenmesinde ve çeşitli ülkelerde yürüttükleri gizli
operasyonlarda çok önemli bir yeri olan CFR’nin
toplantısına gittiği ve burada her CFR
üyesine açık olmayan toplantılara katıldığı ileri sürülmüştü. 1990’larda Tayyip
Erdoğan’ın belediye
başkanlığı döneminde kurulan ilişkiler, sonra Cüneyd
Zapsu vasıtasıyla Amerika’da Paul Wolfowitz ve Richard Perle’yle sürdürülen
temaslar AKP’nin kaderinin çizilmesinde önemli bir yer tutar. Ocak 2002’de Recep Tayyip Erdoğan’ın Washington’a gittiği, burada Yahudi sermayesinin
etkin olduğu CSIS adlı düşünce kuruluşunda bir konuşma yaptığı ve daha sonra
Türkiye uzmanı eski CIA’cı Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Henry Barkey gibi isimlerle bir
araya geldiği iddiaları yaygındır.
Görüldüğü gibi AKP’nin yöneticileri ABD
emperyalizminin en önde gelen temsilcileriyle ve emperyalist sermaye kuruluşlarıyla
hep ilişki içindeydiler.
Zaten 2000’li yıllarda Türkiye ve Ortadoğu’da meydana
gelen siyasal gelişmeleri inceleyince; ABD ve ortaklarının bu bölgede amaçları
doğrultusunda önemli mesafeler almalarında AKP iktidarının oynadığı etkili rol
her şeyi açıklıyor. Bu durumda yukarıdaki türden açıklamaların ve kurulan
ilişkilerin ortaya çıkarılması ikinci dereceden işler olmakta. Çünkü sahada
olup-bitenler, görmek isteyene çok şey ifade etmekte.
Tunus, Libya, Mısır, Suriye, Irak gibi Arap devletlerinin bu dönemde BOP’un uygulanmaya
başlanmasıyla perişan edilmeleri ve bu olaylarda AKP iktidarının ABD planları
doğrultusunda oynadığı rol göz önüne alınınca her şey ortaya çıkıyor. Aynı
yıllarda İsrail tarihinin en güvenli
dönemini yaşarken, Filistinliler ise
hiç olmadıkları kadar etkisiz ve iddiasız bir sürece sokuldular. Diğer yandan emperyalist devletlerle işbirliği yapan Kürt örgütlerinin
(Barzani, PKK-PYD gibi) çok önemli kazanımlar elde ettikleri görüldü ve
bölgedeki bütün bu gelişmelerde AKP, İslamcı kesimin içinden gelen bir kuruluş
olarak ABD’nin yolunu açtı.
II-Ekonomik krizden çıkarılan siyasi bunalımla AKP iktidara getirildi
Türkiye’de
patlayan 2001 mali krizi, Kemal Derviş’in yönlendiriciliği altında emperyalist sermayenin
istediği şekilde çözümlenirken, Başbakan
Yardımcısı Bahçeli 7 Temmuz 2002’de birden bire, 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçime
gidilmesi gerektiğini açıklayarak Ecevit’in Başbakanlığını yaptığı 57. Hükümetin yıkılması için
belirleyici adımı attı.
Böylece 2001 ekonomik krizinden siyasi bunalım
çıkartılarak ülkemizdeki siyasal gelişmeler, emperyalistlerin kurdurduğu
AKP’nin iktidara taşınmasına göre düzenlenmeye başlandı.
Bahçeli’nin “erken seçime gidilsin” açıklamasından
bir gün sonra ise Ecevit’in sağ kolu Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan ve
Dışişleri Bakanı İsmail Cem partilerinden istifa
ettiler. DSP eski Genel Başkanı Masum Türker’in açıklamasına göre,
Kemal
Derviş de
bu sıralarda “hükümet erken seçimi
engelliyor, oysa ülke buna hazır” diyerek planı desteklediğini ortaya
koydu.
IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist
sermayenin önemli kurumlarının talepleri doğrultusunda Güçlü Ekonomi
Programı’nı hazırlayan Kemal Derviş, 2002 Ağustos ayında
hükümetteki görevinden istifa ederek İsmail
Cem ve Hüsamettin Özkan ile
birlikte Yeni Türkiye Partisi’nin
kuruluş çalışmalarına katıldı. Ancak Derviş,
sosyal demokratlarda yeni bir bölünme yaratan YTP’nin belli düzeyde de olsa, etkili bir parti olabileceği
ihtimali ortaya çıkmaya başladığı sırada bu çalışmadan koparak CHP’ye gitti.
Kasım 2002’de
yapılan genel seçimde DYP, MHP, GP, DEHAP, ANAP ve YTP yüzde on seçim barajının altında kalırken, BOP’un Ortadoğu’da uygulamaya sokulmasını sağlamak gibi emperyalist
politikaların desteklenmesi için kurdurulan AKP %34’lük oyla parlamentonun %65’ini elde ederek tek
başına iktidar oldu.
Bahçeli ve Derviş’in hamleleri AKP’nin
tek başına iktidara taşınmasına hizmet ederken, toplamda oyların çoğunluğunu (yüzde 47’sini) alan partilerin hepsi de
Meclisin dışında kaldı.
III-Tezkere olayı, ABD’nin Türkiye’de yürütmeye başladığı uluslaşma
sürecini tasfiye hareketi ve rejim değişikliği yapma girişiminin bir dönüm
noktası oldu
ABD’nin Ortadoğu siyasasının hayata geçirilmesi
maksadıyla iktidara taşınan AKP iktidarına rağmen, Irak’ı işgal edecek Amerikan askerlerinin
topraklarımızı kullanmasını öngören hükümet tezkeresinin 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedilmesi; ABD’nin Türkiye’ye yeni
yaklaşımında bir dönüm noktası oldu. ABD, tezkerenin kabul edilmemesiyle ilgili
yaşadığı hayal kırıklığını yaratan sorumluların başına Orduyu, TBMM’yi ve muhalefeti koydu.
Bu gelişmeleri daha
iyi anlamak için on yıl kadar geriye gidelim.
1980’lerdeki İran-Irak Savaşında Irak’ı destekleyen ABD’nin “güvence vermesi”ne inanan
Saddam’ın 1991’de Kuveyt’i işgalinden sonra ABD ve müttefiklerinin
müdahalesiyle başlatılan I. Körfez
Savaşı sırasında Türkiye Irak karşıtı cephede yer aldı.
Kuveyt’in Saddam
tarafından işgaline karşı çıkan Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin kararına
uyarak Irak’a konan ambargoya katıldı. Aynı kararla Türkiye, Irak ile olan
bütün ticari ilişkilerini de kesmek durumunda kaldı.
Daha sonra, NATO Çevik Kuvveti Türkiye’ye çağrıldı ve
Türkiye’nin Irak sınırına askeri yığınak yapılmaya başlandı.
İlk Körfez Krizi’nde
Türk dış politikasının belirlenmesinde Cumhurbaşkanlığı, Hükümet, Dışişleri
Bakanlığı ve Genelkurmay arasında önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Özal, Körfez krizini fırsata çevirmek, Soğuk Savaşın sona
ermesinden sonra da Türkiye’nin stratejik öneminin azalmadığını göstermek
istiyordu. Körfez krizinde açıkça ABD ile birlikte yürümek isteyen Özal,
temkinli bir siyasetten yana olan Başbakan Yıldırım Akbulut, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Genelkurmay
Başkanı Necip Torumtay ile
karşı karşıya geldi. Özal’ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer 11 Ekim 1990’da, Milli Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay
Başkanı Necip Torumtay ise 3 Aralık
1990’da görevlerinden istifa
ettiler. Ayrıca Özal’ın uygulamak istediği
Amerikancı aktif siyaset muhalefet tarafından da sert biçimde eleştirildi.
Birinci Körfez krizi nedeniyle 8 Ağustos 1990’da konulan ambargo
kararına uyan Türkiye Kerkük-Yumurtalık boru hattını kapattı. Özal’ın Musul ve
Kerkük’le ilgili hayalleri, bölgedeki diğer Arap ülkeleriyle geliştirilecek
ekonomik ve ticari ilişkiler evdeki hesaba uymadı. Aksine, savaştan sonra Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının
kapatılmasından dolayı Türkiye’nin uğradığı zararın tazmin edilmesi için
körfez ülkeleri tarafından verilen 3
milyar dolarlık yardımın ödenmesinde bile isteksiz davranıldı. Körfez
ülkelerinden ve ABD’den alınan yardımlar-tazminatlar, Türkiye’nin, Körfez
Savaşı’ndan sonra da yaklaşık 12 yıl yürürlükte kalan BM ambargosuna uyması
nedeniyle uğradığı zararının karşılanmasında çok yetersiz kaldı.
Dünya Bankası’na göre,
krizle birlikte zarara uğrayan ülkeler arasında Türkiye 1990 ‘da 2 milyar 100
milyon dolarla ilk sırada yer almıştır. Körfez krizinde Türkiye’nin uğradığı
zararları karşılamak için ABD, AB, Japonya ve Suudi Arabistan birçok vaatte
bulundular, ancak bu vaatler genellikle karşılanmadı ve ülkemiz bu kriz nedeniyle toplamda yüz milyar dolar civarında kayba
uğratıldı.
Ayrıca savaştan sonra ayaklanan Kürtlerin Saddam kuvvetlerinin saldırısına uğraması sonucunda, 1,5 milyon Kürt Türkiye sınırından
geçti. Türkiye duruma kayıtsız kalmayıp Kürtlerin sığındıkları dağlardan
indirilip, Irak tarafındaki düzlüklere yerleştirilmesi için burada bir tampon
bölge oluşturulması fikrini ABD’ye iletti. Bundan sonra Irak’ın kuzeyinde
Kürtler için oluşturulan Güvenlik
Bölgesi’nin korunması maksatlı görünen kuvvet aralarında
Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askerinin bulunduğu güçler tarafından
oluşturuldu. Çekiç Güç adı
verilen bu kuvvetin Türkiye sınırları içinde de konuşlanmasına izin verildi (Temmuz 1991). 2003’teki Irak Savaşı’na
kadar bölgede görev yapan Çekiç Güç’ün
Barzani bölgesel devletinin kurulmasının yanı
sıra PKK’nın güçlendirilmesinde de
önemli bir rol oynadığı anlaşıldı.
Özal’ın birinci Körfez
krizi döneminde izlemeye çalıştığı “Bir
koyup üç alma” siyasetinin Türkiye’nin başına ekonomik, siyasi ve askeri
yönlerden çok ciddi sorunlar açtığı ve daha sonraki yıllarda Kürt meselesiyle
ilgili ortaya çıkan olumsuz gelişmelere yataklık ettiği anlaşıldı.
ABD’nin Ortadoğu ülkelerini petrol, doğal gaz ve
stratejik önemleri nedeniyle BOP
doğrultusunda yeniden yapılandırmaya karar vermesinde ilk Körfez savaşının
yarattığı etkiler önemlidir. Bu savaş Türk bürokrasisinin ve siyasetçilerinin
bir kısmı da etkilemişti. Bunlar İkinci
Körfez savaşına daha dikkatli yaklaşıyorlardı.
Afganistan’ın işgali ile
başlayan bu süreç, 2003 yılının Mart
ayında ABD’nin Irak’ı işgali ile sürdürüldü. 2003 yılında gerçekleştirilen bu işgal takdim edildiği
gibi Saddam Hüseyin’in yönetimden uzaklaştırılması olayı değildir. Bu işgal,
ABD’nin yeni dünya düzeni siyasasının bir parçası olarak Ortadoğu bölgesine ve
devletlerine yeniden şekil verme girişiminin büyük adımıdır.
İkinci Körfez kriziyle birlikte ABD ile daha ciddi
sorunlar yaşamaya başladık. ABD ile askeri bürokrasi arasında çıkmaya başlayan
sorunları aşmak için ABD Savunma Bakan
Yardımcısı Wolfowitz, 16 Temmuz 2002’de Türkiye’ye geldi ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu Körfez’e müdahale
konusunda ikna etmeye çalıştı.
Türkiye’ye gelen ABD
Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Kara Kuvvetleri
Komutanıyken Kıbrıs’ta öldürtmeye çalıştıkları Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu ile
görüşebilmek için Başbakan Ecevit’in aracı olmasını Washington’un devreye girmesiyle
sağlayabildi. Ecevit’in yoğun ısrarı
üzerine görüşmeyi kabul eden Kıvrıkoğlu Wolfowitz’in buyurgan tavırlarına ve isteklerine karşı çıktı. Kıvrıkoğlu’nun “Kerkük’ü de içine alan bir Kürt Devleti kurulması söz konusu olursa, doğrudan
ve açıkça oraya, bölgeye gireceğimizi, müdahale edeceğimizi biliniz”
şeklinde konuşması üzerine Wolfowitz, “Ben, ABD Savunma Bakan Yardımcısıyım, benimle böyle
konuşamazsınız” der. Orgeneral Kıvrıkoğlu da “Ben de Türk ordusunun başıyım ve üstelik de
Türkmen asıllıyım” diye karşılık verir.
Wolfowitz öfkeli biçimde
ülkesine döner. Ağustos’ta Kıvrıkoğlu, Hilmi Özkök’e yerini bırakır.
DSP eski Genel Başkanı Masum Türker yaptığı
bir açıklamada AKP’nin kurucularından, Başbakan Yardımcılığı da yapan (çözüm süreci’nin
mimarlarından) Beşir Atalay’ın o günlerde ANAR’ın başında olduğunu kaydeder ve bu
dönemde ABD ile seyreden ilişkilerle ilgili şu dikkat çekici bilgileri verir:
“ANAR,
yapılan araştırmalarda AKP’nin yüzde 34 oy alacağını vurgulayarak kamuoyunu
hazırlamaya başladı. Bu arada Dick Cheney İstanbul’a gelip Ecevit ile bir görüşme yaptı ve ABD’nin Irak operasyonuna
Türkiye’nin destek vermesini istedi. Ancak Ecevit kabul etmedi. İşte o
günden sonra George W. Bush, Ecevit yerine Kemal Derviş’i muhatap almaya
başladı. Bunu da geçenlerde eski Bakan Zeki
Çakan bana teyit etti. ABD
tüm bu yaşananlara rağmen Ecevit’e son bir şans vermek
için Cheney’i tekrar Türkiye’ye yolladı. Ecevit yine ret cevabı verdi. Bu arada Cheney’nin gelmesinden kısa bir süre önce de AKP adına Abdullah Gül ve
Recep Tayyip Erdoğan ABD’ye gitmişti.”
Kasım ayında Bahçeli’nin emrivakisiyle
yapılan genel seçimlerden AKP’nin iktidar olarak çıkması sağlanır ve çok
geçmeden de 1 Mart Tezkeresi
Türkiye’nin gündemine getirilir.
Kıvrıkoğlu’nun yerine geçen eski
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök 1 Mart tezkeresinin Meclisten geçirilmesi için Amerikalıların
yaptığı baskıyı Ergenekon mahkemesinde verdiği ifadede; “ABD, Wolfowitz
aracılığı ile bana ‘Tezkerenin geçmesi için baskı yap’ dedi. Ancak ben dinlemedim” şeklinde açıklar.
ABD’nin çok istediği bu tezkere TBMM’nden geçirilemez.
Tezkerenin kabul edilmemesi nedeniyle Irak işgali,
ABD’ye ekonomik ve askeri bakımdan daha pahalıya patladı. Meclisteki oylama
nedeniyle politik olarak da yenilgiye uğrayan ABD, 1 Mart tezkeresini
engelleyen kuruluşları cezalandırmayı aklına koydu.
Tezkerenin Meclisten geçmemesinin sorumluluğunu Wolfowitz, Türk Ordusunun siyasiler üzerinde gereken
baskıyı yapmamasında buluyordu. Kini bitmeyen Wolfowitz aradığı fırsatı, 4
Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta bulunan Türk birliğini ABD askerleri ve
Peşmergelere bastırarak yakalattı. Bu baskında silahlarını kullanmayan 11 Türk askerinin başına çuval geçirildi. Bu ilk
cezalandırmaydı.
Sonra Ordunun komuta
kademesi başta olmak üzere Amerikan politikalarına bağlı olmayan generalleri ve
subayları tasfiye yoluna gittiler. Bu operasyonda (Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy
vd.) AKP iktidarının da desteğiyle doğrudan emir verdikleri Fethullahçı subay,
polis, savcı ve hakimleri kullandılar.
Ordunun devlet içindeki etkinliği zayıflatılırken,
TBMM’nin ve seçilmişlerin-siyasetin gücünü de kırmanın yollarını aramaya
başladılar. Başta Ana Muhalefet
Patisinin Genel Başkanı Deniz Baykal olmak üzere, MHP’nin de bazı yöneticilerini kaset
komplolarıyla saf dışı ettiler. Böylece siyasi ortamın istedikleri şekilde
yönlendirilmesinde ve siyasilerin hizaya sokulmasında büyük mesafe kat ettiler.
IV-BOP Eşbaşkanlığı Ortadoğu’nun biçimlendirilmesinde aktive edildi
Amerika’nın Ortadoğu ve ülkemizi yeniden şekillendirme
planına direnen ya da bu plana uyum sağlamayan odaklar birer birer etkisizleştirilirken
AKP önderliği AB cilası da kullanılarak zirveye doğru tırmandırıldı. Verilen
BOP Eşbaşkanlığı payesiyle de Sünni Müslüman dünyanın lideri yaratılmak
isteniyordu.
İki binli yıllarda
emperyalist politikalar gereği Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin sınırları,
devlet biçimleri etnik, dini ve mezhebi esaslara göre yeniden belirlenme
sürecine sokuldu. Tunus, Libya, Mısır, Suriye, Irak, Yemen ve başka ülkeler bu
projenin uygulama alanları oldular. Irak, Libya ve Suriye’nin iç savaşa,
parçalanma sürecine sokulmalarında “BOP Eşbaşkanlığı”nın oynadığı roller
unutulacak türden değildir. Bu ülkelerdeki gelişmeler -özellikle de Suriye’deki
iç savaş, Türkiye’yi ekonomik, siyasi, askeri ve toplumsal olarak çok olumsuz
biçimde etkiledi, kısacası ülkemizdeki iç sorunları alabildiğine derinleştirdi.
Emperyal siyasayla
bağlantılı olarak ABD’nin Türkiye’ye dayattığı açılım
süreci’ni AKP’nin “meşrulaştırmaya” çalışması,
uzunca bir dönem siyasetinin eksenini bu sürece göre tayin etmesi, Ortadoğu ve
ülkemiz üzerinde yüz yıllık hesapları olan büyük güçlerin planlarını bölgemizde
uygulamaya sokmalarını kolaylaştırdı. Bu politika bölgedeki ve ülkemizdeki
etnikçi eğilimleri-örgütleri güçlendirdi ve hatta emperyalizmin kara gücü
olarak da vazife yapmalarına imkân sağladı.
Bölgede yaratılan bu kargaşa ve savaştan kaynaklı
olarak ülkemizde yüzlerce insan, PKK ve IŞİD’çilerin yaptığı katliam ve
patlamalarda kaybedildi. Bu olaylardan ve açılım sürecinin sonucunda başlatılan
hendek savaşlarından şehirler, ülke ekonomisi ve sonuçta halkımız büyük
zararlar gördü. Ama emperyalizm, bütün bu çabalarına karşın halkımızı bölme
konusunda bu son Anayasa değişikliğiyle yapılan kadar başarılı olamadı.
Bu arada, TSK
Suriye’nin kuzeyinde giriştiği harekâtla Amerikan koridorunu kesmiş görünmekle
beraber, ABD ve Rusya gibi iki ezeli rakibi aynı konu etrafında –Türkiye’nin
Menbiç’e girmesinin engellenmesi konusunda- birleştirmeyi başaran Türkiye’nin
dış politika yapıcılarını tebrik etmek gerekir! “Bu kadar sorun yetmez”
deyip Avrupa ülkeleriyle suni kavgalar yaratılması ise ayrıca önemli bir diğer
dış politika başarısıdır! Özellikle ekonomik-ticari yönden bağımlı oldukları
ülkelerle kayıkçı kavgaları çıkararak içerde siyasi kazançlar elde etmeye
çalıştıkları kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Referandumda Evet oylarını
artırmak için yaratılan bu akıl dışı kavgaların Türkiye ticaretine, tarımına,
turizmine ve uluslararası saygınlığına verdiği zararların acısı asıl daha sonra
çıkacak…
V- Paul Henze’nin Türkiye Raporu ve Tek adam planı
ABD’nin Ortadoğu politikaları doğrultusunda, yeniden
düzenlemeye karar verdiği ülkemizin
nasıl bir rejime sahip olması gerektiği hakkındaki planının ipuçlarını,
2010’daki Anayasa değişiklinden önce, Paul
Henze’nin
hazırladığı raporunda bulabiliriz.
Bilindiği üzere ülkemizde kurulmak istenilen Tek adam rejiminin ilk adımı 2010
Anayasa değişikliğiyle atıldı. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi gibi demokratik
görünümlü bu adım 16 Nisan’da oylanacak Tek Adam rejimine gidişin hazırlığıydı.
Bahçeli’nin “Anayasayı fiili duruma uyduralım” mazeretinin altında bu
değişiklik vardır. Bu gelişmeler kendiliğinden ortaya çıkan şeyler değildir.
Bunların önceden ABD’de planlandığını ortaya koyan bir çalışmanın olduğunu
görüyoruz.
Paul Henze’nin 2006 yılında Beyaz Saraya sunduğu bir
raporda yer alan satırlar, 2010
Anayasa değişikliğinin ve 16 Nisan’da halk oylamasına sunulacak Tek adam rejiminin arka planını ortaya
koymaktadır.
1974-77 döneminde
CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi olan Henze daha sonra Başkan Carter döneminde Beyaz
Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Brzezinski’ye bağlı olarak
çalışırken de Türkiye’yi izlemeyi sürdürmekle kalmadı “örtülü operasyonları” planlama faaliyetleri içinde de yer aldı. 12
Eylül faşist darbesiyle “Bizim çocuklar
yaptı” sözünü söyleyecek kadar yakından ilgili olan Henze’nin 2006’da
hazırladığı Türkiye raporunda, geçmişte yaşanan “sorunlar”ı gelecekte
yaşamamanın çaresi olarak ve ABD’nin çıkarlarının sağlama alınması için
ülkemizde Tek adam rejimine
gidilmesi gerektiği önerilmektedir.
Çeşitli kaynaklarda Henze’nin yazdığı ifade edilen
raporun ilgili kısmı şöyledir:
“Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının
yanında olacağından emin olamayız.
Ülkeyi kuranlar denetim mekanizmasını çok sıkı
tutmuşlar.
Hükümeti ikna ettiğimizde, Meclis; Meclisi ikna
ettiğimizde, Ordu; Orduyu ikna ettiğimizde Yargı karşımıza geçebiliyor. (Siz bu “ikna”
ifadesini “hizaya sokma” olarak da okuyabilirsiniz.)
Eğer Amerika’nın çıkarı, Türkiye’de bir federal devlet
kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, meclis ve hükumeti tek elde
toplayan başkanlık rejimine geçilmeli.
Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı
ikna etmekten çok daha kolay olacaktır.
Eğer o bir kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek
konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak Amerika için
sorun olmaz.”
Görüldüğü gibi 2010’da yetmez ama evetçiler’in desteklediği Anayasa değişikliği yetmediği
için 16 Nisan’da Henze’nin raporundaki
beklentileri karşılayacak olan metin oylanacak. 2010 Anayasa değişikliyle
Yargıyı FETÖ’cülere teslim ederek kendileri açısından sorun olmaktan
çıkarmışlardı. Orduyu çuvalla ve komplolarla etkisizleştirdikleri yetmedi 15
Temmuz darbe girişimiyle parçalamaya kalkıştılar.
“Federal bir devlet” kurmak için ortaya
attıkları “açılım süreci”ni direnen
iç güçlerin baskısı nedeniyle istedikleri şekilde gerçekleştiremediler. 15 Temmuz’la bu amaca ve Tek adam
rejimine ulaşmayı umuyorlardı ama halk ve diğer iç dinamikler emperyalist
güçlerin bu planlarını bozdu. (15 Temmuz
darbesinin Tek adamı her halde Fethullah’tı.)
Emperyalistler bu planlarından vaz geçmediklerini 16
Nisan’da oylanacak Anayasa değişikliği teklifiyle bir kez daha ortaya koydular.
15 Temmuz’da bombalattıkları Meclis’i, sınırlı da olsa halkın iradesini temsil
eden bu kurumu şimdi yaptırmaya çalıştıkları yeni değişikliklerle yere sermeyi
amaçlıyorlar.
16 Nisan’da oylanacak
olan değişiklik bazı Evetçi çevrelerin takdim etmeye çalıştıkları gibi
emperyalist planlara karşı değil, aksine o planların gerçek olmasını sağlamaya
dönük son girişimdir. 12 Eylül darbecilerinin yaptığı Anayasayı bile daha
geriye götüren, orada Kenan Evren’e verilen yetkileri bile yetersiz gören, daha
fazlasını isteyen bir değişiklikle karşı karşıyayız.
Avrupa ülkeleriyle
yaratılan suni çatışma ortamı ise bu planın farkına varmaya başlayan halkın
kafasını karıştırmaya ve Evet’e destek sağlamaya dönük bir operasyondur. Halkın
duygularını kaşımayı hedefleyen “yerli ve milli” laflarıyla, şovenizmle ve
mağduriyet edebiyatıyla içine yuvarlanmaya başladıkları çukurun altını
doldurmaya çalışıyorlar. Ama toplumun büyük bir kısmı bu düzenleri anlamayacak
kadar deneyimsiz değil artık, son yıllarda yaşadıklarımızdan dersler çıkaracak
kadar olgunlaştılar. Öyle olması gerekir…
16 Nisan’da oylanacak
Anayasa değişikliğine Hayır demenin en başta ABD emperyalizmine, Ortadoğu ve
Türkiye üzerindeki planlarına Hayır demek olacağını ülke çoğunluğunun
görebildiğini sanıyorum.
16 Nisan’da Evet ya da Hayır sonucundan hangisi
çıkarsa çıksın ülkede çok şey değişecek… Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da
yaşayan Türkler dâhil bütün insanlarımız için çok şey değişecek. Hayır sonucu
hepimiz için (bir avuç işbirlikçi, gerici-çıkarcı diktatorya yanlısı hariç)
hayırlı gelişmelere yol açacak.
Sonuç Hayır olursa; aydınlanmacılık, ilericilik,
Cumhuriyetçilik ve demokrasi kazanacak. Laik-bilimsel eğitimin, gerçekçi
sanatın ve ilerici yaşam tarzının önündeki engellerin kırılma süreci
başlayacak. Hayır sonucu Sarayı yalnızlaştıracak, AKP içinde sorgulamayı
başlatacak. Bu gelişme, 7 Haziran seçimi sonrasında olduğundan çok daha etkili
siyasal sonuçlar yaratacak.
16 Nisan’da sonuç Evet çıkarsa ülkede Tek Adam diktası
kurulacak, kısmi demokrasi de ortadan kaldırılacak. Ülkede faşizm ve soygun
düzeni daha açık biçimde uygulamaya sokulacak. Bugünkü olağanüstü hal şartları
bile aranır olacak.
16 Nisan’da halkımızın
emperyalizmin bu son şerrinden yeni bir Hayır çıkaracağına inanmak istiyoruz…
Mehmet Ali
Yılmaz
20.03.2017-
anafikir.gen.tr