(ya da Gerçek Urlalı kimdir ve/veya "İzmir yansa
Urla yaptırır, Urla yansa İzmir yaptıramaz", nokta?!)
Doğduğum, büyüdüğüm,
çocukluğumun, gençliğimin ilk yıllarının geçtiği Urla'ya dair, derin'liği olan
birkaç satır…
Sedef Tunçağ'ın kaleme aldığı, "Bir Varmış Urla" başlıklı derleme eserden çarpıcı
birkaç pasaj:
Kitabın, "Gazi'yi Karşıladık"
başlıklı bölümünde şu satırlar yer alıyor:
"1926 yılında Gazi
Mustafa Kemal yarımadayı ziyaret eder. İlçelerde heyecan doruktadır. O günü
bizzat yaşamış olan Necati Cumalı, Gazi'yi karşıladım diyor ve anlatıyor:
Derken bir telaştır esmeye başladı, evde sokakta; Mustafa Kemal Paşa Urla'ya
gelecekti. Babamın eve giriş çıkışları sıklaşmış gibiydi o günlerde. Annem,
halalarım daha hızlı adımlarla dolanıyor gibime geliyor evin içine. Sanki her
şey sokaktaki her insan, karşılama hazırlığına girişmişti Gazi'yi. Sonunda o
gün geldi. Bayraklarla donatıldı evler, pencereler, 1926 yılıydı. Beş
yaşındaydım. Urla'nın o uzun, ılık güz aylarında mıydı, yoksa erken gelen
baharında mı, ayıramıyorum, sadece açık güneşli bir gün var belleğimde! O gün
nasıl zamanladım bilemiyorum? İlk kez korkularımı unuttum. Yalnız aştım bizim
sokağı. Annem ve Bekir Ağabey ile geçişlerimden hatırladığım caddeyi geçtim.
Küçücük adımlarımla Cumhuriyet Alanına ulaştım. Bizim evden en çok dört yüz
metre tutar o yol. Kadın erkek, Urlalılar sarmıştı alanın dörtbir yanını.
Alanın İzmir girişine karşı kaldırımda dizilenlerin ayakları arasına karıştım.
Boyumun ancak dizlerini bulduğu adamların bakışları, İzmir girişine dikilmişti.
Kimse eğilip bakmıyordu bana. Kimin ayağına takılsam yanındakinin oğlu olduğumu
sanıyor olmalıydı. Derken alkış, yaşalar, gözyaşları arasında Gazi göründü.
Nasıl olduysa, koptum başımın üstünde dikilen o dağ gibi adamaların ayakları
arasından. Alanı koşa koşa geçtim. Kollarımı açarak Atatürk'e doğru atıldım.
Mustafa Kemal Paşa, halkı selamlarken göğsü üstünde şapkasını tuttuğu eliyle
durdurdu onları. Bırakın dedi. Adımı, kimin oğlu olduğumu sordu. Şivem bozuktu.
Rumeli şivesiydi. Karşılıklarımı dinlerken gülümsedi. Saçımı okşadı. Babamı
tanıyıp tanımadıklarını sordu. Kendisini karşılayan Urlalılara. Tanıdılar.
Evime götürmelerini buyurdu. Eve dönerken Bekir Ağabey gurur duyuyordu beni
kucağında taşımakla. Gaziyi Urla'nın girişinde karşılayan çocuk bendim!"
Gazi'nin, Urla'yı
ziyaretiyle ilgili bir başka anektod:
Besim Uyal, "Urla ve Nostalji"
isimli kitabında, o anı şu kelimelerle resmediyor:
"Bir başka
dinlediğim olay da, Gazi'nin Urla'ya gelişiyle ilgilidir. Gazi'ye o günkü
mahfelde verilen akşam yemeğidir. O gün Urla için büyük bir gündü. Bugün Yaşar
Bank'ın olduğu meydandan eski belediyeye kadar evlerden temin edilen halılar
döşenmiş, eski belediye dediğim bugünkü sağlık merkezinin bitişiğinde bulunan
binaya bitişik bina idi; tahminen beş yüz metre halı döşenmiş, o günlerin usta
bir aşçısı olan Uşaklı Recep Usta ziyafet için görevlendirilmişti. Recep Usta,
mahfelin salonunda masaları birleştirerek büyük bir ziyafet masası hazırlamış
ve her servis tabağının yanına bir gül koymuş. Ziyafet esnasında, Belediye
Başkanı olan Atıf İnan bir konuşma yapmış ve Türk Milletinin Gazi'ye olan
sevgisini dile getirmiş. Gazi bu konuşmadan çok etkilenerek, 'Urlalılar, siz
hepiniz Belediye Başkanı olabilirsiniz, bu genç adamı Ankara'ya gönderin'
demiş. Atıf Bey 1946 yılındaki kabinede Ticaret Bakanı olarak görev
yapmıştır."
Gazi Mustafa Kemal ve
Fevzi Çakmak'ın Urla'yı ziyaretine dair başka anlatımlar da var. Hepsinde de
başka renkli karelere rastlamak mümkün.
URLALI
"HOŞGÖRÜ"SÜ
Nitekim…
Ünlü edebiyatçı Necati Cumalı,
Urlalı olmayı satırlarında şöyle tarif eder:
"Kurtuluş Savaşına
kadar insan sayısı elli bine yaklaşan bir kentmiş Urla. Halkının büyük
çoğunluğu yerli Rumlardan oluşurmuş. Urla'nın yaşlıları yerli Rumlarla birlikte
birarada çok iyi geçindiklerini anlatırlar. Bu yaşlılardan birine aradaki ırk,
din ayrılıklarının geçimsizliklere yol açıp açmadığını soracak olursanız, 'O da
neden?' der size. Onlar da bizim gibi kendilerini Urlalı bilir, Urlalı sayardı,
bizden ayırmazlardı! Herkesin kendi dini kendine! O, herkesin kendi bileceği
şey!"
Ardından Urlalı yazar,
anlatımına şöyle devam ediyor:
"Bu kısa, bu açık,
bir iki cümle içinde beliren son derece laik, geniş bir hoşgörülülüğe dayanan
görüşün sahibi, elbetteki ilkel bir toplumun adamı olamaz. Onun bazen şöyle bir
örnek de gösterdiği olur; eski hukuk düzenimiz, toprakla üstünde yetişen
ağaçlara ayrı ayrı kimselerin sahip olabileceği kabul ettiğinden, çoklukla bağ
ya da tarla ile üstündeki zeytinlerin sahibi, ayrı olur, bağın sahibinin Türk,
zeytinlerin sahibinin Rum olduğu ya da bunun aksi sık sık görülürmüş. Ama böyle
de olsa, ne Türk'ün Rum'un zeytinine ne de Rum'un Türk'ün bağına en küçük zarar
verdiği duyulmazmış."
Abdurrahman Molavalı ise
Urlalı olmakla ilgili şunları söylüyor:
"Rum çok çalışkan,
tarım ve üretime katkıları çok büyük. Ürüne saygısı çok. Ticaret Museviler'in
elinde, tarım ve üretim Rumlar'ın, taşımacılık, ırgatlık Türk'lerde. Zaman
içinde, toprağı Rum'a, üzerindeki zeytinler Türk'e ait olan babaannemin
zeytinliğinde Rum toprağı sürerken, ağaç çevresine dökülen zeytinleri, ürüne
saygısından ötürü toprağa karışıp yok olmasına kıyamadığı için, toplayıp,
ağacın dibine koyarmış."
Necati Cumalı'nın, Urla tasviri ise
şu renkli anlatım ile devam ediyor:
"Her yanını
bağlar, bağların bitiminde yükselen tepeleri zeytinlikler kapladığı için,
dağlarından yağ, ovalarından bal akar diye anlatırlarmış eskiden Urla'yı.
Öylesine zengin, öylesine bayındır bir kentmiş ki, çarşısında gezer gezer yüzü
gülmeyen kimseyle karşılaşmazmışsınız. Sokak aralarından geçerken, evlerden
piyano sesleri gelir, bağ yollarını, sabah akşam Türkçe Rumca türküler, kitara,
laterna sesleri doldururmuş. Lise karşılığı jimnazını bitiren Rum gençleri,
çoklukla öğrenimlerini, Paris'te, Sultanisi'ni bitiren Türk gençleri İzmir
İdadisi'nde tamamlarlar, sonra Urla'ya dönerlermiş. Dışarıya gönderdiği,
dışarıdan getirttiği malları, araya İzmirli tüccarları katmadan, küçük
limanından, kendi yollar, kendi karşılar; çıkan kitaplardan tutun, giyim kuşama
kadar batıdaki her yeniliği, her yerden daha önce Urla'nın yurda soktuğu
olurmuş."
Ünlü edebiyatçı Cumalı, son
tahlilde Urla ile ilgili şunları söylüyor:
"Kurtuluş
Savaşı'nın başlangıcında, Yunan işgaline uğrayınca, işgal ordularının ardından
birtakım serüven düşkünü, ipsiz sapsız kimseler gelmiş Urla'ya. Yerli Rumlar
arasında, o güne kadar zararsız gibi görünen bazıları da, bunlar gelince, yüz
bulup bunlara uymuşlar, hep birden başlamışlar, kimin tarlasında, kimin bağında
gözleri varsa, jurnal etmeye. Jurnalcilerin, düzenlerine, iftiralarına
karşılık, yerli Rumların büyük çoğunluğu bizden yana tanıklık etmişler. Yunan
bozguna uğrayınca, suçu günahı olmayan Rum, dostunu komşusunu görmüş
vedalaşmış, helallik dilemiş, Urla'dan öyle ayrılmış. Giderken beraberinde
götüremeyeceği bir saksı çiçeği varsa onu da komşusuna bırakmış."
GERÇEK URLALI
Sevim Habif Yüksek, kitabın 22.
sayfasında, "Gerçek Urlalı"yı dair şu hikayeyi anlatıyor:
"Salvator abim bir
hikaye anlatmıştı. Brezilya'da zengin olmuş Urlalılar'ın kurduğu bir 'Urlalılar
Kulübü' varmış. Günlerden bir gün 'Benim de geçmişim Urla'dan' diye biri
belirmiş. Kulüptekiler bakmışlar. Sen hakiki Urlalı değilsin
demişler. 'Neden?' demiş şaşkınlıkla. Çünkü yürürken ellerinin arkadan
bağlamıyorsun da ondan cevabını almış. Gerçekten de, bir Urlalı yürürken
ellerini arkadan bağlaması ile otururken de üç sandalyeyi işgal etmesiyle
tanınır.
Bu çerçeve'de, "Bir Varmış Urla" isimli kitaptan bir başka
çarpıcı kare:
Kitabın 23'ncü
sayfasında "Mübadeleden Sonrası Urla Aileleri" başlıklı
bölümde, şu not yer alıyor:
"1924 ve mübadele
yılları... Zorlu yolculuklar sonunda, yerlerinden kopup gelen her bir ailenin
ayrı bir öyküsü var. Urla, o günlerde adeta Babil kenti için söylenen yetmiş
iki buçuk millet deyimini anımsatıyor."
Kitabın 27'nci
sayfasından bir başka insanlık öyküsü:
"Yunan Ordusu
gelmeden önce, o zamana kadar iyi geçinen Müslüman ve Hıristiyan cemaatlerinin
Müslüman ve Hıristiyan cemaatlerinin karşılıklı çıkarı için aralarında
anlaşıyorlar. Yunan askeri gelirse Papaz, Müslümanlara dokunulmasına mani
olacak, Türk askeri gelirse de Müftü, Rumları koruyacak."
Kitabın 28'nci
sayfasında Abdurrahman
Molvalı diyor ki:
"Urla Müftüsü ile
Rum Papaz anlaşıyor ve cemaatlerini karşılıklı kollamaya karar veriyorlar ve
bunu mükemmel şekilde uyguluyorlar. Kentte bir arbede çıkmıyor. Babaannem,
kasabada geceleri sokakların kontrol edilebilmesi için hemen her evin önünde
bir fener yanıyor. Türk ve Rum milisler birlikte kol geziyordu, diye
anlatırdı!"
Görüldüğü gibi Osmanlı
parçalanana, işgal güçleri bu vatana fitne tohumları ekene kadar, Türkler'in
hiçbir din, ırk, millet ile sorunu olmamış.
Kitabın 30. sayfasından
çarpıcı bir başka enstantane:
"Afyon'da
cepheleri bozulduktan sonra, Yunan tarafının aklı suya ermiş. Papaz, 'Biz iki
tarafın temsilcileriyiz, aramızda anlaşalım' diyerek Müftü'ye gelmiş. Türk
askeri, Urla'ya gelince de, Rum Papaz'ın tercümanlığını babam yapmış. Papaz,
'Türk milisleriyle, Rum milisleri biraraya getirdik. Urla'nın tahrip olmasını,
insan katliamını önledik' demiş. Türk komutan bunun üzerine, 'Buna memnun oldum
Papaz Efendi, yalnız şunu soracağım demiş. Akmar, Serapdallar, Deve Deresi,
Kuşçular, Kızılca Köy, Mendalan, bu yerler neden yakıldı, yıkıldı? Urla halkı
İspiri - Pedro, Çeşmeli Atanaş, Karpuza adlı eşkiyalardan şikayetçi. Sizin de
zaman zaman bunlara talimatlar verdiğinizi söylüyorlar'. Papaz bu sözler
üzerine, 'Efendim o zaman beni dinlemediler' diyor. Komutan, 'İşine geldiğinde
dinliyor, işine gelmediğinde dinlemiyorlar. Türk askeri gelmeseydi, bunlar yine
seni dinlemeyip, katliam yapacaklardı. Ancak Trikopis esir olunca seni
dinlediler' demiş. Bu Papaz'dan çok çekmiş Urlalı! Papaz, Adelfiya Ateya
Cemiyetinin başıymış."
(Bu itiraf gibi
satırlar aynı zamanda, O. Pamuk gibi yazarcıkların Türkler, Ermenileri kesti
iddialarına, bir başka açıdan cevap olarak algılanabilir!)
Kitabın 34'ncü sayfasından
bir başka hüzünlü kare:
"Yunanlılar,
Urla'yı terk ederken, çıkan çatışmalar sırasında, Urla'nın yarısını yerlebir
eden büyük bir yangın çıkar. Üç yıl, üç ay, üç hafta işgal altında kalan Urla,
bu büyük yangını da yaşadıktan sonra işgalden kurtulur."
Kitabın 35'nci
sayfasında Algan
Tümerk bir anısını anlatıyor:
"Eski adı ile
Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) 1925'te, bugünkü binasında kuruldu. Tayyare
Cemiyeti'nin ilk başkanı ve muhasip üyesi babamdı. Hükümet o sırada bir
kampanya açıyor. Her il, her ilçe Tayyare Cemiyetine bir uçak alacak diye.
Ayrıca ilk tayyareyi hangi il alırsa, ona da ayrıca ödül verilecek. Babam
Urla'nın yerlisi. Hısım akraba bol. Zengin bir çevresi var. Epey para
topluyorlar ve gereken miktarı tamamlıyorlar. Parayı göndermekte posta
müdürünün geçerli bir mazereti ile biraz gecikince, Aydın ili ilk tayyare alan
il olarak kayıtlara geçiyor. Urla ise ikinci oluyor."
Kitabın 37'nci
sayfasında, Urla'da Hıdrellez coşkusu şöyle tasvir edilmiş:
"Bütün Ege
kıyılarının geleneksel olarak kutladığı kökleri çok çok eskilere giden üç
önemli bayram daha var. Bunlar da önemsenerek, şölen coşkusuyla kutlanırmış.
Urlalılar, 6 Mayıs Hıdrellez'in, Balaki (Gazhane) çevresinde kutlandığını,
Yıldız Park'a gidildiğini, İskele yolundan aşağıya yüründüğünü, adada piknik
yapıldığını, 60'lı yıllarda ise İskele'den kayıklarla çoluk çocuk Hıdrellez
yapmaya Çamlık altına gidildiğini anımsıyorlar."
Kitabın 39'ncu
sayfasında, Rıza Duran büyük bir hüzünle, "Urla'da eskiden hayat çok
canlıydı. Sinemalar, konserler tiyatrolar. Urla bu yönden çok fakir şimdi. Çok
üzülüyorum" diyor ve ekliyor:
"Ben marangoz
çırağı idim ama Halkevinde müsamereye çıkıyordum. Düşünebiliyor musunuz?
Şimdiki şartlarda olur mu bu? Biz müsamerelere çıkar, müzik çalışmaları
yapardık. İlk keman dersimi orada aldım ben. İlk şiirimi Necati Ağabey
yakaladı. Dört mısralık bir şeydi. Hiç unutmam, yaz oğlum yaz, sen aşıksın
dediydi."
Besim Uysal ise Urla ve Nostalji isimli kitabında, halkevlerini şöyle
anlatıyor:
"Çocukluğumun
Urla'sı bugüne göre çok daha renkli, sosyal yaşamı olan bir yerdi. Halkevleri,
hepimizin yetiştiği kural ve bilgi edindiği, on beş bine yakın kitabı olan
kütüphanesi, birçok sosyal hizmet ocağı, müsamere salonu ile birlikte geniş
bahçesinde voleybol sahası, atlama ve tırmanma aletleri olan mükemmel bir
tesisti. Müzik kolunda piyano, keman, gitar, bateri gibi aletler gençlerin
hizmetindeydi. Halkevine her isteyen girebilir, imkanlarından
yararlanabilirdi."
Necati Cumalı da, Urla Halkevi ile
ilgili anılarında şu satırlara yer veriyor:
"Halkevi
Kütüphanesi'nde beş bine yakın kitap vardı. Hepsini tanzim edip fişledim.
Öğleden sonra postayı beklerdim. Bir sürü yeni mecmua gelirdi. Heyecanla
hepsini açar, yerleştirirdim. Bu benim hayatımın övünülecek ilk ciddi
işidir."
BİR VARMIŞ URLA
Sedef Tunçağın, "Bir Varmış
Urla" isimli kitabının 46'ncı sayfasından bir başka enstantane:
"Ulusal
bayramlarda, Babacan'daki tören alanı, Londra'daki ünlü Hyde Park gibi olurdu.
Törenler bitince insanlar ya kendileri ya da çocuklarını kucaklayıp kürsüye çıkar
hatıra fotoğrafı çektirirdi!
Kitabın 56'ncı
sayfasında, Rıza
Duran anlatıyor:
"İskele'de deniz
içinde iki tane batık gemi kazanı vardı. Cumhur Kaptan ile denize atlar,
kazanlara yüzerdik. Oradan atlar, fenere yüzerdik. Şimdiki Limantepe'nin
üzerinde top mevzileri vardı. Bu top mevzilerinde oynardık. Saklanbaç oynardık.
Limantepe öyle çıplak bir yerdi. Asker siper kazmıştı, denizden gelecek düşmana
karşı".
Kitabın 58'nci
sayfasında, benim de doğumumu yaptıran Melahat Ebeanne ile
ilgili şu satırlar dikkat çekiyor:
"Urla'nın ebesi
Melahat Aşkın, 30 yaşından büyük tüm Urlalılar'ın ebeannesi! Melahat Ebe doğma
büyüme Urlalı. Urla'nın çalışan ender diplomalı memur kadınlarından. Gecesini
gündüzüne katarak, kış kıyamete aldırmadan büyük bir titizlikle dört beş yıl
öncesine kadar doğum yaptırmış."
Kitabın 62'nci
sayfasında Rıza Duran, Urla'nın verimli toprağıyla ilgili şunları söylüyor:
"Manav da yoktu.
Kendimiz yetiştirirdik. Önce komşumuza verirdi babam. Meyve de sebzenin en
iyisi komşuya verilirdi. Çuvallara badem, ceviz doldururduk. Babam 'Koyun,
koyun, ne kadar verirseniz, Allah dahasını verir' derdi. Hepimizin tenekelere
basılmış üzümleri olurdu. Dört parmak kalınlığında bir sıra üzüm döşersiniz,
üzerine kalın balya ipi yatırırsınız, böyle yapa yapa doldurursunuz. En üstüne
de defne konur. Böylece teneke basılırdı. İpi çekince, üzüm diğer kattan kopar,
yoksa üzümü başka türlü çıkaramazsınız. İncirlerimiz olurdu. Dağlarımızdan yağ,
bağlarımızdan bal akardı. Cidden ama!"
"Madilaros denilen
bir siyah üzümü vardı Urla'nın. Nadir bulunan bir üzümdü. Başka bölgelerdeki
siyah üzümlere benzemiyordu. Topan dediğimiz, sert, çok sık ve kilosu da çok
ağır olan bir salkım yapıyordu. Şarap bakımından da, nefis bir şarap oluşurdu.
Rengi çok güzel, koyu bordo idi. Fazla tatlı olmadığı için, derecesi 11-12
arasında oluyordu. Çekirdeksiz üzümlerimiz de çok tatlı olduğu için 12-13
derece arasında şarap yapardı."
EVLİYA ÇELEBİ'NİN
URLA'SI
Kitabın 65'nci
sayfasında şu çarpıcı not yer alıyor:
Evliya Çelebi,
Urla Çarşısı içinde gördüğü bir asmayı anlatırken, "Bu çarşının
ortasında bir üzüm asması var ki, iki adam ancak kucaklayabilir. Dalları bütün
çarşıyı kapatmıştır. Yüzlerce salkım üzüm, yol üzerinde sarkar. Her bağ sahibi,
bu asmaya yeni bir aşı yaparak, üzerinde çeşit çeşit üzüm oluşturmuştur.
Mesela, sarı, yeşil, kırmızı kış üzümü, kadın parmağı, tergömler, kıradana,
kumla, rezaki, misket, bellece, alaca ve siyah üzüm ki, 37 türlü üzüm
olur" diyerek yörenin zenginliğini vurguluyor.
Kitabın 66'ncı
sayfasında ise toprağa emeği ile değer katan bir başka "Gerçek
Urlalı"ya dair şu satırlar göze çarpıyor:
"1930'lardan bu
yana yarımadayı avucunun için gibi tanıyan ziraat mühendisi seksen yaşındaki
Atıf Atilla, şarapçılıkla ilgili Kuşçular köy kahvesinde yapılan bir Urla Kent
Senatosu toplantısında, bağcılığın ne denli zahmetli bir iş olduğunu biraz da
mizahi bir dille şöyle anlattı bize: Bağ yapmak kolay değil. Toprağı
hazırlamak, havalandırmak için her yıl kirizma yapılır. Elli altmış santim
derinlikte toprak, insan gücü, el emeği, bel ile tersyüz edilir,
havalandırılır. Kirizma yapan kişinin avuçları öyle nasırlanır ki, avucunu
kapatamaz. Her kim ki, kirizmadan sonra kahvede avcuyla çay bardağını
kavrayabilirse, bütün kahve ona çay ısmarlardı. Nasırlı avucu ile çivi çakan
bile vardı."
Urlalı'ların bir
zamanlar bağlarına ne denli düşkün olduğunu, kitabın 67'nci sayfasında Algan Tümerk, bir
anısını anlatarak, şunları söylüyor:
"Kırcalı Mehmet
Amca iyi bir bağcıydı. Kaz Deresi'nde bağcılık yapar ve çok güzel üzümler
yetiştirirdi. Urla Belediye Meclis Üyesi'ydi. Meclis'te yaşanan bir sürtüşme
yüzünden, karısı Gülsüm yengeyi aldığı gibi İzmir'e taşındı. Tam da üzüm
zamanı, Kırcalı, bir zembil üzüm satın alıp eve döndüğünde, Gülsüm Hanım bu
duyuruma çok içerleyerek, 'Biz parayla üzüm satın alacak mıyız?' deyince, tası
tarağı toplayıp Urla'ya dönmeye kara verirler."
(Kaz Deresi'ndeki,
Necati Cumalı'nın eserinden sinemaya aktarılan Susuz Yaz filminin çevrildiği
havuzlu bağ bir ara bizimdi. Kaz Deresinin üstünden, bizim eski bağın da
dibinden şimdilerde Çeşme Otobanı geçiyor. Tabii ki, doğanın canına okudular,
şu anki görüntü hiç de hoş değil! HM)
"Bir
Varmış Urla" başlıklı kitabın 67. sayfasından yürek burkan bir
başka enstantane:
"Eski Tarım Bakanı
Nihat İyribozun oğlu Ziraat Mühendisi Demir İyriboz, 1955 yılında araştırma
için gittiği ABD'nin Ohio kentinde tanıştığı Urlalı bir Ermeni ayakkabı
tamircisi ile ilginç bir anısını paylaşıyor bizlerle: Urlalı Ermeni ile
tanıştıktan sonra Urla'yı bildiğimi öğrenince, iç çekerek şunu sormuştu: Urla'da
bağ bozumunda erkekler kızların pencerelerinin altında hala gitarla şarkılar
çalıyor mu? Bağ bozumunda evlikler yapılıyor mu? Büyük şenlikler oluyor mu?
Durakladım ve birden ne diyeceğimi şaşırdım. Sonra da, 'Evet, aynen devam
ediyor' dedim. Yalan söyledim ama o kadar büyük bir özlemle sormuştu ki,
tersini söyleyemezdim."
Bu anlamda kitaptan
birkaç anı demeti daha:
Sayfa 73:
Saygı ve sevgi, yalnız
büyükler için değil, küçükler için de geçerli idi diyerek, Rıza Duran anlatmayı
sürdürüyor: Mesela babam, Git bakkal Haşim Amcandan evin ihtiyaçlarını al
der, elime bir liste verirdi. Haşim Amca'ya gittiğimde, hemen bir sandalye
verir altıma ya bir dilim helva keser ya da bir Urla gazozu ısmarlardı. Sonra
da Hadi oğlum babana selam söyle der, ısmarlananları elime verir, beni
uğurlardı. Onları çok arıyorum şimdi. O davranışları, kasabı, bakkalı, fırını.
Şimdi nereye geldik.
İZMİR YANSA / URLA
YANSA
Sayfa 74:
Girit Hanya mübadili
anne babanın tek kız evladı Hilmiye Özbaladur. Önen'den, eski Urla'nın abartılı
da olsa 'varlık ölçüsü'nü gösteren deyişler:
"İzmir yansa Urla
yaptırır, Urla yansa İzmir yaptıramaz!"
"İzmir Valisi'nin
bir faytonu varsa, Zihni Özbaladur'un dört faytonu vardır."
"Urla'nın en
zenginlerinden Rum asıllı Efendioğlu Kosta'nın 41 kulesi vardı. (Kule yaklaşık
25 dönümlük bağı ifade ederdi.)"
"Bir kilogram
üzüm, bir sarı liraya satılır!"
"Hüseyin Zere'nin
evinde misafirler altın çatal bıçakla ağırlanır!"
Sayfa 80:
Nedim Atilla'nın dediği gibi, "Türkiye'nin
henüz Nobel ödüllü edebiyatçısı yoktur ama Urla'nın var. Urla doğumlu Yorgo
Seferis!" Urla, Seferis'in yaşamında öyle bir yer tutar ki, 1948-1950
yıllarında Ankara'da Yunanistan'ın Büyükelçisi iken yaptığı Anadolu
gezilerinde, Urla'yı ihmal etmez ve doğduğu eve gelir.
Sayfa 81:
Rıza Duran anlatıyor:
"Urla'nın efsane
devesinin sahibi 'Kısaların Hasan' idi. Güreşe çıkacağı zaman kıbleye diz
çöker, yüzünü toprağa sürerdi. Bu hayvan adeta insan gibi davranırdı. Kısa
boyunlu bir tülü idi. Ayağını hasmına insan gibi sarar, devirir, üzerinde
otururdu. Kaybettiği güreş hiç olmadı. Tülünün fotoğrafları uzun süre Urla
esnafının ayna kenarlarını süsledi. Her evde bir resmi bulunurdu. Necati
Cumalı'nın bu efsane deveyi anlattığı uzun bir öyküsü var; Yenilmeyen!
Sayfa 82:
Urlanın ünlü
şambalicisi Baki Usta, nargilesini fokurdatırken, şunları anlatıverdi: Kırk
elli sene evvel, şubat mart aylarında develer getirilir, Mermer Çeşme'nin önüne
bağlanırdı. Kısa Hasan'ın tülüsü, kara tülüyü yenecek deve yoktu. Nereye
gittiyse hep yendi. Bir kere deveye daldı mı, bağ yapmadan durmazdı. Urla'da
bundan başka Cıngıllı Hasan'ın develeri vardı.
(Çocukken en büyük
zevkim, param olursa, Çarşı Camisi'nin bir kıyısında tezgahı duran Baki
Usta'nın tepsisinden bir dilim şambali yemekti. HM)
Sayfa 86:
Salvator Eskinazi anlatıyor:
"Biz Museviler,
Türkler'in arasında oturuyorduk. Rumlar da Köprübaşı'nın üzerinde otururlardı.
Üst tarafı tamamen Rum'du. Rumlar giderken bütün oraları yakıp yıktılar.
1933-1934 yıllarında Urla'da 3 tane okul vardı. Ortaokul yoktu. 1934'te tahsil
yüzünden İzmir'e göçtük. Ondan sonra bir gece işittik ki Hükümet Konağı
yanıyor. Nüfüs Dairesi, tapu dairesi, bütün kayıtlar orada idi. Mahkemesi bile
onun içinde idi. Bir katı tamamen yandı. Yandıktan sonra yanmayan katı da
ortadan kaldırdılar. Hükümet şimdiki yerine taşındı. Ama bütün evraklar yandı, yok
oldu. Kayıtlar yeniden Ankara'daki arşivden geldi."
...
Nokta.
25 Mart 2017
Hayrullah Mahmud