26 Mart 2017 Pazar

Atatürk Urla'da ve/veya "Yenilmeyen" URLALI?!



(ya da Gerçek Urlalı kimdir ve/veya "İzmir yansa Urla yaptırır, Urla yansa İzmir yaptıramaz", nokta?!)

Doğduğum, büyüdüğüm, çocukluğumun, gençliğimin ilk yıllarının geçtiği Urla'ya dair, derin'liği olan birkaç satır…

Sedef Tunçağ'ın kaleme aldığı, "Bir Varmış Urla" başlıklı derleme eserden çarpıcı birkaç pasaj:

Kitabın, "Gazi'yi Karşıladık" başlıklı bölümünde şu satırlar yer alıyor:

"1926 yılında Gazi Mustafa Kemal yarımadayı ziyaret eder. İlçelerde heyecan doruktadır. O günü bizzat yaşamış olan Necati Cumalı, Gazi'yi karşıladım diyor ve anlatıyor: Derken bir telaştır esmeye başladı, evde sokakta; Mustafa Kemal Paşa Urla'ya gelecekti. Babamın eve giriş çıkışları sıklaşmış gibiydi o günlerde. Annem, halalarım daha hızlı adımlarla dolanıyor gibime geliyor evin içine. Sanki her şey sokaktaki her insan, karşılama hazırlığına girişmişti Gazi'yi. Sonunda o gün geldi. Bayraklarla donatıldı evler, pencereler, 1926 yılıydı. Beş yaşındaydım. Urla'nın o uzun, ılık güz aylarında mıydı, yoksa erken gelen baharında mı, ayıramıyorum, sadece açık güneşli bir gün var belleğimde! O gün nasıl zamanladım bilemiyorum? İlk kez korkularımı unuttum. Yalnız aştım bizim sokağı. Annem ve Bekir Ağabey ile geçişlerimden hatırladığım caddeyi geçtim. Küçücük adımlarımla Cumhuriyet Alanına ulaştım. Bizim evden en çok dört yüz metre tutar o yol. Kadın erkek, Urlalılar sarmıştı alanın dörtbir yanını. Alanın İzmir girişine karşı kaldırımda dizilenlerin ayakları arasına karıştım. Boyumun ancak dizlerini bulduğu adamların bakışları, İzmir girişine dikilmişti. Kimse eğilip bakmıyordu bana. Kimin ayağına takılsam yanındakinin oğlu olduğumu sanıyor olmalıydı. Derken alkış, yaşalar, gözyaşları arasında Gazi göründü. Nasıl olduysa, koptum başımın üstünde dikilen o dağ gibi adamaların ayakları arasından. Alanı koşa koşa geçtim. Kollarımı açarak Atatürk'e doğru atıldım. Mustafa Kemal Paşa, halkı selamlarken göğsü üstünde şapkasını tuttuğu eliyle durdurdu onları. Bırakın dedi. Adımı, kimin oğlu olduğumu sordu. Şivem bozuktu. Rumeli şivesiydi. Karşılıklarımı dinlerken gülümsedi. Saçımı okşadı. Babamı tanıyıp tanımadıklarını sordu. Kendisini karşılayan Urlalılara. Tanıdılar. Evime götürmelerini buyurdu. Eve dönerken Bekir Ağabey gurur duyuyordu beni kucağında taşımakla. Gaziyi Urla'nın girişinde karşılayan çocuk bendim!"

Gazi'nin, Urla'yı ziyaretiyle ilgili bir başka anektod:

Besim Uyal, "Urla ve Nostalji" isimli kitabında, o anı şu kelimelerle resmediyor:

"Bir başka dinlediğim olay da, Gazi'nin Urla'ya gelişiyle ilgilidir. Gazi'ye o günkü mahfelde verilen akşam yemeğidir. O gün Urla için büyük bir gündü. Bugün Yaşar Bank'ın olduğu meydandan eski belediyeye kadar evlerden temin edilen halılar döşenmiş, eski belediye dediğim bugünkü sağlık merkezinin bitişiğinde bulunan binaya bitişik bina idi; tahminen beş yüz metre halı döşenmiş, o günlerin usta bir aşçısı olan Uşaklı Recep Usta ziyafet için görevlendirilmişti. Recep Usta, mahfelin salonunda masaları birleştirerek büyük bir ziyafet masası hazırlamış ve her servis tabağının yanına bir gül koymuş. Ziyafet esnasında, Belediye Başkanı olan Atıf İnan bir konuşma yapmış ve Türk Milletinin Gazi'ye olan sevgisini dile getirmiş. Gazi bu konuşmadan çok etkilenerek, 'Urlalılar, siz hepiniz Belediye Başkanı olabilirsiniz, bu genç adamı Ankara'ya gönderin' demiş. Atıf Bey 1946 yılındaki kabinede Ticaret Bakanı olarak görev yapmıştır."

Gazi Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak'ın Urla'yı ziyaretine dair başka anlatımlar da var. Hepsinde de başka renkli karelere rastlamak mümkün.

URLALI "HOŞGÖRÜ"SÜ

Nitekim…

Ünlü edebiyatçı Necati Cumalı, Urlalı olmayı satırlarında şöyle tarif eder:

"Kurtuluş Savaşına kadar insan sayısı elli bine yaklaşan bir kentmiş Urla. Halkının büyük çoğunluğu yerli Rumlardan oluşurmuş. Urla'nın yaşlıları yerli Rumlarla birlikte birarada çok iyi geçindiklerini anlatırlar. Bu yaşlılardan birine aradaki ırk, din ayrılıklarının geçimsizliklere yol açıp açmadığını soracak olursanız, 'O da neden?' der size. Onlar da bizim gibi kendilerini Urlalı bilir, Urlalı sayardı, bizden ayırmazlardı! Herkesin kendi dini kendine! O, herkesin kendi bileceği şey!"

Ardından Urlalı yazar, anlatımına şöyle devam ediyor:

"Bu kısa, bu açık, bir iki cümle içinde beliren son derece laik, geniş bir hoşgörülülüğe dayanan görüşün sahibi, elbetteki ilkel bir toplumun adamı olamaz. Onun bazen şöyle bir örnek de gösterdiği olur; eski hukuk düzenimiz, toprakla üstünde yetişen ağaçlara ayrı ayrı kimselerin sahip olabileceği kabul ettiğinden, çoklukla bağ ya da tarla ile üstündeki zeytinlerin sahibi, ayrı olur, bağın sahibinin Türk, zeytinlerin sahibinin Rum olduğu ya da bunun aksi sık sık görülürmüş. Ama böyle de olsa, ne Türk'ün Rum'un zeytinine ne de Rum'un Türk'ün bağına en küçük zarar verdiği duyulmazmış."

Abdurrahman Molavalı ise Urlalı olmakla ilgili şunları söylüyor:

"Rum çok çalışkan, tarım ve üretime katkıları çok büyük. Ürüne saygısı çok. Ticaret Museviler'in elinde, tarım ve üretim Rumlar'ın, taşımacılık, ırgatlık Türk'lerde. Zaman içinde, toprağı Rum'a, üzerindeki zeytinler Türk'e ait olan babaannemin zeytinliğinde Rum toprağı sürerken, ağaç çevresine dökülen zeytinleri, ürüne saygısından ötürü toprağa karışıp yok olmasına kıyamadığı için, toplayıp, ağacın dibine koyarmış."

Necati Cumalı'nın, Urla tasviri ise şu renkli anlatım ile devam ediyor:

"Her yanını bağlar, bağların bitiminde yükselen tepeleri zeytinlikler kapladığı için, dağlarından yağ, ovalarından bal akar diye anlatırlarmış eskiden Urla'yı. Öylesine zengin, öylesine bayındır bir kentmiş ki, çarşısında gezer gezer yüzü gülmeyen kimseyle karşılaşmazmışsınız. Sokak aralarından geçerken, evlerden piyano sesleri gelir, bağ yollarını, sabah akşam Türkçe Rumca türküler, kitara, laterna sesleri doldururmuş. Lise karşılığı jimnazını bitiren Rum gençleri, çoklukla öğrenimlerini, Paris'te, Sultanisi'ni bitiren Türk gençleri İzmir İdadisi'nde tamamlarlar, sonra Urla'ya dönerlermiş. Dışarıya gönderdiği, dışarıdan getirttiği malları, araya İzmirli tüccarları katmadan, küçük limanından, kendi yollar, kendi karşılar; çıkan kitaplardan tutun, giyim kuşama kadar batıdaki her yeniliği, her yerden daha önce Urla'nın yurda soktuğu olurmuş."

Ünlü edebiyatçı Cumalı, son tahlilde Urla ile ilgili şunları söylüyor:

"Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında, Yunan işgaline uğrayınca, işgal ordularının ardından birtakım serüven düşkünü, ipsiz sapsız kimseler gelmiş Urla'ya. Yerli Rumlar arasında, o güne kadar zararsız gibi görünen bazıları da, bunlar gelince, yüz bulup bunlara uymuşlar, hep birden başlamışlar, kimin tarlasında, kimin bağında gözleri varsa, jurnal etmeye. Jurnalcilerin, düzenlerine, iftiralarına karşılık, yerli Rumların büyük çoğunluğu bizden yana tanıklık etmişler. Yunan bozguna uğrayınca, suçu günahı olmayan Rum, dostunu komşusunu görmüş vedalaşmış, helallik dilemiş, Urla'dan öyle ayrılmış. Giderken beraberinde götüremeyeceği bir saksı çiçeği varsa onu da komşusuna bırakmış."

GERÇEK URLALI

Sevim Habif Yüksek, kitabın 22. sayfasında, "Gerçek Urlalı"yı dair şu hikayeyi anlatıyor:

"Salvator abim bir hikaye anlatmıştı. Brezilya'da zengin olmuş Urlalılar'ın kurduğu bir 'Urlalılar Kulübü' varmış. Günlerden bir gün 'Benim de geçmişim Urla'dan' diye biri belirmiş. Kulüptekiler bakmışlar. Sen hakiki Urlalı değilsin demişler. 'Neden?' demiş şaşkınlıkla. Çünkü yürürken ellerinin arkadan bağlamıyorsun da ondan cevabını almış. Gerçekten de, bir Urlalı yürürken ellerini arkadan bağlaması ile otururken de üç sandalyeyi işgal etmesiyle tanınır.

Bu çerçeve'de, "Bir Varmış Urla" isimli kitaptan bir başka çarpıcı kare:

Kitabın 23'ncü sayfasında "Mübadeleden Sonrası Urla Aileleri" başlıklı bölümde, şu not yer alıyor:

"1924 ve mübadele yılları... Zorlu yolculuklar sonunda, yerlerinden kopup gelen her bir ailenin ayrı bir öyküsü var. Urla, o günlerde adeta Babil kenti için söylenen yetmiş iki buçuk millet deyimini anımsatıyor."

Kitabın 27'nci sayfasından bir başka insanlık öyküsü:

"Yunan Ordusu gelmeden önce, o zamana kadar iyi geçinen Müslüman ve Hıristiyan cemaatlerinin Müslüman ve Hıristiyan cemaatlerinin karşılıklı çıkarı için aralarında anlaşıyorlar. Yunan askeri gelirse Papaz, Müslümanlara dokunulmasına mani olacak, Türk askeri gelirse de Müftü, Rumları koruyacak."

Kitabın 28'nci sayfasında Abdurrahman Molvalı diyor ki:

"Urla Müftüsü ile Rum Papaz anlaşıyor ve cemaatlerini karşılıklı kollamaya karar veriyorlar ve bunu mükemmel şekilde uyguluyorlar. Kentte bir arbede çıkmıyor. Babaannem, kasabada geceleri sokakların kontrol edilebilmesi için hemen her evin önünde bir fener yanıyor. Türk ve Rum milisler birlikte kol geziyordu, diye anlatırdı!"

Görüldüğü gibi Osmanlı parçalanana, işgal güçleri bu vatana fitne tohumları ekene kadar, Türkler'in hiçbir din, ırk, millet ile sorunu olmamış.

Kitabın 30. sayfasından çarpıcı bir başka enstantane:

"Afyon'da cepheleri bozulduktan sonra, Yunan tarafının aklı suya ermiş. Papaz, 'Biz iki tarafın temsilcileriyiz, aramızda anlaşalım' diyerek Müftü'ye gelmiş. Türk askeri, Urla'ya gelince de, Rum Papaz'ın tercümanlığını babam yapmış. Papaz, 'Türk milisleriyle, Rum milisleri biraraya getirdik. Urla'nın tahrip olmasını, insan katliamını önledik' demiş. Türk komutan bunun üzerine, 'Buna memnun oldum Papaz Efendi, yalnız şunu soracağım demiş. Akmar, Serapdallar, Deve Deresi, Kuşçular, Kızılca Köy, Mendalan, bu yerler neden yakıldı, yıkıldı? Urla halkı İspiri - Pedro, Çeşmeli Atanaş, Karpuza adlı eşkiyalardan şikayetçi. Sizin de zaman zaman bunlara talimatlar verdiğinizi söylüyorlar'. Papaz bu sözler üzerine, 'Efendim o zaman beni dinlemediler' diyor. Komutan, 'İşine geldiğinde dinliyor, işine gelmediğinde dinlemiyorlar. Türk askeri gelmeseydi, bunlar yine seni dinlemeyip, katliam yapacaklardı. Ancak Trikopis esir olunca seni dinlediler' demiş. Bu Papaz'dan çok çekmiş Urlalı! Papaz, Adelfiya Ateya Cemiyetinin başıymış."

(Bu itiraf gibi satırlar aynı zamanda, O. Pamuk gibi yazarcıkların Türkler, Ermenileri kesti iddialarına, bir başka açıdan cevap olarak algılanabilir!)

Kitabın 34'ncü sayfasından bir başka hüzünlü kare:

"Yunanlılar, Urla'yı terk ederken, çıkan çatışmalar sırasında, Urla'nın yarısını yerlebir eden büyük bir yangın çıkar. Üç yıl, üç ay, üç hafta işgal altında kalan Urla, bu büyük yangını da yaşadıktan sonra işgalden kurtulur."

Kitabın 35'nci sayfasında Algan Tümerk bir anısını anlatıyor:

"Eski adı ile Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) 1925'te, bugünkü binasında kuruldu. Tayyare Cemiyeti'nin ilk başkanı ve muhasip üyesi babamdı. Hükümet o sırada bir kampanya açıyor. Her il, her ilçe Tayyare Cemiyetine bir uçak alacak diye. Ayrıca ilk tayyareyi hangi il alırsa, ona da ayrıca ödül verilecek. Babam Urla'nın yerlisi. Hısım akraba bol. Zengin bir çevresi var. Epey para topluyorlar ve gereken miktarı tamamlıyorlar. Parayı göndermekte posta müdürünün geçerli bir mazereti ile biraz gecikince, Aydın ili ilk tayyare alan il olarak kayıtlara geçiyor. Urla ise ikinci oluyor."

Kitabın 37'nci sayfasında, Urla'da Hıdrellez coşkusu şöyle tasvir edilmiş:

"Bütün Ege kıyılarının geleneksel olarak kutladığı kökleri çok çok eskilere giden üç önemli bayram daha var. Bunlar da önemsenerek, şölen coşkusuyla kutlanırmış. Urlalılar, 6 Mayıs Hıdrellez'in, Balaki (Gazhane) çevresinde kutlandığını, Yıldız Park'a gidildiğini, İskele yolundan aşağıya yüründüğünü, adada piknik yapıldığını, 60'lı yıllarda ise İskele'den kayıklarla çoluk çocuk Hıdrellez yapmaya Çamlık altına gidildiğini anımsıyorlar."

Kitabın 39'ncu sayfasında, Rıza Duran büyük bir hüzünle, "Urla'da eskiden hayat çok canlıydı. Sinemalar, konserler tiyatrolar. Urla bu yönden çok fakir şimdi. Çok üzülüyorum" diyor ve ekliyor:

"Ben marangoz çırağı idim ama Halkevinde müsamereye çıkıyordum. Düşünebiliyor musunuz? Şimdiki şartlarda olur mu bu? Biz müsamerelere çıkar, müzik çalışmaları yapardık. İlk keman dersimi orada aldım ben. İlk şiirimi Necati Ağabey yakaladı. Dört mısralık bir şeydi. Hiç unutmam, yaz oğlum yaz, sen aşıksın dediydi."

Besim Uysal ise Urla ve Nostalji isimli kitabında, halkevlerini şöyle anlatıyor:

"Çocukluğumun Urla'sı bugüne göre çok daha renkli, sosyal yaşamı olan bir yerdi. Halkevleri, hepimizin yetiştiği kural ve bilgi edindiği, on beş bine yakın kitabı olan kütüphanesi, birçok sosyal hizmet ocağı, müsamere salonu ile birlikte geniş bahçesinde voleybol sahası, atlama ve tırmanma aletleri olan mükemmel bir tesisti. Müzik kolunda piyano, keman, gitar, bateri gibi aletler gençlerin hizmetindeydi. Halkevine her isteyen girebilir, imkanlarından yararlanabilirdi."

Necati Cumalı da, Urla Halkevi ile ilgili anılarında şu satırlara yer veriyor:

"Halkevi Kütüphanesi'nde beş bine yakın kitap vardı. Hepsini tanzim edip fişledim. Öğleden sonra postayı beklerdim. Bir sürü yeni mecmua gelirdi. Heyecanla hepsini açar, yerleştirirdim. Bu benim hayatımın övünülecek ilk ciddi işidir."

BİR VARMIŞ URLA

Sedef Tunçağın, "Bir Varmış Urla" isimli kitabının 46'ncı sayfasından bir başka enstantane:

"Ulusal bayramlarda, Babacan'daki tören alanı, Londra'daki ünlü Hyde Park gibi olurdu. Törenler bitince insanlar ya kendileri ya da çocuklarını kucaklayıp kürsüye çıkar hatıra fotoğrafı çektirirdi!

Kitabın 56'ncı sayfasında, Rıza Duran anlatıyor:

"İskele'de deniz içinde iki tane batık gemi kazanı vardı. Cumhur Kaptan ile denize atlar, kazanlara yüzerdik. Oradan atlar, fenere yüzerdik. Şimdiki Limantepe'nin üzerinde top mevzileri vardı. Bu top mevzilerinde oynardık. Saklanbaç oynardık. Limantepe öyle çıplak bir yerdi. Asker siper kazmıştı, denizden gelecek düşmana karşı".

Kitabın 58'nci sayfasında, benim de doğumumu yaptıran Melahat Ebeanne ile ilgili şu satırlar dikkat çekiyor:

"Urla'nın ebesi Melahat Aşkın, 30 yaşından büyük tüm Urlalılar'ın ebeannesi! Melahat Ebe doğma büyüme Urlalı. Urla'nın çalışan ender diplomalı memur kadınlarından. Gecesini gündüzüne katarak, kış kıyamete aldırmadan büyük bir titizlikle dört beş yıl öncesine kadar doğum yaptırmış."

Kitabın 62'nci sayfasında Rıza Duran, Urla'nın verimli toprağıyla ilgili şunları söylüyor:

"Manav da yoktu. Kendimiz yetiştirirdik. Önce komşumuza verirdi babam. Meyve de sebzenin en iyisi komşuya verilirdi. Çuvallara badem, ceviz doldururduk. Babam 'Koyun, koyun, ne kadar verirseniz, Allah dahasını verir' derdi. Hepimizin tenekelere basılmış üzümleri olurdu. Dört parmak kalınlığında bir sıra üzüm döşersiniz, üzerine kalın balya ipi yatırırsınız, böyle yapa yapa doldurursunuz. En üstüne de defne konur. Böylece teneke basılırdı. İpi çekince, üzüm diğer kattan kopar, yoksa üzümü başka türlü çıkaramazsınız. İncirlerimiz olurdu. Dağlarımızdan yağ, bağlarımızdan bal akardı. Cidden ama!"

"Madilaros denilen bir siyah üzümü vardı Urla'nın. Nadir bulunan bir üzümdü. Başka bölgelerdeki siyah üzümlere benzemiyordu. Topan dediğimiz, sert, çok sık ve kilosu da çok ağır olan bir salkım yapıyordu. Şarap bakımından da, nefis bir şarap oluşurdu. Rengi çok güzel, koyu bordo idi. Fazla tatlı olmadığı için, derecesi 11-12 arasında oluyordu. Çekirdeksiz üzümlerimiz de çok tatlı olduğu için 12-13 derece arasında şarap yapardı."

EVLİYA ÇELEBİ'NİN URLA'SI

Kitabın 65'nci sayfasında şu çarpıcı not yer alıyor:

Evliya Çelebi, Urla Çarşısı içinde gördüğü bir asmayı anlatırken, "Bu çarşının ortasında bir üzüm asması var ki, iki adam ancak kucaklayabilir. Dalları bütün çarşıyı kapatmıştır. Yüzlerce salkım üzüm, yol üzerinde sarkar. Her bağ sahibi, bu asmaya yeni bir aşı yaparak, üzerinde çeşit çeşit üzüm oluşturmuştur. Mesela, sarı, yeşil, kırmızı kış üzümü, kadın parmağı, tergömler, kıradana, kumla, rezaki, misket, bellece, alaca ve siyah üzüm ki, 37 türlü üzüm olur" diyerek yörenin zenginliğini vurguluyor.

Kitabın 66'ncı sayfasında ise toprağa emeği ile değer katan bir başka "Gerçek Urlalı"ya dair şu satırlar göze çarpıyor:

"1930'lardan bu yana yarımadayı avucunun için gibi tanıyan ziraat mühendisi seksen yaşındaki Atıf Atilla, şarapçılıkla ilgili Kuşçular köy kahvesinde yapılan bir Urla Kent Senatosu toplantısında, bağcılığın ne denli zahmetli bir iş olduğunu biraz da mizahi bir dille şöyle anlattı bize: Bağ yapmak kolay değil. Toprağı hazırlamak, havalandırmak için her yıl kirizma yapılır. Elli altmış santim derinlikte toprak, insan gücü, el emeği, bel ile tersyüz edilir, havalandırılır. Kirizma yapan kişinin avuçları öyle nasırlanır ki, avucunu kapatamaz. Her kim ki, kirizmadan sonra kahvede avcuyla çay bardağını kavrayabilirse, bütün kahve ona çay ısmarlardı. Nasırlı avucu ile çivi çakan bile vardı."

Urlalı'ların bir zamanlar bağlarına ne denli düşkün olduğunu, kitabın 67'nci sayfasında Algan Tümerk, bir anısını anlatarak, şunları söylüyor:

"Kırcalı Mehmet Amca iyi bir bağcıydı. Kaz Deresi'nde bağcılık yapar ve çok güzel üzümler yetiştirirdi. Urla Belediye Meclis Üyesi'ydi. Meclis'te yaşanan bir sürtüşme yüzünden, karısı Gülsüm yengeyi aldığı gibi İzmir'e taşındı. Tam da üzüm zamanı, Kırcalı, bir zembil üzüm satın alıp eve döndüğünde, Gülsüm Hanım bu duyuruma çok içerleyerek, 'Biz parayla üzüm satın alacak mıyız?' deyince, tası tarağı toplayıp Urla'ya dönmeye kara verirler."

(Kaz Deresi'ndeki, Necati Cumalı'nın eserinden sinemaya aktarılan Susuz Yaz filminin çevrildiği havuzlu bağ bir ara bizimdi. Kaz Deresinin üstünden, bizim eski bağın da dibinden şimdilerde Çeşme Otobanı geçiyor. Tabii ki, doğanın canına okudular, şu anki görüntü hiç de hoş değil! HM)

"Bir Varmış Urla" başlıklı kitabın 67. sayfasından yürek burkan bir başka enstantane:

"Eski Tarım Bakanı Nihat İyribozun oğlu Ziraat Mühendisi Demir İyriboz, 1955 yılında araştırma için gittiği ABD'nin Ohio kentinde tanıştığı Urlalı bir Ermeni ayakkabı tamircisi ile ilginç bir anısını paylaşıyor bizlerle: Urlalı Ermeni ile tanıştıktan sonra Urla'yı bildiğimi öğrenince, iç çekerek şunu sormuştu: Urla'da bağ bozumunda erkekler kızların pencerelerinin altında hala gitarla şarkılar çalıyor mu? Bağ bozumunda evlikler yapılıyor mu? Büyük şenlikler oluyor mu? Durakladım ve birden ne diyeceğimi şaşırdım. Sonra da, 'Evet, aynen devam ediyor' dedim. Yalan söyledim ama o kadar büyük bir özlemle sormuştu ki, tersini söyleyemezdim."

Bu anlamda kitaptan birkaç anı demeti daha:

Sayfa 73:

Saygı ve sevgi, yalnız büyükler için değil, küçükler için de geçerli idi diyerek, Rıza Duran anlatmayı sürdürüyor: Mesela babam, Git bakkal Haşim Amcandan evin ihtiyaçlarını al der, elime bir liste verirdi. Haşim Amca'ya gittiğimde, hemen bir sandalye verir altıma ya bir dilim helva keser ya da bir Urla gazozu ısmarlardı. Sonra da Hadi oğlum babana selam söyle der, ısmarlananları elime verir, beni uğurlardı. Onları çok arıyorum şimdi. O davranışları, kasabı, bakkalı, fırını. Şimdi nereye geldik.

İZMİR YANSA / URLA YANSA

Sayfa 74:

Girit Hanya mübadili anne babanın tek kız evladı Hilmiye Özbaladur. Önen'den, eski Urla'nın abartılı da olsa 'varlık ölçüsü'nü gösteren deyişler:

"İzmir yansa Urla yaptırır, Urla yansa İzmir yaptıramaz!"
"İzmir Valisi'nin bir faytonu varsa, Zihni Özbaladur'un dört faytonu vardır."
"Urla'nın en zenginlerinden Rum asıllı Efendioğlu Kosta'nın 41 kulesi vardı. (Kule yaklaşık 25 dönümlük bağı ifade ederdi.)"
"Bir kilogram üzüm, bir sarı liraya satılır!"
"Hüseyin Zere'nin evinde misafirler altın çatal bıçakla ağırlanır!"

Sayfa 80:

Nedim Atilla'nın dediği gibi, "Türkiye'nin henüz Nobel ödüllü edebiyatçısı yoktur ama Urla'nın var. Urla doğumlu Yorgo Seferis!" Urla, Seferis'in yaşamında öyle bir yer tutar ki, 1948-1950 yıllarında Ankara'da Yunanistan'ın Büyükelçisi iken yaptığı Anadolu gezilerinde, Urla'yı ihmal etmez ve doğduğu eve gelir.

Sayfa 81:

Rıza Duran anlatıyor:

"Urla'nın efsane devesinin sahibi 'Kısaların Hasan' idi. Güreşe çıkacağı zaman kıbleye diz çöker, yüzünü toprağa sürerdi. Bu hayvan adeta insan gibi davranırdı. Kısa boyunlu bir tülü idi. Ayağını hasmına insan gibi sarar, devirir, üzerinde otururdu. Kaybettiği güreş hiç olmadı. Tülünün fotoğrafları uzun süre Urla esnafının ayna kenarlarını süsledi. Her evde bir resmi bulunurdu. Necati Cumalı'nın bu efsane deveyi anlattığı uzun bir öyküsü var; Yenilmeyen!

Sayfa 82:

Urlanın ünlü şambalicisi Baki Usta, nargilesini fokurdatırken, şunları anlatıverdi: Kırk elli sene evvel, şubat mart aylarında develer getirilir, Mermer Çeşme'nin önüne bağlanırdı. Kısa Hasan'ın tülüsü, kara tülüyü yenecek deve yoktu. Nereye gittiyse hep yendi. Bir kere deveye daldı mı, bağ yapmadan durmazdı. Urla'da bundan başka Cıngıllı Hasan'ın develeri vardı.

(Çocukken en büyük zevkim, param olursa, Çarşı Camisi'nin bir kıyısında tezgahı duran Baki Usta'nın tepsisinden bir dilim şambali yemekti. HM)

Sayfa 86:

Salvator Eskinazi anlatıyor:
"Biz Museviler, Türkler'in arasında oturuyorduk. Rumlar da Köprübaşı'nın üzerinde otururlardı. Üst tarafı tamamen Rum'du. Rumlar giderken bütün oraları yakıp yıktılar. 1933-1934 yıllarında Urla'da 3 tane okul vardı. Ortaokul yoktu. 1934'te tahsil yüzünden İzmir'e göçtük. Ondan sonra bir gece işittik ki Hükümet Konağı yanıyor. Nüfüs Dairesi, tapu dairesi, bütün kayıtlar orada idi. Mahkemesi bile onun içinde idi. Bir katı tamamen yandı. Yandıktan sonra yanmayan katı da ortadan kaldırdılar. Hükümet şimdiki yerine taşındı. Ama bütün evraklar yandı, yok oldu. Kayıtlar yeniden Ankara'daki arşivden geldi."
...
Nokta.

25 Mart 2017
Hayrullah Mahmud