10 Mart 2017 Cuma

Aslı ve Karikatürü


Biz “çok bilmiş” solcular analoji yapmayı, yani bugünü tarihte yaşanmış olaylarla kıyaslamayı pek severiz. Fakat son zamanlarda bu konudaki tekelimizi kaybetmeye başladık. Her önüne gelen Hitler de seçimle iktidara gelmişti” diye başlayan şeyler yazmaya başladı.
İnsan ister istemez düşünüyor, acaba öyle mi, diye. Bendeniz genellikle farklılıklar üzerinde düşünme eğilimindeyim. Bir kere Hitler dinsizdi; “providans”a, yani takdir-i ilâhi’ye, gizemli bir gücün kendisine açtığı kader yolunda yürüdüğüne inanırdı. Hem Katolik hem de Protestan Kilisesi’ne “tahayyül edilebilecek en iğrenç kurumlar” diye saldırmış, 1937’de “Hıristiyanlığın yok olma (untergang) zamanı geldi!” diye bağırıp çağırmıştır (Kershaw, 2009, s. 72).
İktidara geliş biçimleri de çok farklı. Bizimki iktisadi krizin açtığı siyasi bir boşluğu doldurması için ABD tarafından imal edilerek iktidara yerleştirildi. Hitler sokaklarda insanları öldürerek, komünizm tehlikesine karşı kendisini Alman büyük burjuvazisine kabul ettirerek iktidara geldi.
Alman Üniversiteler Yasası 1935’te çıkarıldı. Rektörler artık üniversitelerin “Führer”i olacaklardı. Yahudi, komünist ve sosyal demokrat öğretim üyeleri üniversiteden dövülerek atıldılar, “kitap yakma şenlikleri” düzenlendi. Bizde henüz böyle şeyler yok. Fakültelerin kadrolarını boşaltıyorlar sadece. SBF ve İLEF öğretim üyeleri yerlerde sürüklenerek gözaltına alındılar gerçi, fakat polisin rolünü üstlenen öğrenciler henüz harekete geçmediler, hocalarını döverek kitaplarını yakmadılar.
Ünlü varoluşçu filozof Martin Heidegger 1930’larda Freiburg Üniversitesi’nin rektörü, aynı zamanda Nazi Partisi üyesiydi. 1945’te pişmanlığını bildirdi. Heidegger gibi bir adamı Rektör Erkan İbiş’le kıyaslayabilir misiniz? Alakası yok.
Peki hukukçular? Carl Schmitt mesela, Nazilerin hukuk teorisyeniydi. “Egemen olağanüstü hale karar verendir” görüşü hâlâ tartışılır. Bu hukuk teorisyenini Burhan Kuzu’yla ya da CNN-Türk röportajında sıradan bir demagog olarak boy gösteren, yeni anayasamızın kurucu iradesi Mehmet Uçum’la kıyaslayabilir miyiz?
Hitler’in maliye bakanı, “sihirbaz maliyeci” diye anılan Hjalmar Schacht ile Jöleli Yiğit Bulut’u; bir komploya kurban giden Alman Genel Kurmay Başkanı (Generalfeldmareşal) Werner von Blomberg ile Sayın İlker Başbuğ’u ya da General Fritsch davasıyla “Kafes ve Balyoz” davalarını kıyaslayarak asabınızı bozmak istemem.
Ancak Varlık Fonu konusunda bire bir benzerlik olduğunu söyleyebilirim. Bir anarko-komünist olan Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye adlı kitabında (bu kitabı yeniden basacak babayiğit bir yayıncı yok mu?) merhum Bülent Tanör’ün (81 yaşındaki eşi Öget Tanör geçenlerde üniversiteden atıldı) çevirisiyle şöyle der: “Faşist devletin dev harcamaları resmî bütçede görülmemelidir ... Devlet ... tasarrufları kasalarında toplayan bütün mali kuruluşlar (tasarruf sandıkları, çeşitli yarı-kamusal kurumlar, bankalar) üzerinde amansız bir denetime girişir. ... Bu kurumların işleyişi üzerindeki gözetim hakkı, devlete, biriken tasarrufları kendi elinin altında tutabilme, bunları dilediği gibi kullanabilme imkânlarını sağlar” (Suda Yayınları, 1975, s. 342).
Bir şeyin aslıyla karikatürünü karıştırmayalım. Önce ateş edip sonra nişan almayalım. Peki, önceki iktidarlardan farklı olduğuna, fiili durumlar yaratarak rejimi değiştirmeye teşebbüs ettiğine göre buna ne diyeceğiz? Faşizmin İslamî versiyonu desek... Tamam, “diktatör” demeyelim; zaten diktatör dediğin, kadim Roma’da Senato tarafından atanan ve olağanüstü yetkilerle donatılan kişilere (magistra) verilen bir unvandır. Bizde böyle bir durum var mı? Yok! Ne senato var, ne de magistratus!
Görüldüğü gibi, kafam karışık. Bir türlü netleşemiyorum. Fakat bu sorunun yakında çözüleceğini düşünüyorum, zira ister “evet” ister “hayır” çıksın, Nisan’dan sonra bu diktatörlük ve faşizm konularını şekil üzerinde gösterme imkânımız olacak. Olacak mı sahiden?  
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/14.02.2017