AKP bitmiştir, Kemalizm kazanmıştır
Akepe bitiyor, benim gözümde akepe bitmiştir; İslami hükümet
denemesi bir daha gelmemek üzere bitmiştir. Tabii bunun bir sonucu var, Kemalizm kazanmıştır, bunu açıklıkla
söyleyeceğiz.
Niye “akepe
bitmiştir” diyoruz, bir defa bizim ısrarla söylediğimiz gibi, akepeliler hiçbir şey yapmadılar, her şey
bunlar için yapıldı. Gelmediler, getirildiler. Şimdi burada yapacağımız bir
ek var. Büyük Ortadoğu projesi ile
bunların kuruluşu aynıdır, hatta şunu da söyleyebiliriz, akepe’yi büyük Ortadoğu projesi için
kurdular. Bunları iktidara 2001 yılında getirenler, orayla bağlantılıydı. Hüseyin Kıvrıkoğlu, arkada bir yerde
dünya Yahudiliğinin küçük bir ajanı olan Kemal Derviş, öbürleri ve Hilmi Özkök, bunların
akepe’yi isteyenlerle bağlantıları vardı. Tamamen bir Amerikan ve İsrail
projesi.
İki şey bir daha
Türkiye’ye gelmeyecek. Bir, Türkiye
bir daha döviz bulamayacak, ne demektir bu: turizm Türkiye için artık yoktur. Bunu zaten herkes kabul ediyor, bir de tekstil yoktur. Burada bir
parantez açmak istiyorum: Birinci Beş
Yıllık Plan’a bakarsanız, dış turizm yoktur, tekstil de yoktur, hele hele
inşaat hiç yoktur. Birinci Plan’da bunlar yer almaz. Bunları getirenlerin kalkınma
ile şununla bununla hiçbir ilgileri yoktur. Bizim görüşümüz budur. Biz ne
dedik, turizm olabilir, dedik. Ama aynı zamanda çok net bir şekilde, dış turizm
değil, dedik. Planlama’dan ayrılmadığımız sürece de denizlerin kenarına
apartman dedikleri o uzun direkleri dikmenin cinayet olduğunu söyledik. Şimdi
turizm bitince bütün deniz kenarların bitiyor.
Peki, turizm ne
zaman başladı, nasıl başladı; Akçakoca ile, Erdek ile başladı. Akçakoca ve Erdek diye iki
yer vardır, duymuşsunuzdur.
…
benim söylediğim 1950’li yılların ortasıdır. Turizm buydu, daha çok küçük
burjuvaların, memurların işiydi… yazın yaylaya çıkardık. Bir parantez açayım,
onun adı yayla değildir, Farisi’dir, yaylak’tır;
yine onun adı kışla değildir, kışlak’tır.
Bilmeyenler öğrensin. Ailem ünlü Soğukoluk’a giderdi, Sabancılar
oradaydı. Sakıp benden birkaç yaş büyük, Has’lardan Kemal oradaydı, o da benden birkaç yaş
büyüktür. Biz onlarla aynı yerde, Soğukoluk’ta
buluşurduk. Adana’nın, Antep’in, Suriye’nin en zenginleri orada buluşurdu, biz sabahtan akşama kadar
orada poker oynardık…
zenginlerin deniz diye bir bilgisi yoktu, denizi bilmezlerdi…
Okan İrtem: Ama bu anlattıklarınız yine de
Adana, Çukurova burjuvazisinin anlayışı. İstanbul burjuvazisinin denize tatili
gibi bir alışkanlığı var mıydı?
Onlar da bilmezler, Erdek’e, Bodrum’a
gitmeyi bilmezlerdi. Bodrum’a gidenler,
12 Mart Darbesi’nde üniversiteden kovulanlardı. Bodrum’a kolay gidilemiyordu çünkü otobüsler aşağıya inmiyorlardı. Marmaris’e daha rahat bir biçimde
gidiliyordu. Bodrum’a giden
Halikarnas Balıkçısı’dır, biliyorsunuz değil mi, Cevat Şakir. Bodrum’a insanlar
vapurla gelirdi, benim üniversiteden kovulan arkadaşlarım oralara gittiler.. Bodrum’a ilk defa solcular gitti… deniz turizmi
Avrupa’yı bilen solcu aydınların işi oldu, zaten
Türkiye’de solcu aydınlar ne yaparsa, zengin çocukları onları takip ederler,
bunu unutmayın.
Şimdi turizm
bitiyor. Biz Planlama’da turizme bu kadar önem verilmesine çok karşı çıktık; bu
kalkınmacı bir iş değildir, dedik. Üç
şeye çok net bir biçimde karşı çıktık: turizm,
inşaat, tekstil. Biz bunlara “TİT”
dedik, ben “bu bir TİT sektörüdür”, dedim. TİT nedir, Türk İntikam Tugayı’dır, faşist bir örgüttür. Biz “TİT
Türkiye’yi mahvedecektir,” dedik ve Türkiye’yi mahvetti. Çok kolay bir şey
olduğu için İslamcılığı yaydı, tembel IŞİDir. Peki, bundan sonra bu
sektörler olur mu, hayır. Turizm uçarı kız gibidir, oradan oraya gider. Artık
bizden gitti. Bitmiştir.
Zaten ne yapıyorlardı turistler geldiklerinde,
otellere gidiyorlardı, yiyorlar içiyorlar kalkıyorlar, hiçbir şey yaptıkları
yok. Gidip bir yeri gezmek görmek yok, bitmiştir bu. O yüzden de Afrika’ya
gitmeler çoğaldı, oralara gidiyorlar.
İslam bitmiştir ve bir
daha Türkiye’ye gelmeyecektir. Bu dönem bitmiştir ve kim ne yaparsa yapsın
akepe’yi iktidarda tutamaz. Daha önce ne dedik, nasıl ifade ettik, “evlerinizden, yastık altından
dolarları getir, bilmem neleri getir,” diyorlar,
kimse getirmez dedik. Şu anda da vergileri indiriyor, bilmem neyi indiriyor,
bunlarla hiçbir şey olmaz. Kimse çok muhtaç değilse, biraz daha ucuzladığı için
alışveriş yapmaz. Nasıl alır, bir şeye ihtiyacı vardır, iki ay sonra alacaksa
şimdi alır, ancak bu şekilde olur, başka türlü almaz. Akepe bitmiştir, yerine kim gelir, onu bilemeyiz ama şunu
söyleyebiliriz, Deniz Baykal ile Kemal Kılıçdaroğlu orada kaldığı müddetçe akepe değişmez.
Tekrar ediyorum, onlar orada kaldığı müddetçe akepe değişmez.
Bahçeli zaten gidiyor, seçimlerde başka bir hikaye olmazsa Bahçeli gidiyor,
o da bitmiştir. Çünkü mehepe’de daha
ciddi bir muhalefet başladı; üstelik bu cehepe’deki eş başkanlar gibi, Baykal ve Kılıçdaroğlu
gibi kıvırmıyorlar da, açıkça hayır diyorlar.
Ancak cehepe, Baykal ile Kılıçdaroğlu,
eşbaşkanlar, bitmiş bir partiyi
iktidarda tutuyorlar. Ben 2006’da şunu söyledim, o zaman televizyonlar bana
açıktı, “Deniz Baykal, Deniz Baykal,
biraz muhalefet yap” dedim. O zaman Baykal’ın
bir tutsak olduğunu bilmiyordum. 2002’de Deniz Baykal’ın tutsak edilmesi,
Amerika’nın akepe’yi iktidara getiren en önemli oyunlarından bir tanesidir.
Ben hapishanede Doğu Perinçek’e “sen akepeli’sin” dedim, “bütününüz akepeli’dir” dedim. 2001’de
yani akepe kurulurken Bahçeli’nin akepeli olduğunu söyledim, şimdi
oynuyorum.
Bunun
teorisini de kurdum, hangi teoriyi kurdum, size Palmolive sabun ile öbür sabunlar arasında hiçbir fark olmadığını
söyledim. Bize Amerika’da iktisatta bunları
öğretirlerdi, bunların arasında
hiçbir fark yoktur ama farklıymış gibi söylerler, derlerdi. O zaman müşterisi
biraz daha fazla olur. Bunu söyledim mi, söyledim. Bizim Amerikan iktisadı
için en önemli örneklerimizden biri budur, ürünler
birbirlerine çok benzerler ama farklı derler…
Şimdi Davutoğlu’nun nesi çıktı
ortaya, bütün büyükelçileri Fatih Lisesi’nden,
Fethullah’ın okullarından almıştı. Kılıçdaroğlu’nun bütün danışmanları da Fethullahçı çıktı. Tayyip Bey dokunuyor mu, hayır; ben Tayyip Bey’in yerinde olsam dokunur muyum, hayır; Kılıçdaroğlu’ndan tutsak bir adam bulunmaz. Kemal’in kardeşi Celal,
“ağabeyim Kabe’ye gitti, sonra geldi,
geldikten sonra Adnan Kahveci onu Maliye
Bakanlığı’ndan şube müdürü yaptı”, dedi. Adnan
Kahveci o sırada ANAP’lı bir bakandı. İkincisi, Aleviler Kabe’ye gitmezler; umre için de olsa, başka şey için de olsa bir tanesi gitmez. Kemal Kılıçdaroğlu’nun
hangi bayrağa selam verdiğini, hangi peygambere bağlı olduğunu kimse bilemez.
Ben bilirim, ben onun Karay
olduğunu bilirim, çok güzel bir şiirim de var, tabii şiiri
İngilizler’den çaldım, onlar şöyle der: “All
the babies look like each other, they in turn look like Winston Churchill”.
Benim şiirim de “Bütün Karaylar Kaya Çilingiroğlu’na
benzer” der.
Tayyip Beyefendi ile Trump 6 Şubat’ta konuşmuşlar ve 9 Şubat’ta da cia başkanı gelmiş. Cia
başkanı gelmeden önce de Trump Erdoğan’a “sana
cia başkanımı gönderiyorum, onunla her şeyi konuş, benim gibi bir adamdır”
demiş. Türkiye tarihinde Türkiye’ye bu statüde bir adamın gelişi
ve bu şekilde cumhurbaşkanıyla yanında kimse olmadan konuşması bir ilktir.
Hakan Fidan’ın varlığıyla yokluğu birdir. Ertuğrul (Özkök) yine bir mektup yazmış bana, “Hulusi Bey yanına Fidan’ı da alıp Yalçın Küçük’e gidecek misin”
demiş. Benim yanıma gelirken niye alacak Fidan’ı,
Fidan nedir, bir astsubay, astsubayları
küçümsemiyorum, orduda, savaşlarda astsubaylar çok çok önemlidir, ama Hakan Fidan ne bilecek.
Deniz Hakan: Erdoğan’ın konuşma sırasında
yanında kim olduğundan ziyade, ortada bir statü sorunu var. Erdoğan
cumhurbaşkanı, diğer CIA başkanı.
Olmaz öyle şey, bu Johnson mektubu gibi bir şeydir. Johnson
gibi bir adam, ikinci başkan bir mektup yazmıştı. Ona benziyor.
Nedir bu, Trump
gelinceye kadar Erdoğan ile hiç konuşmadı,
herkesle konuştu. Erdoğan ile konuşmadığı dönemde özellikle askeri düzeyde çok çeşitli görüşmeler
olduğunu biliyoruz. Bu sırada Türkiye sınavdaydı, Trump
cia başkanını ne zaman gönderdi,
600’den fazla IŞİD’li yakalandığında gönderdi. Bunlardan şunu anlıyoruz, herkes
bunu anlayacak, Trump dedi ki, “IŞİD temizle, ben adam gönderirim sana, IŞİD’i temizlemezsen adam
göndermem. Benim adamlarım var, onlarla iyi konuş, onlarla her şeyi
konuşabilirsin, sanki karşındaki kişi benmişim gibi konuş” dedi.
Konuştular. Asıl işleri MİT müsteşarı
ile konuştular. Tayyip Bey muhtemelen “siz konuşun” dedi. Nerede IŞİD var, cia ile ne yapılacak,
nereye bölge kurulacak, onu konuştular. Trump’ın
başkan olup bütün dünya ile görüşüp Tayyip Bey
ile görüşmediği bu dönemde Tayyip Bey “silahlı kuvvetlerimizi daha kuzeye
çekiyoruz”, dedi. Sonra onu da değiştirdi, ama o dönem bunları söyledi.
Halbuki biz de çok inanmıştık, kime çok inanmıştık Tayyip Bey’e, ne demişlerdi, Emevi Camii’nde namaz kılacağız demişlerdi. Camide namaz kılmak nedir, orayı
almaktır, biz orayı alacağız, dediler. Şimdi
geri çekildiler. Bunu söylüyoruz. Buraya bir de şu notu almışım, Abdülkadir Selvi, bu
görüşmelerin perde arkasını yazıyorum, demiş. Bu işlerin perde arkasını Selvi ne
bilir, Fidan’dan öğrendiklerini oraya yazıyor,
perde arkası diyor, çok mu önemli.
Bir de şu var, tarihçilerin bir kısmı kaybolur, bana göre çok
sevgili arkadaşım İlber Ortaylı tarihçilikte
kayboluyor. Şimdi burada bir tarih söyleyeceğim, nedir, bir kız çıktı, hanedan
ailesindenmiş, tehdit ediyor, şu Mustafa Kemal’i
koruma kanunu kalksa, o zaman beni görürsünüz, diyor. Vay vay vay. Ne cahil bir
kız. İlber
Hocam tarihçi ol, bu kıza cevabı ver,
vermezsen asistanın Murat Bardakçı cevap
verecek. Siz bu kıza cevap vermezseniz iki elim yakanızdan düşmez. Zengin bir
adamın gazetesinde yazıyorsunuz diye tarihi mi unutacaksınız. Kim bu kız!
Bir bilgi verebilir miyim, IŞİD’in diğer İslami hareketlerden farkı nedir, bir halife
çıkarttı, halifeyi kim ister, emperyalistler ister, çok yeni şeyler yazacağım
yeni kitaplarımda. Trump ne diyor, IŞİD’i Obama
kurdu, diyor. Ben IŞİD’i Obama’nın kurduğuna inanmıyorum ama IŞİD’i Obama’nın
yaşattığından hiçbir kuşkum yok, Trump’ın
söylediği bu açıdan doğrudur. Bütün bu işler oğul Bush’un
Büyük Ortadoğu Projesi sırasında
çıktı. Yeni bilgi veriyorum, Yalçın Küçük uydurur,
uyduruyorum, akepe’nin kuruluşu da büyük
Ortadoğu projesi ile denktir. Şöyle düşünmüş olduklarını düşünebiliriz. Amerika
Büyük Ortadoğu Projesini ortaya attığı zaman Türkiye’de bir akepe mutlaka
gereklidir.
Devam ediyoruz, emperyalizm
her zaman mevcut şehzadeyi ortadan
kaldırıp yeni şehzade getirmek ister. Sykes-Picot
planlandığı sıralarda İngiliz emperyalizmi kimi halife yapmak istiyordu?
Deniz Hakan: Emir Hüseyin.
Peki kimi istemiyordu, o
sıradaki şehzadeyi istemiyordu. Kimdi
o, Mehmed Reşad. Bütün emperyalistler o adama, o şehzadeye Mustafa
Kemal’den daha fazla düşmandılar. O adam, Mustafa
Kemal’den önceki Kemalistti; kızı kısa etekler giyerdi, çok moderndiler.
Mustafa Kemal öncesi dönemden söz
ediyorum. Yeni kitaplarımda şunları da araştıracağım: Bizdeki halifeler moderndiler, İngiliz emperyalizmi bunları mı uzaklaştırmak
istiyordu, araştıracağım.
Deniz Hakan: Ama
o dönem emperyalistler İslam’a karşı da halife istiyorlar. Panislamizme karşı
kendi İslam’larını istiyorlar.
Çok doğru. Peki, buradaki sorun ne, buradaki sorun şu, bir üçüncü keşfimizi açıklıyoruz, 1916’ya Sykes-Picot’ya geldiğimiz sırada
emperyalist tarafın bir tek askeri yoktu. Tarihimize bakın, Gelibolu’ya kim geldi, Siyonist Katır Birliği,
küçücük bir birlik, Siyonistler gönderdi, İngilizler “aman gönderin” dediler.
Anzaklar geldi.
Okan İrtem: Kendi içlerinde de çok tartışma var o sıralarda.
İngiliz yöneticilerinden bir kısmı aşağıya, İskenderun tarafına doğru çıkarma
yapmak istiyor. Dolayısıyla İngiliz devleti de pek yekpare değil o dönemde.
Deniz Hakan:
Ancak komutanların çoğunluğu İngiliz askerlerini Batı’da, Avrupa’da tutmaktan
yana. Ortadoğu’ya ayıracak asker bulamıyorlar. Sykes-Picot’ya gelindiğinde
İngiliz emperyalizmi İngiliz askerlerini kullanamayacak durumda.
İkinci Dünya
Savaşı
biterken de böyleydi. Truman Yunanistan ile
bizi, emperyalizmin koruma şemsiyesi altına alan o meşhur Truman Doktrini’ni söylediği zamanlarda, emperyalistlerin bir tek
askeri yoktu, benim kitaplarımda var. İngiltere’nin o sıradaki Dışişleri Bakanı
Bevin’di, bayram yaptı, “kurtulduk” dedi. Çünkü bir
tek adamları yoktu.
Şimdi kim var buralarda, Türkler var ama Amerika
Türklere güvenmiyor, bütün sorun burada. Türkler savaşmak istiyor, Amerika “sen dur gardaşım, sen bizim anlamadığımız savaşlar
yapıyorsun” diyor.
Deniz Hakan:
Üstelik Türkiye’nin iki kanadına
da güvenmiyor. Ne orduya ne Erdoğan’a. Çuval olayı belki ilkinin en net
göstergelerindendi. Erdoğan’a da hiç güvenmiyor.
Tabii,
hiç güvenmiyor. Aynı şekilde, Trump Barzani’ye de güvenmiyor.
Okan İrtem: Bu yoruma nasıl varıyorsunuz?
Disiplinli değil, o da Nakşibendi bilmem ne,
ne yapacağı belli değil. Sorunlar bunlar. Orada
ellerinde Kürtler var, Kemalizm’in eğitiminden geçmiş Kürtler var. Her şeye
rağmen disiplin nedir biliyor diğerleri.
Rusya daha önce ne demişti, Lavrov “ey Türkler
siz suç erbabı ile beraber, IŞİD ile işler yaptınız” ve Medvedev ise “büyükelçinin
öldürülmesine çok ağır ceza vereceğiz” demişti. İşte bu iki haber her gün
orada (Sputnik) idi. Ve Putin bütün o
idareciliğine rağmen Türkiye’ye karşı sertleşti. Soru şudur, Putin’in uçaklarının üç Türk
askerini öldürmesi bu cezanın bir parçası mıdır yoksa hata mıdır, Allah bilir.
Türklerin kendilerine izafe ettikleri,
kendilerine yakıştırdıkları balayı
yoksa bitti mi; tabii biz takip
ettiğimizde öyle bir balayı zaten görmüyoruz. Ama yine de çabuk bitti, niye çabuk bitti, bana göre Tayyip Bey Trump’ın kendisine mektup yazması, adam göndermesi
için çok istekli davrandı.
Truman, "Jön" Bush,
Trump eksikli
insanlardır. Truman'ı hatırlamıyorum, o
zaman pek çocuktum, ancak başkan olduğunu hep "alık" olarak anıldığını biliyorum, hep gülerdi ve her
sözüne gülerlerdi. Büyük başkan işte
budur. Hem Bush'un
ve hem de Trump'ın seçilmeden başkan oldukları
genel kanıdır. Amerika'da seçilmeyenlerin başkan olmaları ve başkanların öldürmeleri
ve öldürülmeleri çok doğaldır.
Roosevelt'in öldürülmüş olma ihtimalini Fitne'de yazdım ve tabii bunu, Amerikan kaynaklardan, kitaplarından
aldım, yalnız, hiç bir tepki göremiyoruz. Yapanları da koruma var, hiç kimseden
kuşkulanma söz konusu olmuyor. Yazılmamaktadır, demek durumundayım.
Perry Anderson'ın, "American
Foreign Policy and Its Thinkers" sınırlı olmakla birlikte son derece
düşündürücüdür. Bir, "since the
second world war, presidential lawlessness has been the rule rather than
exception" diyor, ve bunu doğrudan doğruya, ikinci dünya savaşından
beri başkanlar yasa dışıdır" şeklinde anlıyor. Ne demek, Nixon'un formüle ettiği "dictum" açıklıyor ve Nixon,
"if the president does it, that
means it is not illegal", bunu da başkanın her yaptığı yasaldır
şeklinde anlıyoruz. Daha geniş tutabiliriz, savaşta da yasa dışı eylemleri
açıklamak bir tür suç olmaktadır ve bunu yapanlar müthiş işkence görüyorlar.
Anderson, başkanlar ile
mafya aileler arasında bir benzerlik kuruyor; bunu da,"omerta, the code of silence about the mafia's activities
observed by its members and associates", eğer mafya
kendinden birisini ortadan kaldırıyorsa, mafya üyelerine sessiz kalmak
düşmektedir. Yasaların dışında kabul edilen Amerikan
başkanları bir "iş" yaparsa, omerta ilkedir, herkes sessiz
kalacaktır. Çok güzel, şimdi daha iyi anlıyoruz; Roosevelt'in eşi, çünkü ölümünden hemen önceki
günlerde, eşinden aldığı mektuplarda sadece neşe ve sağlık okumuştu. Sesini
çıkaramadı; bağırmadı ve çağırmadı. Robert Kennedy'nin
durumu da aynıdır ve iki kardeş öldürüldükten sonra başkanlık için aday olmayı
bekleyen Edward Kennedy sadece ölümsüzlüğe
şükreder yaşamayı tercih etmişti. Buradayız.
Gülüş'ü, Hande
Fırat’ı, bir "15 Temmuz
Gecesi" kaldırdılar, beyazlar giydirdiler ve uçurdular. Çok
şaşırmıştım. Kendi kendime neler anlatıyor, demiştim ve sonra bir "Kelebek" gecesi Aydın Bey Doğan, "ben
süfle ettim" dediler de rahatladım. Şimdi ise kızcağızın bir "rahatsız" kelimesi için hiç
rahatını bırakmadılar.
Hande Hanım'ın, "rahatsız"
sözcüğünden dolayı üstüne çok geldiler ve bravo Hande'ye,
kılı dahi kımıldamadı. Hiç korkmadı ve hiç geri adım atmadı. Güzel, "bizim
oralarda" bu türe "erkek
kız" diyorlar.
Ancak Hulusi Bey'e çok
şaşırdım, "ben demedim"
dedi, durdu. Ortadaki durumdan rahatsız olmamak mümkün mü; bu arada not etmek
istiyorum, pek uzun zaman var, Hürriyet
okumuyoruz. Artık biz maaile "Portakal'cı"
olduk. Akşam olduğu zaman karşısına geçiyoruz, Fox'da Fatih Üstadı dinliyoruz, bir defa Nutuk
veriyor, bilgilerimizi tekrarlıyoruz. Atatürk'ü
tekrar sevdiriyor. Diğer taraftan Suriye savaşını hem anlatıyor ve hem
tartışıyor. Artık Hürriyet hiç
okumuyoruz.
Fikret Bila ve Abdüllatif Şener,
Gazi'de benim doktora öğrencimdiler.
Fikret çok
akıllıdır, haberi çok iyi yazardı; Abdüllatif
başbakan yardımcısı iken en geç iki
haftada bir birlikte yemek yerdik, başkaları da bulunurdu, iyi yerlere
giderdik. Abdüllatif beni biraz "müslüman", daha doğrusu
mistik buluyordu, böyle bulanlar çoktur, ben de Latif'i
fazla solcu sayardım. Güzel
yemeklerdi ve ne güzel, Latif, akepe'den uzaklaştı ve Fikret ise çok yaklaştı. Olağanüstü Tayyibi'dir ve Hürriyet'te bir tek yazısını okuyabildim.
Bihakkın artık yöneticidir, daha iyisini
bulamazlar.
Sedat da genç gazeteci iken, Cumhuriyet'teydi,
yakınım bilirdim. TİP sempatizanıydı ve amma, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Devlet
Bey ile birlikte akepe hükümetinin
kuruluşunda, 2002’de en büyük rolü
olandır. Hoş,
herhalde, son haber ile Tayyip Bey çok rahatsız
olmuştur.
Son haber, diyorum, Fatih
Portakal çok ince iş yapıyordu, "Fikri Işık bunu Genelkurmay'dan önce
söyledi" diyordu, savaşla ilgili her şeyi önce ondan
öğrendiğimizi söylüyordu ve ben böyle savunma bakanını ilk defa görüyordum. Bu
ayrı, bu "rahatsız" rahatsızlığından sonra Fikri
Işık bir de açıklama verdi ki, "Varsa söyleyeceğiniz bir
şey bana söyleyin," diyordu; Hulusi
Bey'i Tayyip Bey’in yanında uçağa
giderken gördüm, hâlâ rahatsız görünüyordu. Buradayız.
Genelkurmay'ı
yok etmemek gerekiyor, genelkurmay yoksa ordu hareketi ve gücü yoktur.
Gülüş'ün "karargah rahatsız" işareti ile, Gülüş bir sendromu açıklamış oluyordu, Fikri
Işık için bir hatırlatmadır. Arka
bir yere çekildiğini görüyoruz.
Yalnız şimdi de Çavuşoğlu
var; sık sık "vururuz" çıkışını yapıyorlar. Dışişleri bakanlarının böyle bir imkanını
bilmiyoruz. Karşı tarafın, teknik deyim ile, "düşman" tarafın önem
vermesi imkansızdır. Ciddiye almazlar.
Hulusi Paşa, Suriye'den
artık döneriz, şeklinde de konuştu. Fikri Işık'ın
tabii askerlik tecrübesi çok azdır, yaptı mı, bilmiyorum ve ben Hulusi Paşa'nın daha ilerisini göremediği sonucuna
vardım. Devamı halinde, kimin sorumluluğu olduğu tartışması
mutlaktır. Buradan uzak kalmaya çalıştığını anlıyoruz.
Ve "rahatsız"
sendromundan ve Tayyip Erdoğan'ın Hulusi Bey'i yanına alıp Pakistan'a davet etmesinden sonra Fikri
Beyefendi'nin ağzını açmadığını biliyoruz. Sesi çıkmamıştır, çok güzel,
savunma bakanı mı, böyle olmalıdır.
Ve "Yoldaş"
okuyoruz, s-put-nik, internetini
kastediyorum, hocayız ve işportacıyız, tekrarlarız, iki anlamı var, ya
"satellite", “uydu” ya da "yoldaş" ve gördüğüm, Suriye Ordusu güçlenmektedir, Rus uçakları var, dünyanın öbür
ucundan da füze atıyorlar, Kürtler ise öğrendiler, üstelik Amerika her zaman
yeni ve güçlü silahlar vermektedir. Bir genelkurmay başkanının bunları hesaba
katması gereklidir ve yerindedir.
Beş ciltlik ve belki, beş yıl sürecek, 1916 yılından
başlamak üzere, yeni bir "Tezler"
dizisine hazırlanıyorum. Bir, siz de söylediniz, Birinci
Dünya savaşında emperyalistlerin, Büyük Britanya, bizim bu bölgede, hemen hemen
hiç askeri olmadı. Hatırlamak kolaydır, Hintlileri sürdüler, bizim
İskenderiye'de eğittiler, Siyonist katırları Gelibolu'ya getirdiler, bir
kısmını, Kudüs'te kullandılar ve aynı Arap aşiretinden dört devlet yaptılar,
güya asker yaptılar, Suriye'nin reddettiğini biliyoruz.
Şimdi Amerika'nın hali, işte budur, "proxy"
askerler ile savaşmak zorundadır. Bu, Jön Bush'un, Obama'nın ve Trump'ın yoludur. Bir nokta daha, Truman döneminden beri, 1947 yılını alabiliriz,
Amerika'da dış politikasının en genel hatları değişmemektedir. Ve Trump, Jön Bush kadar
akıldan zayıftır, ayarı tutturamamakta ve keskin çıkışlarda ısrar etmektedir.
Şunu söyleyebiliriz, "ya gider ya gider"
ve buradan devam edeceğiz.
Trump, işleri, popülist ve şoven subaylara teslim etmiştir.
Suriye Komiseri McGurk yerindedir ve Obama'nın
getirdiği bir adamdır. Biz
"Amerikalılar" Suriye'de başarılıyız, demektedir. Kürtlerden çok memnunuz, ilave etmektedir.
Ve bir de "PKK, Türkiye'yi ciddi
bir şekilde tehdit etmektedir, bunu tanımalıyız" demektedir. McGurk'e inanacak olursak, “PKK çok zarar veriyor” ve "Türkiye’yi
PKK ya karşı korumak istiyoruz" ibaresi de var.
Ancak Kuzey'deki Kürtleri de kuvvetlendirmek
planlarını açıklıyor. Ve şu cümle de var, "Kürtler
Suriye'nin bir parçası olmak istiyor". Bundan memnundurlar.
Ve ben 2014
yılında, ortada fol yok ve yumurta yokken, "Obama
Doktrini" yazdım. Başta Obama vardı ve Obama dedik, şimdi 2. Truman Doktrini de diyebiliriz. Amerika'nın bu
bölgede, Türkleri değil, Kürtleri birinci kavim yapmak istediğini ilan ettim.
Ben yazdım, ancak şimdi tekrarlarken çok şaşırıyorum, peki nasıl yazdım ve
bilmiyorum. Bilmiyorum ve bunların yüzde birini bilsem ve
genelkurmay başkanı olsam, titrerim. Ben Gülüş'ün
başına yıkmak istedikleri bir yanı çok basit, diğer yanı çok bürokratik, asıl
yanı çok yararlı bu yazışmadan neden rahatsız oldular, anlayamadım. Ancak Gülüş, çok "erkek" çıktılar.
Bilmiyordum.
Belki tekrardır, Cumhuriyet var, az zamanda çok ve
büyük işler yaptık ve doğrudur. Ancak Truman Doktrini ile bambaşka insanlar
olduk. Servet-i Fünun ile bir yepyeni bir biçim vardı, hem Soğuk Savaş'ta ve
hem de Truman Doktrini'nde ise Amerikan formuna girdik.
Artık, "modern" insanlar oluyorduk. Amerikan
peyniri yiyor, evlerimize dağıtılan Amerikan sütü içiyorduk. Artık başka "Türk" olmuştuk ve Türkiye bizimdir ve
Türklerindir.
Şimdi yeni bir
durumdur. Silivri'de mahkeme salonlarında, “bunlar bize artık ‘ancien regime’ muamelesi
uygulayacaklar ve uyguluyorlar, demiştim. Kızanlar oldu, "yapmazlar"
ve hatta "izin vermeyiz" sesleri yükseldi, ama kendilerine göre
yaptılar. Ve şimdi, artık
bu topraklarda, Türkler ikinci kavimdir, diyorum. Ben demiyorum, söylenenleri
okuyorum.
Olanları "okumuyoruz", 2004
yılında olabilir, Amerikalılar, Irak'ta askerlerimize çuval geçirdiler. Biz ya
anlamadık ya da anlamak istemiyorduk; Türk askerleri bu topraklara girince zapt etmek
istiyorlar ve bir daha çıkmazlar, diyorlardı ve dediler.
Kapılar
kapalıdır. Emevi Camii'nde namaz hayaldir. Belki Hulusi Paşa bunu
anlatmak istiyordu. İndik ve şimdi dönmek sırasıdır, bunu, üstü kapalı bir
şekilde söylüyordu. Buradayız.
Peki "Doğu Birliği" artık tamamen kapandı mı
ve hayır. Bir, bu yol değildir. İki, pek farklı bir hükümetin IŞİDir. Üç, bir
gün mutlaka, diyebiliyoruz.
Bir ülke bu kadar bölünmüşse, başarı bir ideolojisi
olanın, doktrini olanın tarafındadır. Kimse akepe ile Kemalizmin savaşında
Kemalizmin kazanacağından şüphe etmemelidir. Üç gün sürer, beş gün sürer, on
yıl sürer ama kazanırız, artık akepe’nin kazanma şansı yoktur, Türkiye
batmıştır. Daha kötüsü, izlenen politikalar ekonomiyi daha da batıracak bir
yöne doğru götürmektedir. 1950’li yıllarda bunu Menderes öğrendi, ekonomiler emir dinlemez,
dinlemezler. Bakın, yastık altından dolarları istediniz, kimse çıkartmaz.
Bunları söyledim.
IMF Başkanı
hanımefendi
diyor ki, sıkı bir maliye politikası
lazım, maliye politikası diyor, bizler
bağımsızlıkçıyız ama bu kez doğru konuşuyor, biz şu anda stabilizasyon
dönemindeyiz, büyük bir krizden sonraki
döneme stabilizasyon dönemi denir. İstikrar
politikasıdır ve istikrar politikası sadece faiz politikası değildir. Esası
maliye politikasıdır. Bu dönemde, stabilizasyon döneminde bir maliye bakanı
vergileri arttırır, işi odur. Şimdi bir maliye bakanı var, ne güzel, güler
yüzlü maliye, kim isterse vergisini indiriyor. Maliye bakanları böyle
dönemlerde vergi indiremez, vergiyi arttırır. Mali politika vergi demektir;
devalüasyona karşı politika da istikrar politikasıdır. Bunları öğrensinler, bu
bizim mesleğimiz. Buna stabilizasyon politikası denir ve bu bütünüyle tüketimi
kısma IŞİDir, tüketimi arttıramazsınız. Tüketimi arttırıyorsanız maliye bakanı
olarak görevinizi yapmıyorsunuz demektir. Bunları açıklıkla
söylüyoruz.
Söylediğimiz şudur, maliye politikalarını takip
ediniz, Merkez Bankası başkanınız, o çocuk korka korka da olsa
doğru bir iş yapıyor, faizi düşürmüyor, eğer izin verseniz yükseltir, çünkü şu
anda stabilizasyon politikasının gereği yükseltmektir. Stabilizasyon politikası
tüketim yapılmasın demektir, bana bir gün Yiğit
Bulut’u gönderin anlatayım.
İki, enflasyona karşı mücadele de sadece faiz
politikası değildir, bunu da öğrensinler. Siz her tarafa konut dikmişsiniz,
onları da faizi düşürmeden satamazsınız; faizleri indirelim demek, bir avuç
konutçunun ellerindeki malları, stokları kurtarmak demektir. Ama ben
söyleyeyim, bunu yapmanız çok zordur. Artık bu politika bitmiştir, bu politika
yerine Colbertist politika, Kemalist politika gerekir, Trump’ın
uygulamak istediği politika da böyledir, beğenirsiniz beğenmezsiniz Kemal Paşa’nın izinden gideceksiniz, 1930’lardaki gibi yapacaksınız. Böyle yaparsanız belki beş on yılda bu halden çıkarsınız,
yapmazsanız hiç kurtuluşunuz yok. Ama hemen söyleyeyim, Türkiye bu durumdan
çıkacak, tekrar ediyorum, Kemalist politikayı uygulayacaksınız, bu Colbertist
politikadır. Benim kitaplarımda var mı bu, var, güzel, aferin bana.
Emperyalizm
Ortadoğu'da hep en sağı, sağın sağını, bulmak kurmak ve yaşatmak istemiştir. Yıkılışta, 1916 yılını dönüş
noktası sayabiliriz, ki sadece Sykes-Picot
anlaşması ve paketini saymıyoruz; yanında McMahon-Hüseyin paketi de var. İngiliz emperyalizmi, Osmanlı
Türk Devleti'ni ortadan kaldırırken, Mekke Emiri Hüseyin'e dört devlet
kuduruyordu: Suudi, Ürdün ve Irak ile Suriye. Suriye, o tarihte de önemli
ölçüde İttihat ve Terakki olarak hareket etti ve Mekke Emiri'nin oğlu Kral
Faysal'ı kovdular.
İngiliz Emperyalizmi
İstanbul'daki Osmanlı-Türk halifeyi ihraç edip yerine Hüseyin'in tarafından yeni bir halife
ihdas etmeye çalıştı. İstanbul'daki
halifeye güvenmiyordu ve haklıdır. Son halifeden biliyoruz, henüz embriyon
halindeki kemalizmden çok daha kemalist idi.
IŞİD'i ve halifesini yaşatmak isteyen de Washington oldu, Bush-Obama-Trump eninde sonunda
aynı hattır; Bush başlangıç, Obama zig-ziglar içinde, Trump gücünü tamamen
Ordu'ya vermekle birlikte daha keskin olmak istiyor. Esad’a saldıramayınca IŞİD’e saldırma zorunlulukları var. Ve Trump
keskin olmak istiyor, ancak 1916 Ortadoğu'daki İngiliz emperyalizminden dersler
almak da istiyor. Trump'ın kimseyle konuşmadan Büyük Britanya Başbakanı Theresa
May ile buluşması, Theresa'nın elini avcunun içine alması işte budur. Theresa
May, Wahington'dan çıkıp Ankara'ya geldiler. Büyük Britanya ve Washington'a
eğilimi hiç değişmeyen Erdoğan'a dersler verdiler.
IŞİD halifesi, şimdiye
kadar, Obama'nın işi olmuştur. Obama hem vurdu ve hem korudu. Obama sallanınca, Arap halife de sallanmaya başladılar.
Mahir’in (Kaynak) kızı Ülke Hoca’dan
söz ediyorum. Onun sözleriyle "IŞİD
gömleği" sırtımızda kaldıkça Avrupa ve Trump güvenmezler. Büyük turistler
de gelmezler.
Sputnik'de her gün hatırlatılan haberdir; Lavrov, Ankara için, "teroristler ile işbirliği yaptığınızı biliyoruz"
demiştir. Yakında bu dünyadan ayrılan New York büyükelçisinin Güvenlik
Konseyi'ne sunuşları var, belgelerle iddia etmektedir. Tolga
Tanış ise Aydın Doğan tarafından atılacağını bile bile, Ankara ve
IŞİD alışverişlerini yayınlamıştı. Doğan, ya
da "Şahin" hemen emri aldı ve bu pek başarılı, gözüpek gazeteciyi
attı.
Amma Gülüş'e
dokunamadı, Fikret'i yukarıya almakla idare
ediyor. Ben de Fikret'e gülüyorum.
IŞİD'in işinin, Mahirzade Hanım
Hocamız'ın "gömlek" işaretinden
çok ileri olduğunu anlıyoruz. Alışverişin ötesinde "halifelik" de var. İlk bakışta, yakınımızda Arap
halife varsa, Ankara'da bir halife evleviyetle olmalıdır.
Sultanlık mı, hayır, artık yüzde elli çevresinde
medineli yarattık ise, sultana gerek yoktur. Medineli kuldur ve kul yeterlidir.
Kulları, Erdoğan ve akepe yaratmadı, yaratan, 12
Eylül'dür ve ordu'dur. Ordu, Evren, yarattı ve
Ordu, Hüseyin Kıvrıkoğlu, getirdiler.
Tayyip Bey hazırdır. Son zamanlarda mahkemelere pek önem
vermiş görünmektedir. Hem "mahkemeye gidin" sözü
artmıştır ve hem de bizzat mahkemelere gitmektedir. Bu gidiş, sultana
değil, halifeye yakışmaktadır. Artık kültüre daha çok eğilimlidir. Kültürlü ve
üstelik imam hatipli bir halife bekliyoruz.
Ve yalnız, 2023 nereden
çıktı, şimdi bana uzak görünmektedir. Ne olur ne olmaz, bu kemalistler rahatsız etmeye bile başladılar.
Türkiye'de iç savaşlar üzerinde düşünme, beni bir kenara koyarsak, hemen hemen
yoktur. Bu konuda benim görüşlerim ve yazılarım mevcuttur, 1906-1926 arasını
bir iç savaş olarak niteliyorum ve şu nedenle tekrarlıyorum, cumhuriyet insanı
yalnızca kurtuluş savaşı ile değil ve aynı zamanda iç savaşla belirlenmiştir,
diyebiliyoruz.
Neden mi, 1966 yılını ülkede bir yeni iç
savaşın başlangıcı olarak görmüş ve göstermiştim; bir çok büyük yazar, İlhami
Soysal, Başkent'te şehrin ortasında kaçırılmış, "iyice"
dövüldükten sonra bir kenara atılmıştı. Güzel, ancak sadece buna bakamayız,
şunu da eklemek durumundaydık: 27
Mayıs'tan sonra ilk genel seçim 1965 yılında yapılmıştı ve büyük bir gerginliğe
gebe bir sonuçla tamamlanmıştı. 27 Mayıs'a karşı Adalet Partisi çok büyük bir
sonuç almıştı ve buna karşı, sosyalist Türkiye İşçi Partisi umulmadık bir
başarı elde etmişti, gerginlik kaçınılmazdır. Adalet Partisi'nin Lideri
Demirel başbakan oldular; henüz adını bilmesek de "iç savaş" kapıdaydı, öyle görüyorduk.
Bazen alevlenen ve bazen soğuyan iç savaşları yaşadık. 1975-1980, Demirel'in
başkanlığında çok kanlı bir iç savaş
döneminden geçtik; Demirel'in, Alpaslan Türkeş başında olduğu miniskül MHP ile Turhan
Feyzioğlu'nun aynı ölçüde çok küçük Güven
Partisi’ni bilerek yanına aldığını söyleyebiliriz. Bir iç savaş tertibi
olduğunu söyleyebiliyoruz. Bir "ordu projesi" olduğunu
da tartışmaya açabiliriz.
Oxford Reference Dictionary, "iç savaş"
için, "civil war, between citizens of the same country" demektedir.
Yurttaşlar ya da vatandaşlar arasında bir savaştır ve buna "civil
war" diyoruz. Peki "sivil" diyoruz ve Larousse
du XXe siècle, Paris, 1927 basımı, “militaire, ecclésiastique,
politique” olanlara karşı göstermektedir. Başka bir şekilde "code
civile" işaretini de kullanabiliyoruz, "sivil" olanı, medeni
kanunla yan yana koyuyoruz.
Bolşaya Sovetskaya Ensiklopediya, civil war'ı doğrudan
doğruya, grajdanskie voynı, "vatandaşlık
savaşları" olarak vermektedir. Ve bu çok prestijli
ansiklopediye göre, vatandaş savaşlarıyla birlikte sosyalist ve
burjuva-demokratik devrimler gelişiyorlar, ki ilerliyorlar, demek istiyorum.
Güzel, devamını, Russko-Turetskiy Slovar, Moskva, 1972,
lügattan alıyorum ve burada da "grajdanskaya voyna" karşılığıda
"iç harp" kullanılmaktadır.
Bizde iç savaşlar başlamıştı, ama, henüz
"vatandaş" yoktu; öyleyse “vatandaşlık savaşı” diyemiyorduk ve “iç
savaş” demeye zorunluyduk. Güzel, Engels'in bize
öğrettiği deyimi hatırlıyoruz, zorunluluk
keşfin anasıdır ve demek, iç savaş’ı icat etmeye mecburduk.
Marx'ın çok "ünlü", Fransızca "guerre
civil" ya da İngilizce "the civil war in France" ki Komün savaşı
da demek durumundayız, ve tam bir iç savaş'tır. Oradan öğrenebiliyoruz ve "iç savaş" adına da uygundur.
Engels'in önsözü ise çok daha açıklayıcıdır. Engels'den aktarıyorum: "At the moment of the
crisis between the goverment and the opposition, the workers began
street-fighting". İç savaş'ta "sokak savaşı" vardır. Varsa, iç
savaş'tır. İşçiler, köylüler, aydınlar, muhalefet olarak sokağa indilerse,
kavga ediyorlarsa, Fransızca "lutte", iç savaş çıkmıştır ve
ilerlemektedir.
Güzel, civil war tarifinde anlaştık,
"sivil", ecclesiastic, kiliseye ya da din örgütüne ve military,
ordu'ya, ait olmayandır. Vatandaş'a aittir ve "vatandaş" ya da
"yurttaş savaşı" diyebiliriz. Yalnız, bizde bir terslik ile
karşılaşıyoruz, biz iç savaş yaparken henüz vatandaş'ı yaratamamıştık, bu
nedenle iç savaş diyoruz. Orada kalıyoruz ve uygundur.
Belki "cumhuriyet savaşı" daha isabetlidir,
yalnız "IŞİD" de en azından lafta bir
cumhuriyettir ve akepeliler "cumhuriyet olacaktır" diyorlar ve biz
diyemiyoruz. Şüpheliyiz, ayrıyız ve "IŞİD" cumhuriyetini
saymayız.
IŞİD
cumhuriyetinde bir halife var. Mahkemelere gide gele şu
"şüpheli" sözüne alışıyoruz. İç savaş'ta "her şey" ve bu
arada mahalleler birbirinden ayrıdırlar. Beraber olan ise şudur; hepsinde
iç savaşın yanında "dış savaş" da var. Şimdi, "Suriye" savaşı devam ediyor.
Arada "Musul" savaşı konuşuldu ve burada
başarısızlık bizimdir.
Hulusi Paşa,
başarısızlığın üzerine yüklenmemesi için tedbirli davranmaktadır. Gülüş,
imdadına yetişmiştir.
Yeniçerileri tasfiye ettik ve yeni bir ordu kurduk.
Eski ordudan çok adam öldürdük, cesetten Boğaz'ı göremiyorduk. Büyük Tanzimat
işte böyle olmuştur.
Boğazı cesetlerle kaplı İstanbul'u sevmiyorum.
Cesetsiz İstanbul'u da hiç sevmedim.
Mahmut Şevket Paşa, kuvvetleriyle Selanik'ten geldiler. Genç zabitler, Mustafa Kemal, Kazım, İsmet, Çatalca'ya
çadır kurdular sonra, ev ev savaşarak, İstanbul'u zapt ettiler. Taksim'de
gerici subay ve asker bırakmadılar. Kıydılar.
Bu sırada nerede ise her yerde savaşlar var, emperyalistler bizi parça parça
etmek istiyorlar. Meşrutiyet budur.
Kazım, Erzurum'da
karargah kurdu ve Mustafa Kemal'i davet ettiler.
İsmet, İstanbul'da, irtibat halindedirler. İsmet ile Kazım iyi
arkadaştılar. Hem Tanzimat, hem Meşrutiyet, hem Cumhuriyet,
dışa çıkmış kuvvetler tarafından yapıldılar. İç savaş ve dış savaş
beraberdiler. Sonradan cumhuriyet olan Mustafa Kemal,
Ordu'dan ihraç edilmiş bir komutandır. Aksi halde idam edeceklerdi.
Tabutum omuzumda yürüyorum.
Söz benimdir. Bizi tarif ediyorum.
Boynumda kırmızı ve başımda kalpak var. İkisi de artık ben oldular.
Efsane bir tarihimiz var. Çocukken film
gibiyiz, diyordum.
Röportaj: Barış
Zeren / Deniz Hakan / Okan İrtem
Not:
Mülakatın hukuksal denetimini yapan Sedat Akçelik ve Serkan Günel'e teşekkür
ederiz.
Odatv.com/06.03.2017