9 Mart 2017 Perşembe

Yalçın Küçük, Gündemdeki Gelişmeleri Değerlendirdi 2


AKP bitmiştir, Kemalizm kazanmıştır


Akepe bitiyor, benim gözümde akepe bitmiştir; İslami hükümet denemesi bir daha gelmemek üzere bitmiştir. Tabii bunun bir sonucu var, Kemalizm kazanmıştır, bunu açıklıkla söyleyeceğiz.

Niye “akepe bitmiştir” diyoruz, bir defa bizim ısrarla söylediğimiz gibi, akepeliler hiçbir şey yapmadılar, her şey bunlar için yapıldı. Gelmediler, getirildiler. Şimdi burada yapacağımız bir ek var. Büyük Ortadoğu projesi ile bunların kuruluşu aynıdır, hatta şunu da söyleyebiliriz, akepe’yi büyük Ortadoğu projesi için kurdular. Bunları iktidara 2001 yılında getirenler, orayla bağlantılıydı. Hüseyin Kıvrıkoğlu, arkada bir yerde dünya Yahudiliğinin küçük bir ajanı olan Kemal Derviş, öbürleri ve Hilmi Özkök, bunların akepe’yi isteyenlerle bağlantıları vardı. Tamamen bir Amerikan ve İsrail projesi. 

İki şey bir daha Türkiye’ye gelmeyecek. Bir, Türkiye bir daha döviz bulamayacak, ne demektir bu: turizm Türkiye için artık yoktur. Bunu zaten herkes kabul ediyor, bir de tekstil yoktur. Burada bir parantez açmak istiyorum: Birinci Beş Yıllık Plan’a bakarsanız, dış turizm yoktur, tekstil de yoktur, hele hele inşaat hiç yoktur. Birinci Plan’da bunlar yer almaz. Bunları getirenlerin kalkınma ile şununla bununla hiçbir ilgileri yoktur. Bizim görüşümüz budur. Biz ne dedik, turizm olabilir, dedik. Ama aynı zamanda çok net bir şekilde, dış turizm değil, dedik. Planlama’dan ayrılmadığımız sürece de denizlerin kenarına apartman dedikleri o uzun direkleri dikmenin cinayet olduğunu söyledik. Şimdi turizm bitince bütün deniz kenarların bitiyor.

Peki, turizm ne zaman başladı, nasıl başladı; Akçakoca ile, Erdek ile başladı. Akçakoca ve Erdek diye iki yer vardır, duymuşsunuzdur.

… benim söylediğim 1950’li yılların ortasıdır. Turizm buydu, daha çok küçük burjuvaların, memurların işiydi… yazın yaylaya çıkardık. Bir parantez açayım, onun adı yayla değildir, Farisi’dir, yaylak’tır; yine onun adı kışla değildir, kışlak’tır. Bilmeyenler öğrensin. Ailem ünlü Soğukoluk’a giderdi, Sabancılar oradaydı. Sakıp benden birkaç yaş büyük, Has’lardan Kemal oradaydı, o da benden birkaç yaş büyüktür. Biz onlarla aynı yerde, Soğukoluk’ta buluşurduk. Adana’nın, Antep’in, Suriye’nin en zenginleri orada buluşurdu, biz sabahtan akşama kadar orada poker oynardık…  zenginlerin deniz diye bir bilgisi yoktu, denizi bilmezlerdi…

Okan İrtem: Ama bu anlattıklarınız yine de Adana, Çukurova burjuvazisinin anlayışı. İstanbul burjuvazisinin denize tatili gibi bir alışkanlığı var mıydı?

Onlar da bilmezler, Erdek’e, Bodrum’a gitmeyi bilmezlerdi. Bodrum’a gidenler, 12 Mart Darbesi’nde üniversiteden kovulanlardı. Bodrum’a kolay gidilemiyordu çünkü otobüsler aşağıya inmiyorlardı. Marmaris’e daha rahat bir biçimde gidiliyordu. Bodrum’a giden Halikarnas Balıkçısı’dır, biliyorsunuz değil mi, Cevat Şakir. Bodrum’a insanlar vapurla gelirdi, benim üniversiteden kovulan arkadaşlarım oralara gittiler.. Bodrum’a ilk defa solcular gitti… deniz turizmi Avrupa’yı bilen solcu aydınların işi oldu, zaten Türkiye’de solcu aydınlar ne yaparsa, zengin çocukları onları takip ederler, bunu unutmayın.

Şimdi turizm bitiyor. Biz Planlama’da turizme bu kadar önem verilmesine çok karşı çıktık; bu kalkınmacı bir iş değildir, dedik. Üç şeye çok net bir biçimde karşı çıktık: turizm, inşaat, tekstil. Biz bunlara “TİT” dedik, ben “bu bir TİT sektörüdür”, dedim. TİT nedir, Türk İntikam Tugayı’dır, faşist bir örgüttür. Biz “TİT Türkiye’yi mahvedecektir,” dedik ve Türkiye’yi mahvetti. Çok kolay bir şey olduğu için İslamcılığı yaydı, tembel IŞİDir. Peki, bundan sonra bu sektörler olur mu, hayır. Turizm uçarı kız gibidir, oradan oraya gider. Artık bizden gitti. Bitmiştir.

Zaten ne yapıyorlardı turistler geldiklerinde, otellere gidiyorlardı, yiyorlar içiyorlar kalkıyorlar, hiçbir şey yaptıkları yok. Gidip bir yeri gezmek görmek yok, bitmiştir bu. O yüzden de Afrika’ya gitmeler çoğaldı, oralara gidiyorlar.

İslam bitmiştir ve bir daha Türkiye’ye gelmeyecektir. Bu dönem bitmiştir ve kim ne yaparsa yapsın akepe’yi iktidarda tutamaz. Daha önce ne dedik, nasıl ifade ettik, “evlerinizden, yastık altından dolarları getir, bilmem neleri getir,” diyorlar, kimse getirmez dedik. Şu anda da vergileri indiriyor, bilmem neyi indiriyor, bunlarla hiçbir şey olmaz. Kimse çok muhtaç değilse, biraz daha ucuzladığı için alışveriş yapmaz. Nasıl alır, bir şeye ihtiyacı vardır, iki ay sonra alacaksa şimdi alır, ancak bu şekilde olur, başka türlü almaz. Akepe bitmiştir, yerine kim gelir, onu bilemeyiz ama şunu söyleyebiliriz, Deniz Baykal ile Kemal Kılıçdaroğlu orada kaldığı müddetçe akepe değişmez. Tekrar ediyorum, onlar orada kaldığı müddetçe akepe değişmez.

Bahçeli zaten gidiyor, seçimlerde başka bir hikaye olmazsa Bahçeli gidiyor, o da bitmiştir. Çünkü mehepe’de daha ciddi bir muhalefet başladı; üstelik bu cehepe’deki eş başkanlar gibi, Baykal ve Kılıçdaroğlu gibi kıvırmıyorlar da, açıkça hayır diyorlar.

Ancak cehepe, Baykal ile Kılıçdaroğlu, eşbaşkanlar, bitmiş bir partiyi iktidarda tutuyorlar. Ben 2006’da şunu söyledim, o zaman televizyonlar bana açıktı, “Deniz Baykal, Deniz Baykal, biraz muhalefet yap” dedim. O zaman Baykal’ın bir tutsak olduğunu bilmiyordum. 2002’de Deniz Baykal’ın tutsak edilmesi, Amerika’nın akepe’yi iktidara getiren en önemli oyunlarından bir tanesidir. Ben hapishanede Doğu Perinçek’e “sen akepeli’sin” dedim, “bütününüz akepeli’dir” dedim. 2001’de yani akepe kurulurken Bahçeli’nin akepeli olduğunu söyledim, şimdi oynuyorum.

Bunun teorisini de kurdum, hangi teoriyi kurdum, size Palmolive sabun ile öbür sabunlar arasında hiçbir fark olmadığını söyledim. Bize Amerika’da iktisatta bunları öğretirlerdi, bunların arasında hiçbir fark yoktur ama farklıymış gibi söylerler, derlerdi. O zaman müşterisi biraz daha fazla olur. Bunu söyledim mi, söyledim. Bizim Amerikan iktisadı için en önemli örneklerimizden biri budur, ürünler birbirlerine çok benzerler ama farklı derler…

Şimdi Davutoğlu’nun nesi çıktı ortaya, bütün büyükelçileri Fatih Lisesi’nden, Fethullah’ın okullarından almıştı. Kılıçdaroğlu’nun bütün danışmanları da Fethullahçı çıktı. Tayyip Bey dokunuyor mu, hayır; ben Tayyip Bey’in yerinde olsam dokunur muyum, hayır; Kılıçdaroğlu’ndan tutsak bir adam bulunmaz. Kemal’in kardeşi Celal, “ağabeyim Kabe’ye gitti, sonra geldi, geldikten sonra Adnan Kahveci onu Maliye Bakanlığı’ndan şube müdürü yaptı”, dedi. Adnan Kahveci o sırada ANAP’lı bir bakandı. İkincisi, Aleviler Kabe’ye gitmezler; umre için de olsa, başka şey için de olsa bir tanesi gitmez. Kemal Kılıçdaroğlu’nun hangi bayrağa selam verdiğini, hangi peygambere bağlı olduğunu kimse bilemez. Ben bilirim, ben onun Karay olduğunu bilirim, çok güzel bir şiirim de var, tabii şiiri İngilizler’den çaldım, onlar şöyle der: “All the babies look like each other, they in turn look like Winston Churchill. Benim şiirim de “Bütün Karaylar Kaya Çilingiroğlu’na benzer” der.

Tayyip Beyefendi ile Trump 6 Şubat’ta konuşmuşlar ve 9 Şubat’ta da cia başkanı gelmiş. Cia başkanı gelmeden önce de Trump Erdoğan’a “sana cia başkanımı gönderiyorum, onunla her şeyi konuş, benim gibi bir adamdır” demiş. Türkiye tarihinde Türkiye’ye bu statüde bir adamın gelişi ve bu şekilde cumhurbaşkanıyla yanında kimse olmadan konuşması bir ilktir. Hakan Fidan’ın varlığıyla yokluğu birdir. Ertuğrul (Özkök) yine bir mektup yazmış bana, “Hulusi Bey yanına Fidan’ı da alıp Yalçın Küçük’e gidecek misin” demiş. Benim yanıma gelirken niye alacak Fidan’ı, Fidan nedir, bir astsubay, astsubayları küçümsemiyorum, orduda, savaşlarda astsubaylar çok çok önemlidir, ama Hakan Fidan ne bilecek.

Deniz Hakan: Erdoğan’ın konuşma sırasında yanında kim olduğundan ziyade, ortada bir statü sorunu var. Erdoğan cumhurbaşkanı, diğer CIA başkanı.

Olmaz öyle şey, bu Johnson mektubu gibi bir şeydir. Johnson gibi bir adam, ikinci başkan bir mektup yazmıştı. Ona benziyor.

Nedir bu, Trump gelinceye kadar Erdoğan ile hiç konuşmadı, herkesle konuştu. Erdoğan ile konuşmadığı dönemde özellikle askeri düzeyde çok çeşitli görüşmeler olduğunu biliyoruz. Bu sırada Türkiye sınavdaydı, Trump cia başkanını ne zaman gönderdi, 600’den fazla IŞİD’li yakalandığında gönderdi. Bunlardan şunu anlıyoruz, herkes bunu anlayacak, Trump dedi ki, “IŞİD temizle, ben adam gönderirim sana, IŞİD’i temizlemezsen adam göndermem. Benim adamlarım var, onlarla iyi konuş, onlarla her şeyi konuşabilirsin, sanki karşındaki kişi benmişim gibi konuş” dedi. Konuştular. Asıl işleri MİT müsteşarı ile konuştular. Tayyip Bey muhtemelen “siz konuşun” dedi. Nerede IŞİD var, cia ile ne yapılacak, nereye bölge kurulacak, onu konuştular. Trump’ın başkan olup bütün dünya ile görüşüp Tayyip Bey ile görüşmediği bu dönemde Tayyip Bey “silahlı kuvvetlerimizi daha kuzeye çekiyoruz”, dedi. Sonra onu da değiştirdi, ama o dönem bunları söyledi.

Halbuki biz de çok inanmıştık, kime çok inanmıştık Tayyip Bey’e, ne demişlerdi, Emevi Camii’nde namaz kılacağız demişlerdi. Camide namaz kılmak nedir, orayı almaktır, biz orayı alacağız, dediler. Şimdi geri çekildiler. Bunu söylüyoruz. Buraya bir de şu notu almışım, Abdülkadir Selvi, bu görüşmelerin perde arkasını yazıyorum, demiş. Bu işlerin perde arkasını Selvi ne bilir, Fidan’dan öğrendiklerini oraya yazıyor, perde arkası diyor, çok mu önemli.

Bir de şu var, tarihçilerin bir kısmı kaybolur, bana göre çok sevgili arkadaşım İlber Ortaylı tarihçilikte kayboluyor. Şimdi burada bir tarih söyleyeceğim, nedir, bir kız çıktı, hanedan ailesindenmiş, tehdit ediyor, şu Mustafa Kemal’i koruma kanunu kalksa, o zaman beni görürsünüz, diyor. Vay vay vay. Ne cahil bir kız. İlber Hocam tarihçi ol, bu kıza cevabı ver, vermezsen asistanın Murat Bardakçı cevap verecek. Siz bu kıza cevap vermezseniz iki elim yakanızdan düşmez. Zengin bir adamın gazetesinde yazıyorsunuz diye tarihi mi unutacaksınız. Kim bu kız!

Bir bilgi verebilir miyim, IŞİD’in diğer İslami hareketlerden farkı nedir, bir halife çıkarttı, halifeyi kim ister, emperyalistler ister, çok yeni şeyler yazacağım yeni kitaplarımda. Trump ne diyor, IŞİD’i Obama kurdu, diyor. Ben IŞİD’i Obama’nın kurduğuna inanmıyorum ama IŞİD’i Obama’nın yaşattığından hiçbir kuşkum yok, Trump’ın söylediği bu açıdan doğrudur. Bütün bu işler oğul Bush’un Büyük Ortadoğu Projesi sırasında çıktı. Yeni bilgi veriyorum, Yalçın Küçük uydurur, uyduruyorum, akepe’nin kuruluşu da büyük Ortadoğu projesi ile denktir. Şöyle düşünmüş olduklarını düşünebiliriz. Amerika Büyük Ortadoğu Projesini ortaya attığı zaman Türkiye’de bir akepe mutlaka gereklidir. 

Devam ediyoruz, emperyalizm her zaman mevcut şehzadeyi ortadan kaldırıp yeni şehzade getirmek ister. Sykes-Picot planlandığı sıralarda İngiliz emperyalizmi kimi halife yapmak istiyordu?

Deniz Hakan: Emir Hüseyin.

Peki kimi istemiyordu, o sıradaki şehzadeyi istemiyordu. Kimdi o, Mehmed Reşad. Bütün emperyalistler o adama, o şehzadeye Mustafa Kemal’den daha fazla düşmandılar. O adam, Mustafa Kemal’den önceki Kemalistti; kızı kısa etekler giyerdi, çok moderndiler. Mustafa Kemal öncesi dönemden söz ediyorum. Yeni kitaplarımda şunları da araştıracağım: Bizdeki halifeler moderndiler, İngiliz emperyalizmi bunları mı uzaklaştırmak istiyordu, araştıracağım.

Deniz Hakan: Ama o dönem emperyalistler İslam’a karşı da halife istiyorlar. Panislamizme karşı kendi İslam’larını istiyorlar.

Çok doğru. Peki, buradaki sorun ne, buradaki sorun şu, bir üçüncü keşfimizi açıklıyoruz, 1916’ya Sykes-Picot’ya geldiğimiz sırada emperyalist tarafın bir tek askeri yoktu. Tarihimize bakın, Gelibolu’ya kim geldi, Siyonist Katır Birliği, küçücük bir birlik, Siyonistler gönderdi, İngilizler “aman gönderin” dediler. Anzaklar geldi.

Okan İrtem: Kendi içlerinde de çok tartışma var o sıralarda. İngiliz yöneticilerinden bir kısmı aşağıya, İskenderun tarafına doğru çıkarma yapmak istiyor. Dolayısıyla İngiliz devleti de pek yekpare değil o dönemde.

Deniz Hakan: Ancak komutanların çoğunluğu İngiliz askerlerini Batı’da, Avrupa’da tutmaktan yana. Ortadoğu’ya ayıracak asker bulamıyorlar. Sykes-Picot’ya gelindiğinde İngiliz emperyalizmi İngiliz askerlerini kullanamayacak durumda.

İkinci Dünya Savaşı biterken de böyleydi. Truman Yunanistan ile bizi, emperyalizmin koruma şemsiyesi altına alan o meşhur Truman Doktrini’ni söylediği zamanlarda, emperyalistlerin bir tek askeri yoktu, benim kitaplarımda var. İngiltere’nin o sıradaki Dışişleri Bakanı Bevin’di, bayram yaptı, “kurtulduk” dedi. Çünkü bir tek adamları yoktu.

Şimdi kim var buralarda, Türkler var ama Amerika Türklere güvenmiyor, bütün sorun burada. Türkler savaşmak istiyor, Amerika “sen dur gardaşım, sen bizim anlamadığımız savaşlar yapıyorsun” diyor.

Deniz Hakan:  Üstelik Türkiye’nin iki kanadına da güvenmiyor. Ne orduya ne Erdoğan’a. Çuval olayı belki ilkinin en net göstergelerindendi. Erdoğan’a da hiç güvenmiyor.

Tabii, hiç güvenmiyor. Aynı şekilde, Trump Barzani’ye de güvenmiyor.

Okan İrtem: Bu yoruma nasıl varıyorsunuz?

Disiplinli değil, o da Nakşibendi bilmem ne, ne yapacağı belli değil. Sorunlar bunlar. Orada ellerinde Kürtler var, Kemalizm’in eğitiminden geçmiş Kürtler var. Her şeye rağmen disiplin nedir biliyor diğerleri.

Rusya daha önce ne demişti, Lavrov “ey Türkler siz suç erbabı ile beraber, IŞİD ile işler yaptınız” ve Medvedev ise “büyükelçinin öldürülmesine çok ağır ceza vereceğiz” demişti. İşte bu iki haber her gün orada (Sputnik) idi. Ve Putin bütün o idareciliğine rağmen Türkiye’ye karşı sertleşti. Soru şudur, Putin’in uçaklarının üç Türk askerini öldürmesi bu cezanın bir parçası mıdır yoksa hata mıdır, Allah bilir.

Türklerin kendilerine izafe ettikleri, kendilerine yakıştırdıkları balayı yoksa bitti mi; tabii biz takip ettiğimizde öyle bir balayı zaten görmüyoruz. Ama yine de çabuk bitti, niye çabuk bitti, bana göre Tayyip Bey Trump’ın kendisine mektup yazması, adam göndermesi için çok istekli davrandı.

Truman, "Jön" Bush, Trump eksikli insanlardır. Truman'ı hatırlamıyorum, o zaman pek çocuktum, ancak başkan olduğunu hep "alık" olarak anıldığını biliyorum, hep gülerdi ve her sözüne gülerlerdi. Büyük başkan işte budur. Hem Bush'un ve hem de Trump'ın seçilmeden başkan oldukları genel kanıdır. Amerika'da seçilmeyenlerin başkan olmaları ve başkanların öldürmeleri ve öldürülmeleri çok doğaldır. 

Roosevelt'in öldürülmüş olma ihtimalini Fitne'de yazdım ve tabii bunu, Amerikan kaynaklardan, kitaplarından aldım, yalnız, hiç bir tepki göremiyoruz. Yapanları da koruma var, hiç kimseden kuşkulanma söz konusu olmuyor. Yazılmamaktadır, demek durumundayım.

Perry Anderson'ın, "American Foreign Policy and Its Thinkers" sınırlı olmakla birlikte son derece düşündürücüdür. Bir, "since the second world war, presidential lawlessness has been the rule rather than exception" diyor, ve bunu doğrudan doğruya, ikinci dünya savaşından beri başkanlar yasa dışıdır" şeklinde anlıyor. Ne demek, Nixon'un formüle ettiği "dictum" açıklıyor ve Nixon, "if the president does it, that means it is not illegal", bunu da başkanın her yaptığı yasaldır şeklinde anlıyoruz. Daha geniş tutabiliriz, savaşta da yasa dışı eylemleri açıklamak bir tür suç olmaktadır ve bunu yapanlar müthiş işkence görüyorlar.

Anderson, başkanlar ile mafya aileler arasında bir benzerlik kuruyor; bunu da,"omerta, the code of silence about the mafia's activities observed by its members and associates", eğer mafya kendinden birisini ortadan kaldırıyorsa, mafya üyelerine sessiz kalmak düşmektedir. Yasaların dışında kabul edilen Amerikan başkanları bir "iş" yaparsa, omerta ilkedir, herkes sessiz kalacaktır. Çok güzel, şimdi daha iyi anlıyoruz; Roosevelt'in eşi, çünkü ölümünden hemen önceki günlerde, eşinden aldığı mektuplarda sadece neşe ve sağlık okumuştu. Sesini çıkaramadı; bağırmadı ve çağırmadı. Robert Kennedy'nin durumu da aynıdır ve iki kardeş öldürüldükten sonra başkanlık için aday olmayı bekleyen Edward Kennedy sadece ölümsüzlüğe şükreder yaşamayı tercih etmişti. Buradayız.

Gülüş'ü, Hande Fırat’ı, bir "15 Temmuz Gecesi" kaldırdılar, beyazlar giydirdiler ve uçurdular. Çok şaşırmıştım. Kendi kendime neler anlatıyor, demiştim ve sonra bir "Kelebek" gecesi Aydın Bey Doğan, "ben süfle ettim" dediler de rahatladım. Şimdi ise kızcağızın bir "rahatsız" kelimesi için hiç rahatını bırakmadılar.

Hande Hanım'ın, "rahatsız" sözcüğünden dolayı üstüne çok geldiler ve bravo Hande'ye, kılı dahi kımıldamadı. Hiç korkmadı ve hiç geri adım atmadı. Güzel, "bizim oralarda" bu türe "erkek kız" diyorlar.

Ancak Hulusi Bey'e çok şaşırdım, "ben demedim" dedi, durdu. Ortadaki durumdan rahatsız olmamak mümkün mü; bu arada not etmek istiyorum, pek uzun zaman var, Hürriyet okumuyoruz. Artık biz maaile "Portakal'cı" olduk. Akşam olduğu zaman karşısına geçiyoruz, Fox'da Fatih Üstadı dinliyoruz, bir defa Nutuk veriyor, bilgilerimizi tekrarlıyoruz. Atatürk'ü tekrar sevdiriyor. Diğer taraftan Suriye savaşını hem anlatıyor ve hem tartışıyor. Artık Hürriyet hiç okumuyoruz.

Fikret Bila ve Abdüllatif Şener, Gazi'de benim doktora öğrencimdiler. Fikret çok akıllıdır, haberi çok iyi yazardı; Abdüllatif başbakan yardımcısı iken en geç iki haftada bir birlikte yemek yerdik, başkaları da bulunurdu, iyi yerlere giderdik. Abdüllatif beni biraz "müslüman", daha doğrusu mistik buluyordu, böyle bulanlar çoktur, ben de Latif'i fazla solcu sayardım. Güzel yemeklerdi ve ne güzel, Latif, akepe'den uzaklaştı ve Fikret ise çok yaklaştı. Olağanüstü Tayyibi'dir ve Hürriyet'te bir tek yazısını okuyabildim. Bihakkın artık yöneticidir, daha iyisini bulamazlar.

Sedat da genç gazeteci iken, Cumhuriyet'teydi, yakınım bilirdim. TİP sempatizanıydı ve amma, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Devlet Bey ile birlikte akepe hükümetinin kuruluşunda, 2002’de en büyük rolü olandır. Hoş, herhalde, son haber ile Tayyip Bey çok rahatsız olmuştur.

Son haber, diyorum, Fatih Portakal çok ince iş yapıyordu, "Fikri Işık bunu Genelkurmay'dan önce söyledi" diyordu, savaşla ilgili her şeyi önce ondan öğrendiğimizi söylüyordu ve ben böyle savunma bakanını ilk defa görüyordum. Bu ayrı, bu "rahatsız" rahatsızlığından sonra Fikri Işık bir de açıklama verdi ki, "Varsa söyleyeceğiniz bir şey bana söyleyin," diyordu; Hulusi Bey'i Tayyip Bey’in yanında uçağa giderken gördüm, hâlâ rahatsız görünüyordu. Buradayız.

Genelkurmay'ı yok etmemek gerekiyor, genelkurmay yoksa ordu hareketi ve gücü yoktur.

Gülüş'ün "karargah rahatsız" işareti ile, Gülüş bir sendromu açıklamış oluyordu, Fikri Işık için bir hatırlatmadır. Arka bir yere çekildiğini görüyoruz.

Yalnız şimdi de Çavuşoğlu var; sık sık "vururuz" çıkışını yapıyorlar. Dışişleri bakanlarının böyle bir imkanını bilmiyoruz. Karşı tarafın, teknik deyim ile, "düşman" tarafın önem vermesi imkansızdır. Ciddiye almazlar.

Hulusi Paşa, Suriye'den artık döneriz, şeklinde de konuştu. Fikri Işık'ın tabii askerlik tecrübesi çok azdır, yaptı mı, bilmiyorum ve ben Hulusi Paşa'nın daha ilerisini göremediği sonucuna vardım. Devamı halinde, kimin sorumluluğu olduğu tartışması mutlaktır. Buradan uzak kalmaya çalıştığını anlıyoruz. 

Ve "rahatsız" sendromundan ve Tayyip Erdoğan'ın Hulusi Bey'i yanına alıp Pakistan'a davet etmesinden sonra Fikri Beyefendi'nin ağzını açmadığını biliyoruz. Sesi çıkmamıştır, çok güzel, savunma bakanı mı, böyle olmalıdır. 

Ve "Yoldaş" okuyoruz, s-put-nik, internetini kastediyorum, hocayız ve işportacıyız, tekrarlarız, iki anlamı var, ya "satellite", “uydu” ya da "yoldaş" ve gördüğüm, Suriye Ordusu güçlenmektedir, Rus uçakları var, dünyanın öbür ucundan da füze atıyorlar, Kürtler ise öğrendiler, üstelik Amerika her zaman yeni ve güçlü silahlar vermektedir. Bir genelkurmay başkanının bunları hesaba katması gereklidir ve yerindedir.

Beş ciltlik ve belki, beş yıl sürecek, 1916 yılından başlamak üzere, yeni bir "Tezler" dizisine hazırlanıyorum. Bir, siz de söylediniz, Birinci Dünya savaşında emperyalistlerin, Büyük Britanya, bizim bu bölgede, hemen hemen hiç askeri olmadı. Hatırlamak kolaydır, Hintlileri sürdüler, bizim İskenderiye'de eğittiler, Siyonist katırları Gelibolu'ya getirdiler, bir kısmını, Kudüs'te kullandılar ve aynı Arap aşiretinden dört devlet yaptılar, güya asker yaptılar, Suriye'nin reddettiğini biliyoruz. 

Şimdi Amerika'nın hali, işte budur, "proxy" askerler ile savaşmak zorundadır. Bu, Jön Bush'un, Obama'nın ve Trump'ın yoludur. Bir nokta daha, Truman döneminden beri, 1947 yılını alabiliriz, Amerika'da dış politikasının en genel hatları değişmemektedir. Ve Trump, Jön Bush kadar akıldan zayıftır, ayarı tutturamamakta ve keskin çıkışlarda ısrar etmektedir. Şunu söyleyebiliriz, "ya gider ya gider" ve buradan devam edeceğiz.

Trump, işleri, popülist ve şoven subaylara teslim etmiştir. Suriye Komiseri McGurk yerindedir ve Obama'nın getirdiği bir adamdır. Biz "Amerikalılar" Suriye'de başarılıyız, demektedir. Kürtlerden çok memnunuz, ilave etmektedir. Ve bir de "PKK, Türkiye'yi ciddi bir şekilde tehdit etmektedir, bunu tanımalıyız" demektedir. McGurk'e inanacak olursak, “PKK çok zarar veriyor” ve "Türkiye’yi PKK ya karşı korumak istiyoruz" ibaresi de var.

Ancak Kuzey'deki Kürtleri de kuvvetlendirmek planlarını açıklıyor. Ve şu cümle de var, "Kürtler Suriye'nin bir parçası olmak istiyor". Bundan memnundurlar.

Ve ben 2014 yılında, ortada fol yok ve yumurta yokken, "Obama Doktrini" yazdım. Başta Obama vardı ve Obama dedik, şimdi 2. Truman Doktrini de diyebiliriz. Amerika'nın bu bölgede, Türkleri değil, Kürtleri birinci kavim yapmak istediğini ilan ettim. Ben yazdım, ancak şimdi tekrarlarken çok şaşırıyorum, peki nasıl yazdım ve bilmiyorum. Bilmiyorum ve bunların yüzde birini bilsem ve genelkurmay başkanı olsam, titrerim. Ben Gülüş'ün başına yıkmak istedikleri bir yanı çok basit, diğer yanı çok bürokratik, asıl yanı çok yararlı bu yazışmadan neden rahatsız oldular, anlayamadım. Ancak Gülüş, çok "erkek" çıktılar. Bilmiyordum.

Belki tekrardır, Cumhuriyet var, az zamanda çok ve büyük işler yaptık ve doğrudur. Ancak Truman Doktrini ile bambaşka insanlar olduk. Servet-i Fünun ile bir yepyeni bir biçim vardı, hem Soğuk Savaş'ta ve hem de Truman Doktrini'nde ise Amerikan formuna girdik.

Artık, "modern" insanlar oluyorduk. Amerikan peyniri yiyor, evlerimize dağıtılan Amerikan sütü içiyorduk. Artık başka "Türk" olmuştuk ve Türkiye bizimdir ve Türklerindir.

Şimdi yeni bir durumdur. Silivri'de mahkeme salonlarında, “bunlar bize artık ‘ancien regime’ muamelesi uygulayacaklar ve uyguluyorlar, demiştim. Kızanlar oldu, "yapmazlar" ve hatta "izin vermeyiz" sesleri yükseldi, ama kendilerine göre yaptılar. Ve şimdi, artık bu topraklarda, Türkler ikinci kavimdir, diyorum. Ben demiyorum, söylenenleri okuyorum.

Olanları "okumuyoruz", 2004 yılında olabilir, Amerikalılar, Irak'ta askerlerimize çuval geçirdiler. Biz ya anlamadık ya da anlamak istemiyorduk; Türk askerleri bu topraklara girince zapt etmek istiyorlar ve bir daha çıkmazlar, diyorlardı ve dediler.

Kapılar kapalıdır. Emevi Camii'nde namaz hayaldir. Belki Hulusi Paşa bunu anlatmak istiyordu. İndik ve şimdi dönmek sırasıdır, bunu, üstü kapalı bir şekilde söylüyordu. Buradayız.

Peki "Doğu Birliği" artık tamamen kapandı mı ve hayır. Bir, bu yol değildir. İki, pek farklı bir hükümetin IŞİDir. Üç, bir gün mutlaka, diyebiliyoruz.

Bir ülke bu kadar bölünmüşse, başarı bir ideolojisi olanın, doktrini olanın tarafındadır. Kimse akepe ile Kemalizmin savaşında Kemalizmin kazanacağından şüphe etmemelidir. Üç gün sürer, beş gün sürer, on yıl sürer ama kazanırız, artık akepe’nin kazanma şansı yoktur, Türkiye batmıştır. Daha kötüsü, izlenen politikalar ekonomiyi daha da batıracak bir yöne doğru götürmektedir. 1950’li yıllarda bunu Menderes öğrendi, ekonomiler emir dinlemez, dinlemezler. Bakın, yastık altından dolarları istediniz, kimse çıkartmaz. Bunları söyledim.

IMF Başkanı hanımefendi diyor ki, sıkı bir maliye politikası lazım, maliye politikası diyor, bizler bağımsızlıkçıyız ama bu kez doğru konuşuyor, biz şu anda stabilizasyon dönemindeyiz, büyük bir krizden sonraki döneme stabilizasyon dönemi denir. İstikrar politikasıdır ve istikrar politikası sadece faiz politikası değildir. Esası maliye politikasıdır. Bu dönemde, stabilizasyon döneminde bir maliye bakanı vergileri arttırır, işi odur. Şimdi bir maliye bakanı var, ne güzel, güler yüzlü maliye, kim isterse vergisini indiriyor. Maliye bakanları böyle dönemlerde vergi indiremez, vergiyi arttırır. Mali politika vergi demektir; devalüasyona karşı politika da istikrar politikasıdır. Bunları öğrensinler, bu bizim mesleğimiz. Buna stabilizasyon politikası denir ve bu bütünüyle tüketimi kısma IŞİDir, tüketimi arttıramazsınız. Tüketimi arttırıyorsanız maliye bakanı olarak görevinizi yapmıyorsunuz demektir. Bunları açıklıkla söylüyoruz.

Söylediğimiz şudur, maliye politikalarını takip ediniz, Merkez Bankası başkanınız, o çocuk korka korka da olsa doğru bir iş yapıyor, faizi düşürmüyor, eğer izin verseniz yükseltir, çünkü şu anda stabilizasyon politikasının gereği yükseltmektir. Stabilizasyon politikası tüketim yapılmasın demektir, bana bir gün Yiğit Bulut’u gönderin anlatayım.

İki, enflasyona karşı mücadele de sadece faiz politikası değildir, bunu da öğrensinler. Siz her tarafa konut dikmişsiniz, onları da faizi düşürmeden satamazsınız; faizleri indirelim demek, bir avuç konutçunun ellerindeki malları, stokları kurtarmak demektir. Ama ben söyleyeyim, bunu yapmanız çok zordur. Artık bu politika bitmiştir, bu politika yerine Colbertist politika, Kemalist politika gerekir, Trump’ın uygulamak istediği politika da böyledir, beğenirsiniz beğenmezsiniz Kemal Paşa’nın izinden gideceksiniz, 1930’lardaki gibi yapacaksınız. Böyle yaparsanız belki beş on yılda bu halden çıkarsınız, yapmazsanız hiç kurtuluşunuz yok. Ama hemen söyleyeyim, Türkiye bu durumdan çıkacak, tekrar ediyorum, Kemalist politikayı uygulayacaksınız, bu Colbertist politikadır. Benim kitaplarımda var mı bu, var, güzel, aferin bana.

Emperyalizm Ortadoğu'da hep en sağı, sağın sağını, bulmak kurmak ve yaşatmak istemiştir. Yıkılışta, 1916 yılını dönüş noktası sayabiliriz, ki sadece Sykes-Picot anlaşması ve paketini saymıyoruz; yanında McMahon-Hüseyin paketi de var. İngiliz emperyalizmi, Osmanlı Türk Devleti'ni ortadan kaldırırken, Mekke Emiri Hüseyin'e dört devlet kuduruyordu: Suudi, Ürdün ve Irak ile Suriye. Suriye, o tarihte de önemli ölçüde İttihat ve Terakki olarak hareket etti ve Mekke Emiri'nin oğlu Kral Faysal'ı kovdular.

İngiliz Emperyalizmi İstanbul'daki Osmanlı-Türk halifeyi ihraç edip yerine Hüseyin'in tarafından yeni bir halife ihdas etmeye çalıştı. İstanbul'daki halifeye güvenmiyordu ve haklıdır. Son halifeden biliyoruz, henüz embriyon halindeki kemalizmden çok daha kemalist idi.

IŞİD'i ve halifesini yaşatmak isteyen de Washington oldu, Bush-Obama-Trump eninde sonunda aynı hattır; Bush başlangıç, Obama zig-ziglar içinde, Trump gücünü tamamen Ordu'ya vermekle birlikte daha keskin olmak istiyor. Esad’a saldıramayınca IŞİD’e saldırma zorunlulukları var. Ve Trump keskin olmak istiyor, ancak 1916 Ortadoğu'daki İngiliz emperyalizminden dersler almak da istiyor. Trump'ın kimseyle konuşmadan Büyük Britanya Başbakanı Theresa May ile buluşması, Theresa'nın elini avcunun içine alması işte budur. Theresa May, Wahington'dan çıkıp Ankara'ya geldiler. Büyük Britanya ve Washington'a eğilimi hiç değişmeyen Erdoğan'a dersler verdiler.

IŞİD halifesi, şimdiye kadar, Obama'nın işi olmuştur. Obama hem vurdu ve hem korudu. Obama sallanınca, Arap halife de sallanmaya başladılar.

Mahir’in (Kaynak) kızı Ülke Hoca’dan söz ediyorum. Onun sözleriyle "IŞİD gömleği" sırtımızda kaldıkça Avrupa ve Trump güvenmezler. Büyük turistler de gelmezler.

Sputnik'de her gün hatırlatılan haberdir; Lavrov, Ankara için, "teroristler ile işbirliği yaptığınızı biliyoruz" demiştir. Yakında bu dünyadan ayrılan New York büyükelçisinin Güvenlik Konseyi'ne sunuşları var, belgelerle iddia etmektedir. Tolga Tanış ise Aydın Doğan tarafından atılacağını bile bile, Ankara ve IŞİD alışverişlerini yayınlamıştı. Doğan, ya da "Şahin" hemen emri aldı ve bu pek başarılı, gözüpek gazeteciyi attı.

 Amma Gülüş'e dokunamadı, Fikret'i yukarıya almakla idare ediyor. Ben de Fikret'e gülüyorum.

IŞİD'in işinin, Mahirzade Hanım Hocamız'ın "gömlek" işaretinden çok ileri olduğunu anlıyoruz. Alışverişin ötesinde "halifelik" de var. İlk bakışta, yakınımızda Arap halife varsa, Ankara'da bir halife evleviyetle olmalıdır. 

Sultanlık mı, hayır, artık yüzde elli çevresinde medineli yarattık ise, sultana gerek yoktur. Medineli kuldur ve kul yeterlidir. Kulları, Erdoğan ve akepe yaratmadı, yaratan, 12 Eylül'dür ve ordu'dur. Ordu, Evren, yarattı ve Ordu, Hüseyin Kıvrıkoğlu, getirdiler. 

Tayyip Bey hazırdır. Son zamanlarda mahkemelere pek önem vermiş görünmektedir. Hem "mahkemeye gidin" sözü artmıştır ve hem de bizzat mahkemelere gitmektedir. Bu gidiş, sultana değil, halifeye yakışmaktadır. Artık kültüre daha çok eğilimlidir. Kültürlü ve üstelik imam hatipli bir halife bekliyoruz.

Ve yalnız, 2023 nereden çıktı, şimdi bana uzak görünmektedir. Ne olur ne olmaz, bu kemalistler rahatsız etmeye bile başladılar.

Türkiye'de iç savaşlar üzerinde düşünme, beni bir kenara koyarsak, hemen hemen yoktur. Bu konuda benim görüşlerim ve yazılarım mevcuttur, 1906-1926 arasını bir iç savaş olarak niteliyorum ve şu nedenle tekrarlıyorum, cumhuriyet insanı yalnızca kurtuluş savaşı ile değil ve aynı zamanda iç savaşla belirlenmiştir, diyebiliyoruz.

Neden mi, 1966 yılını ülkede bir yeni iç savaşın başlangıcı olarak görmüş ve göstermiştim; bir çok büyük yazar, İlhami Soysal, Başkent'te şehrin ortasında kaçırılmış, "iyice" dövüldükten sonra bir kenara atılmıştı. Güzel, ancak sadece buna bakamayız, şunu da eklemek durumundaydık: 27 Mayıs'tan sonra ilk genel seçim 1965 yılında yapılmıştı ve büyük bir gerginliğe gebe bir sonuçla tamamlanmıştı. 27 Mayıs'a karşı Adalet Partisi çok büyük bir sonuç almıştı ve buna karşı, sosyalist Türkiye İşçi Partisi umulmadık bir başarı elde etmişti, gerginlik kaçınılmazdır. Adalet Partisi'nin Lideri Demirel başbakan oldular; henüz adını bilmesek de "iç savaş" kapıdaydı, öyle görüyorduk.

Bazen alevlenen ve bazen soğuyan iç savaşları yaşadık. 1975-1980, Demirel'in başkanlığında çok kanlı bir iç savaş döneminden geçtik; Demirel'in, Alpaslan Türkeş başında olduğu miniskül MHP ile Turhan Feyzioğlu'nun aynı ölçüde çok küçük Güven Partisi’ni bilerek yanına aldığını söyleyebiliriz. Bir iç savaş tertibi olduğunu söyleyebiliyoruz. Bir "ordu projesi" olduğunu da tartışmaya açabiliriz.

Oxford Reference Dictionary, "iç savaş" için, "civil war, between citizens of the same country" demektedir. Yurttaşlar ya da vatandaşlar arasında bir savaştır ve buna "civil war" diyoruz. Peki "sivil" diyoruz ve Larousse du XXe siècle, Paris, 1927 basımı, “militaire, ecclésiastique, politique” olanlara karşı göstermektedir. Başka bir şekilde "code civile" işaretini de kullanabiliyoruz, "sivil" olanı, medeni kanunla yan yana koyuyoruz.

Bolşaya Sovetskaya Ensiklopediya, civil war'ı doğrudan doğruya, grajdanskie voynı, "vatandaşlık savaşları" olarak vermektedir. Ve bu çok prestijli ansiklopediye göre, vatandaş savaşlarıyla birlikte sosyalist ve burjuva-demokratik devrimler gelişiyorlar, ki ilerliyorlar, demek istiyorum. Güzel, devamını, Russko-Turetskiy Slovar, Moskva, 1972, lügattan alıyorum ve burada da "grajdanskaya voyna" karşılığıda "iç harp" kullanılmaktadır.

Bizde iç savaşlar başlamıştı, ama, henüz "vatandaş" yoktu; öyleyse “vatandaşlık savaşı” diyemiyorduk ve “iç savaş” demeye zorunluyduk. Güzel, Engels'in bize öğrettiği deyimi hatırlıyoruz, zorunluluk keşfin anasıdır ve demek, iç savaş’ı icat etmeye mecburduk.

Marx'ın çok "ünlü", Fransızca "guerre civil" ya da İngilizce "the civil war in France" ki Komün savaşı da demek durumundayız, ve tam bir iç savaş'tır. Oradan öğrenebiliyoruz ve "iç savaş" adına da uygundur.

Engels'in önsözü ise çok daha açıklayıcıdır. Engels'den aktarıyorum: "At the moment of the crisis between the goverment and the opposition, the workers began street-fighting". İç savaş'ta "sokak savaşı" vardır. Varsa, iç savaş'tır. İşçiler, köylüler, aydınlar, muhalefet olarak sokağa indilerse, kavga ediyorlarsa, Fransızca "lutte", iç savaş çıkmıştır ve ilerlemektedir.

Güzel, civil war tarifinde anlaştık, "sivil", ecclesiastic, kiliseye ya da din örgütüne ve military, ordu'ya, ait olmayandır. Vatandaş'a aittir ve "vatandaş" ya da "yurttaş savaşı" diyebiliriz. Yalnız, bizde bir terslik ile karşılaşıyoruz, biz iç savaş yaparken henüz vatandaş'ı yaratamamıştık, bu nedenle iç savaş diyoruz. Orada kalıyoruz ve uygundur.

Belki "cumhuriyet savaşı" daha isabetlidir, yalnız "IŞİD" de en azından lafta bir cumhuriyettir ve akepeliler "cumhuriyet olacaktır" diyorlar ve biz diyemiyoruz. Şüpheliyiz, ayrıyız ve "IŞİD" cumhuriyetini saymayız.

IŞİD cumhuriyetinde bir halife var. Mahkemelere gide gele şu "şüpheli" sözüne alışıyoruz. İç savaş'ta "her şey" ve bu arada mahalleler birbirinden ayrıdırlar. Beraber olan ise şudur; hepsinde iç savaşın yanında "dış savaş" da var. Şimdi, "Suriye" savaşı devam ediyor. Arada "Musul" savaşı konuşuldu ve burada başarısızlık bizimdir.

 Hulusi Paşa, başarısızlığın üzerine yüklenmemesi için tedbirli davranmaktadır. Gülüş, imdadına yetişmiştir.

Yeniçerileri tasfiye ettik ve yeni bir ordu kurduk. Eski ordudan çok adam öldürdük, cesetten Boğaz'ı göremiyorduk. Büyük Tanzimat işte böyle olmuştur.

Boğazı cesetlerle kaplı İstanbul'u sevmiyorum. Cesetsiz İstanbul'u da hiç sevmedim.

Mahmut Şevket Paşa, kuvvetleriyle Selanik'ten geldiler. Genç zabitler, Mustafa Kemal, Kazım, İsmet, Çatalca'ya çadır kurdular sonra, ev ev savaşarak, İstanbul'u zapt ettiler. Taksim'de gerici subay ve asker bırakmadılar. Kıydılar. Bu sırada nerede ise her yerde savaşlar var, emperyalistler bizi parça parça etmek istiyorlar. Meşrutiyet budur. 

Kazım, Erzurum'da karargah kurdu ve Mustafa Kemal'i davet ettiler. İsmet, İstanbul'da, irtibat halindedirler. İsmet ile Kazım iyi arkadaştılar. Hem Tanzimat, hem Meşrutiyet, hem Cumhuriyet, dışa çıkmış kuvvetler tarafından yapıldılar. İç savaş ve dış savaş beraberdiler. Sonradan cumhuriyet olan Mustafa Kemal, Ordu'dan ihraç edilmiş bir komutandır. Aksi halde idam edeceklerdi.

Tabutum omuzumda yürüyorum.
Söz benimdir. Bizi tarif ediyorum.
Boynumda kırmızı ve başımda kalpak var. İkisi de artık ben oldular.
Efsane bir tarihimiz var. Çocukken film gibiyiz, diyordum.
Röportaj: Barış Zeren / Deniz Hakan / Okan İrtem

Not: Mülakatın hukuksal denetimini yapan Sedat Akçelik ve Serkan Günel'e teşekkür ederiz.

Odatv.com/06.03.2017