22 Aralık 2012 Cumartesi

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 4

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 4

   Devletime, 47 yıllık askerî bilgi ve tecrübe birikimimle, Türk Silahlı
Kuvvetlerinde hizmet verme imkânından mahrum bırakıldığım bu yargı sürecinde yapacağım hukuk mücadelesi, “Türkiye‟nin Çağdaş Hukuk Devleti standartlarına ulaşma” idealinin gerçekleşmesine mütevazı bir katkı sağlarsa, bir nebze müsterih olacağım ve buruk bir memnuniyet duyacağım. İçinde yaşadığımız dönemde, tarihin ve talihin omuzlarıma yüklediği misyonun bu olduğuna inanıyorum.
   Şunu da önemle belirtmek isterim ki; durum ve şartlar ne olursa olsun, aziz vatanıma, yüce milletime, Ata‟mızın emaneti sevgili Cumhuriyet‟ime sadakat ve muhabbetle hizmetimin, Vatan Şairimiz Namık Kemal (1840-1888)‟in “Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin, / Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten.” dizelerinde ifade edilen kararlılık içinde, son nefesimi verene kadar süreceğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
   Bunları anlatmaktan maksadım kesinlikle, ayrıcalıklı bir statü imasında bulunmak veya duygusal bir etki yaratmak değildir. Çünkü, “Mahkeme önünde kimsenin farklı bir görünüşü yoktur” (İn judiciis non est acceptio personarum habenda)
özdeyişinin çok yerinde, değerli ve önemli bir hukuk kuralını ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 7‟nci Maddesindeki “Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın korunmasından eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir” hükmünün daima dikkate alınmasının; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10‟uncu Maddesindeki “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” hükmü ile, Türk Ceza Kanununun 3‟üncü Maddesindeki “Ceza Kanununun uygulamasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefî inanç, millî veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiç bir kimseye ayrıcalık tanınamaz” hükmünün herkese, her zaman, her yerde, her hal ve şartta, hiçbir etki altında kalınmadan, tavizsiz olarak uygulanmasının gerekliliğine gönülden inanıyorum.
   Ancak, burada doğru olarak anlaşılması gereken husus, arzu edilenin “Kişiyi itibarsızlaştırmaya yönelik kaba ve hoyrat davranışta eşitlik” değil, “İnsan onurunun korunmasına hassasiyet göstermeye matuf, nezaketli ve uygar davranışta eşitlik” olduğudur. “Ergenekon Operasyonları” olarak isimlendirilen sürecin, bu anlayışla yürütüldüğünü söylemek mümkün değildir. Şüphesiz, 21‟inci Yüzyılın medeni aleminin bir üyesi olan ve Anayasa‟sında “Hukuk Devleti” olduğu yazılı bulunan Türkiye Cumhuriyetine, söz konusu süreçte yaşanan ilkel davranışlar hiç yakışmamaktadır. Yayımlanan ve yalanlanmayan Wikileaks Belgelerine göre; Türk Polisinin, Ergenekon Operasyonlarının başlatılması ve sürecin yürütülmesi konusunda brifing verdiği, görüş ve önerilerini aldığı, Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçilerinden James JEFFREY, Washington D.C.‟ye gönderdiği raporda, soruşturmaların yürütülme şeklini kendi ülkesi ile karşılaştırarak, şunları ifade etmiştir: “Amerika‟da savcılar benzer bir durumda, bir generali sorgulama ihtiyacı ortaya çıktığında onları ziyaret eder; Onlara iddianame hakkında bilgi verir, sahip olduğu hakları anlatır. Tutuklama gibi bir durum ise, ancak ciddi bir kanıt birikiminin sağlanması, mahkemede kabul edilmesi yüksek ihtimal olan bir iddianamenin hazırlanmasıyla mümkün olabilir. Burada ise durum farklıdır. Bilgi sahibi olduğundan şüphelenilen isimler bile otomatik silah taşıyan polisler tarafından ele geçiriliyor, basın önünde adeta küçük düşürülüyor. Her zaman bu şekilde gerçekleşen bu süreç, son zamanlarda üst düzey askerler ve onların arkadaşları için de aynen uygulanmıştır.”

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 3

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 3

Türkiye Cumhuriyetinin, Evrensel Hukukun üç temel ilkesinin, “şerefli yaşa, kimseye zarar verme, herkese hakkını ver” (Juris praecepta sunt haec: honeste vivere, alterum non leadere, suum cuique tribuere) vecizesinde ifadesini bulduğuna inanan, hukuk kurallarına uyan, yasalara saygılı, adli sicili tertemiz bir vatandaşıyım:

- 61(altmışbir) yıllık hayatım boyunca hiçbir ceza almadım; Adli Mahkemelerin ve Yargı Organlarının hiçbir soruşturmasına veya kovuşturmasına muhatap olmadım.

 - Askerî Öğrencilik dönemim dahil 47 yıllık askerlik hayatım boyunca, Amirlerim, Disiplin Mahkemeleri ve Askerî Mahkemeler tarafından hiçbir soruşturmaya veya kovuşturmaya maruz bırakılmadım, ceza almadım.

- Kendim için davranış tarzı olarak benimsediğim gibi, maiyetimde bulunan personele ve astlarıma da, daima yasalara saygılı olmalarını, hukuk kurallarına uymalarını emrettim ve öğütledim; tutum ve davranışlarında bu özelliği hassasiyetle aradım; gerektiğinde ikazlarımı yaptım, düzeltici tedbirleri aldım. Atandığım her görevin başlangıcında, ilk uygun zamanda, personelime topluca çalışma prensiplerimi açıklayan bir hitapta bulundum; bu kapsamda “Bütün faaliyet ve işlemlerimizin hukuka uygun olmasını” emrettim ve bu prensibimi açıkladım.

- Genelkurmay Harekât Başkanlığı personeline de; 06 Eylül 2007 tarihinde, Genelkurmay Karargâhının 310 kişilik Orbay Salonunda yaptığım konuşmada, bu prensibime ilişkin olarak, verdiğim şifahi emri ve yaptığım açıklamayı bu toplantıya katılanlar hatırlayacaklardır. Şu emri vermiştim:
“Bütün faaliyet ve işlemlerimiz hukuka uygun olacaktır. Hukuki Mevzuat hiyerarşisinin; Anayasa, yasalar, tüzükler, yönetmelikler, yönergeler, direktifler, emirler, talimatlar şeklinde olduğunu hatırlatırım. Hukuka uygunluk kuruluşlara ve kişilere itibar kazandırır. Hukuk ihlâlinin küçüğü, büyüğü olmaz. Hukuk dışına taşan faaliyet ve işlemlerden herhangi bir fayda beklenemez. Hukuk kurallarına aykırı her eylem ve işlemin bir müeyyidesi vardır ve gerektiğinde uygulanır. Bu karargâhta yaptığımız görevler açısından Uluslararası Hukukun ve Devletler Hukukunun kazandığı öneme dikkatinizi çekerim. Biz hukuka ve hukuk devletinin kurallarına riayetkâr ve saygılı bir ordunun mensuplarıyız, daima öyle kalacağız.”

ORG:HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 2

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 2

Sayın Başkan,

İstanbul 13‟üncü Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmiş bulunan ve İnternet Andıcı Davasının zeminini teşkil eden İddianame‟de, hakkımda;

“Ergenekon Silahlı Terör Örgütünün amaçları doğrultusunda, askerî müdahale ortamı oluşturmak amacıyla, belirtilen internet siteleri vasıtasıyla kara propaganda ve dezenformasyon faaliyetlerini icra ve organize ettiğim, devlet yöneticilerini baskı altına almak, devlet otoritesini zaafa uğratmak, bu hususta gerektiğinde kamu düzenini bozup ülkede kaos ve düzensizlik ortamı oluşturmak, halkı devlet yöneticilerine karşı kışkırtmak ve anarşi ortamı oluşturmak, böylece cebir ve şiddet yöntemleri ile hükûmetin görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs ettiğim, ara yönetici sıfatıyla harekât faaliyetini yönettiğim ve örgüt üyelerini yönlendirdiğim” suçlamalarında bulunulmakta; “Üzerime atılı eylemlerime uyan; TCK.‟nın 312, 314/1, 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanununun 5. maddeleri gereğince cezalandırılmam ve hakkımda TCK‟nın 53, 58/9. maddelerinin uygulanması”

talep edilmektedir.

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 1

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER'İN SAVUNMASI- 1

Sayın Başkan,

İnternet Andıcı İddianamesinde şahsıma yöneltilen isnat, iddia ve suçlamalara cevap teşkil eden ifademi ve konuyla ilgili açıklamalarımı sunmaya, şahsınızda Sayın Mahkeme Heyetini ve başta kıymetli silah arkadaşlarım ile aile fertleri olmak üzere, Mahkeme Salonundaki hazırunu en iyi dileklerimle selamlayarak başlamak istiyorum.

Yargı Makamlarına gönderilen resmî raporlarla (EK-A) belgelenmiş olan sağlık sorunlarım nedeniyle, bugüne kadar ifade verme imkânı bulamadığımdan dolayı, şahsımla ilişkilendirilen tüm konuları açıklığa kavuşturacak biçimde detaylı olarak hazırladığım ifademi;

- Giriş,

- Genel,

- İhbar / İftira Mektupları ve Muhbirler / Müfteriler,

- Bilgi Destek Planı Konulu Sahte Belge,

- Sahte Belge İle İrtibatlı Olduğu İddia Edilen Olaylar,

- Genelkurmay Harekât Başkanlığı,

- İnternet Siteleri,

- Tespit Tutanakları,

- İddia Olunan Ergenekon Terör Örgütü Mensupluğu,

- Değerlendirme,

- Sonuç

olmak üzere, onbir başlık altında sunacağım.

İnternet Andıcı İddianamesinin şahsımla ilgili bölümünü okuduğumda, günümüzden yaklaşık 2400 yıl önce, Atina‟da yargılanan ünlü filozof SOKRAT(Sokrates)‟ın, Beşyüzler Meclisi ve Atina Halkı önünde savunmasına başlarken söylediği ilk cümleyi hatırladığımı, ifade etmek isterim. Talebesi PLATON(Eflatun)‟un anlattığına göre, SOKRAT diyor ki; “Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem, Atinalılar; ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; ve gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil.” Ben de, söz konusu iddianamede hakkımda ileri sürülen iddiaların hiçbirinin doğru ve yerinde olmadığını, hiçbir surette inandırıcılığının bulunmadığını, ifademin hemen başında dile getirme ihtiyacını hissediyorum.

ORG.HÜSEYİN NUSRET TAŞDELER KİMDİR?



Hüseyin Nusret Taşdeler, (d. 3 Ekim 1951, Samsun) Türk orgeneral.


Kuleli Askerî Lisesi'nden 1968'de mezun oldu. 1970'de Kara Harp Okulu'nu tamamladı. 1971'de Topçu ve Füze Okulu'ndan mezun olmasının ardından 1971-1978 arasında, Topçu ve Füze Okulunda Batarya Komutanlığı ve öğretim üyeliği, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri'nde Batarya Subaylığı yaptı. Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra 1980-1985 yılları arasında; 29. Piyade Alayında Bölük Komutanlığı, 10. Piyade Tugayında Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü, Kara Kuvvetleri Genel Plan ve Prensipler Başkanlığında Proje Subaylığı görevlerini yerine getirdi.

Amerika Birleşik Devletleri Kara Komuta ve Kurmay Kolejinden 1986'da mezun oldu. 1989'a kadar Kara Harp Akademisi'nde öğretim üyeliği görevinde bulundu. 1988'de Silahlı Kuvvetler Akademisi'nden mezun oldu. 1989'den irtibaren üç yıl Belçika'nın Mons şehrindeki Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı Plan ve Prensipler Başkanlığında Proje Subaylığı yaptı. 1992-1994 döneminde Genelkurmay Protokol Şube Müdürü olan Taşdeler, 1994'te Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı görevine geldi.

1996'da Tuğgeneral olan Taşdeler, bu rütbeyle 1996-1998 döneminde 12. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı; 1998-1999'da Napoli'de bulunan Müttefik Kuvvetler Güney Bölge Komutanlığı Karargahında İstihbarat Başkanlığı, 1999'dan 2000'e kadar aynı karargahta Plan ve Prensipler Başkanlığı yaptı. 2000 terfi ettiği Tümgeneral rütbesiyle 2000'den 2003 yılına kadar Genelkurmay Strateji ve Kuvvet Plan Daire Başkanı; 2003-2004 döneminde 3. Kolordu Komutan Yardımcısı ve 52. Zırhlı Tümen Komutanı olarak çalıştı. 2004'te Korgeneralliğe yükselerek 8. Kolordu Komutanı oldu. Yine korgeneral rütbesiyle 2006-2007 arasında Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanı, 2007-2008'de Genelkurmay Harekat Başkanı, 2008-2009 döneminde ise Genelkurmay Genel Plan ve Prensipler Başkanı olarak görev yaptı.

2009'da orgeneralliğe terfi ederek Harp Akademileri Komutanı oldu. Ağustos 2010 Yüksek Askerî Şûra'sında Ege Ordusu Komutanlığına atandı. 2011 Yüksek Askerî Şûra'da EDOK Komutanlığı'na atandı. Taşdeler, Süeda Taşdeler ile evli ve bir çocuk sahibidir.

Silivri’yi anlamak için Taraf’ı çözmek gerekiyor

Silivri’yi anlamak için Taraf’ı çözmek gerekiyor
20 Aralık 2012- YURT GAZETESİ / CÜNEYT ÜLSEVER

İçinde bazı suçluları da barındırdığını düşündüğüm Silivri Davaları artık tüm itibarını yitirdi.

“Davalar” yönetilemedi.

Zira davalara: i) MİT-Emniyet kavgası, ii) Erdoğan-Cemaat arasında önce işbirliği sonra zıtlaşma, iii) TSK’nın ABD tarafından yeniden yapılandırılması,

iv) ABD’nin Erdoğan’ı bir yandan desteklerken diğer yanda denetimden çıkmasına karşı tedbir alma gayreti,

v) Kişisel intikam duyguları bir arada bulaşınca her şey birbirine karıştı.

Salı günü yazdım. Bu dönemi anlamak için Taraf Gazetesi’ni soğukkanlılıkla irdelemek lazım. Salı günü gazete yönetiminin ellerindeki dosyaları savunmak adına hukuku nasıl çiğnediklerini belgeledim.

***
Tarihte “Taraf olayı”nı anlamak için Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Yıldıray Oğur’un ne dedikleri kadar, gazete yazarları Mehmet Baransu ve Emre Uslu’nun bu dönemde ne işe yaradıklarını çözmeye çalışmak da önemlidir.

Ben bu yazı ile Baransu ve Uslu’nun hayatlarından sadece bir kesimi irdeleyeceğim:

ABD maceraları!

***
1) Emre Uslu MİT üzerinden yürütülen Erdoğan-Cemaat kapışması sırasında MİT hakkında can alıcı bilgiler yayınladı. Şimdi de MİT’in kendisini öldüreceği iddiası ile yeniden ABD’ye giden Uslu eski bir polis. Zamanında akademik çalışmalar için ABD’ye (Utah) gidiyor ve 8 sene yurda dönmüyor. “Pasif görev” adı altında aldığı izin süresini geçirdiği halde geri dönmeyince hakkında çeşitli ihbarlar yapılıyor, sonunda Emniyet kendisini geri çağırıyor. “Okyanus ötesi uçamaz” raporu ile devletten ücretsiz izin alıyor ve senelerce ABD’de yaşıyor! Bu arada bildiğim kadarı ile sadece bir web. gazetesine yazılar yolluyor. İngilizcesi kötü olduğu için muhakkak yazılarını birileri düzeltiyordu. Bu arada hatırlatayım, Özden Örnek’in “günlükleri” Nokta’dan önce Uslu’nun elinde idi.

Emre Uslu’ya soruyorum:

i) 8 sene ABD’de geçimini nasıl sağladın? Bu ülkede hangi vize ile ikamet ettin?

ii) MİT hakkında bu kadar derin bilgileri nasıl elde ettin? Ülkeden çıkacak kadar zor duruma düşmek için MİT’in hangi zaaf(lar)ını yakaladın?

iii) “Okyanus ötesi uçamama” hastalığın ne zaman ve nasıl bir tedavi yöntemi ile geçti?

***
2) Mehmet Baransu’nun ABD macerasını 18.06.2009 tarihinde Odatv’ye verdiği söyleşi çerçevesinde bizzat kendi ağzından okuyalım:

“...Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyordum. ‘Amerika’da çocuk cinayetleri ve medya’ üzerine tez hazırlamak için Amerika’ya gittim. Oradaki üniversitelerde de bu konuyla ilgili araştırmalar yapılıyor ve raporlar hazırlanıyordu. ‘Türkiye’de de böyle cinayetler olur mu?’ konusunu araştırabilmek ve karşılaştırabilmek için Amerika’ya gittim. Üç buçuk yıl kaldım. Tezimi yaptım ve dil öğrendim fakat parasızlıktan dolayı Türkiye’ye geri dönemedim ve maalesef okuldan kaydım silindi...Tezim iki yıl sürdü. Gece gündüz hem çalıştım hem de tezimi yetiştirebilmek için birçok işte çalıştım. Çalıştığım yerler için de sosyal güvenlik numaram var ve nerelerde çalıştığım kayıtlıdır. Orada dilimi geliştirmek için dil kursuna da gittim.”

Aynı söyleşide ABD’ye giderken evini ipotek ettirerek 15.000 dolar edindiğini söylüyor.

Mehmet Baransu’ya da soruyorum:

1)15 bin doları 3.5 yıla (42 ay) bölünce ayda 360 dolar eder. Bu para ile geçinmek mümkün değil. Sosyal Güvenlik Numarası (SSN) alarak çeşitli yerlerde çalıştığını söylüyorsun.Yabancı bir öğrenci ABD’de SSN’yi ancak üniversitede çalışmak üzere okuduğu üniversiteden alabilir. SSN (numaran) kaçdır? Numarayı hangi üniversiteden aldın?

2) Sahi ABD’de hangi üniversitede okudun? “Üniversiteler” derken hangilerini kast ediyorsun. İsimlerini verebilir misin?

3) Herhalde ABD’ye “öğrenci vizesi” ile gittin. Vize almanı sağlayan ilk kabulü hangi ABD üniversitesi verdi?

4) İki yılda yazdığın tezden bölümler yayınlayabilir misin? ‘Amerika’da çocuk cinayetleri ve medya’ üzerine ilginç bulguların nelerdir?

5) “Parasızlıktan dolayı Türkiye’ye geri dönemedim ve maalesef okuldan kaydım silindi...” diyorsun. Anlamadım. ABD’den Türkiye’ye dönüş bileti tutarı ABD’de 1 ay kalmaktan daha düşüktür. Kafam karıştı. Lütfen yardımcı ol! Parasızlıktan memleketine dönemeyen bir insan 3.5 sene ABD’de nasıl geçinir?

6) “Tezimi yetiştirebilmek için birçok işte çalıştım”, diyorsun. Üniversiteden atıldığına göre tezi kendi kendine mi yazdın? Üniversiteden atılınca SSN’ı iade etmek zorundasın. Birçok işte hangi izinle çalıştın?

7) Söyleşinin bir yerinde “Bir imza için Türkiye’ye gelmem gerekiyordu ama maddi zorluklardan dolayı gelemedim.”, diyorsun. Bunu da anlamadım. Uzun süredir elektronik bir dünyada yaşıyoruz. Neden bizzat elden imza almak zorunda kaldın? Neden anında elektronik imza almadın? Hadi bu da olmadı. Neden “uçak postası” ile o can alıcı imzayı talep etmedin?

8) Okuldan kaydının silinmesi ile ilgili iki ayrı ifaden var. Kaydın bir yerde söylediğin gibi “parasızlıktan” mı , aynı söyleşide başka bir yerde söylediğin gibi “imza alamadığın” için mi silindi?

***
Bu soruların “gerçek cevapları” bizi Taraf’ın “tarihi misyonuna” götürecektir!

İşte Altan işte Çongar iste Taraf!



18 Aralık 2012, YURT GAZETESİ
İşte Altan işte Çongar iste Taraf!

Ahmet Altan’ın büyük bir romancı olduğu aşikardır. Cemaat ile AKP’nin arasına karakedi girdikten sonra Altan’ın hızlı bir muhalif kesildiği de doğrudur. Yasemin Çongar Washington D.C.’de Milliyet adına çok başarılı bir gazetecilik örneği vermiştir. Ancak, aşağıya koyduğum belgeler de birer gerçektir.

1)ABD’nin en büyük radyo kanalı Ulusal Halk Radyosu’nda (NPR), Taraf gazetesi ve “Balyoz Planı” üzerine bir program yayınlandı. Cumhuriyet’ten Elçin Poyrazlar 02.07.2010 tarihinde şunları yazdı:

“Röportajı yapan gazeteci Julia Rooke, Çongar’ın sözlerini şu şekilde aktardı: ‘Taraf published the (Balyoz) documents. Çongar says they corroborated them as best they could by talking to witnesses. She adds, the newspaper was egged on by the prime minister and the head of state intelligence. (Taraf –Balyoz- belgelerini yayımladı. Çongar tanıklarla konuşarak belgeleri ellerinden geldiği kadar doğruladıklarını söylüyor. Gazetenin başbakan ve devlet istihbaratının başı tarafından teşvik edildiğini de ekliyor.)”

Julia Rooke Çongar’dan sonra bu radyo programı için benimle de konuşmuştu. Bana bir yönetici olarak Çongar’ın okumadığı bir belgeyi yayınladığını açıkça itiraf ettiğini hayretler içinde söylemişti. Başbakan ve MİT tarafından teşvik edilmenin ne anlama geldiğini de sorguluyordu.

Çongar bunun dışında kendilerine, ordu ve jandarma gibi kurumlardan istihbarat geldiğini de Rook’a bildirmişti.

***
2)Aynı Yasemin Çongar New Yorker Muhabirine de “Bu belgeler gerçek dışı olamayacak kadar detaylı” idi (too detailed not to be real)” demiştir.(New Yorker-12.03.2012)

Bu mantığa göre Alexander Canduci’nin “The Greatest Lies in History” (Tarihteki En Büyük Yalanlar) adlı kitabı da çok detaylı (336 sayfa) olduğu için esasında gerçekleri yazar!

***
3)Mehmet Baransu’ya gazete önünde bavulla teslim edilen ve sonradan içinden bir sürü tahrif edilmiş,yalanla doldurulmuş CD çıkan “Balyoz Belgeleri” için Ahmet Altan da şöyle yazmıştır:

“Bana yazı işlerindeki arkadaşlarımız CD’lerin üstündeki bilgileri gösterdiler, orada, o belgeleri kimin, ne zaman, nerede yazdığı açıkça görülüyor…. O CD’lerin üstündeki kayıtlar bütün belgelerin Birinci Ordu’da hazırlandığını kanıtlıyor” (Taraf-09.02.2010)

Bu mantığa göre de ben kendisine Genelkurmay antetli bir mektup yollasam, gazeteciliğin temel iç güdüsü “şüphe”ye hiç başvurmadan Altan içindekileri anında “kanıt” kabul edecek!

***
4)Gareth Jenkins adlı bir Galli gazeteci bütün Ergenekon İddianemelerini okudu ve içinde yüzlerce yanlış/hata yakaladı. Ahmet Altan’ın Jenkins’e tepkisi şu şekilde oldu:

“Bütünüyle doğru bir hikâyenin içinde bir ‘yanlış’ bulup, bu tek yanlışla ‘aslında bütün hikâyenin yanlış’ olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar.” (Taraf-04.07.2009)

Ahmet Altan Ergenekon iddianamesinin “bütünü ile doğru” olduğunu daha 2009’da biliyordu! Ayrıca Ahmet Altan’a göre insanların hayatı ile ilgili karar alırken “bir yanlış”ın önemi yoktu. Altan, Jenkins’in bir değil, bir sürü yanlış bulduğunu ise tamamen göz ardı ediyordu.

***
5)Altan ve Çongar’ın o tarih itibari ile yazı işleri müdürü Yıldıray Övür’e göre ise alaturka davalarda “hatalar” olabilirdi, kaldı ki Jenkins “Batılı Kemalist “idi! (Cüneyt Ülsever-Odatv-29.03.2012)

Yıldırım Övür bir yazısında Ergenekon Davaları’na bakan Mahkeme için de şunları yazabildi:

“Kimse Ergenekon iddianamelerinin dikensiz gül bahçesi olduğunu iddia etmiyor. Binlerce sayfa içinde mesnetsiz pek çok iddia ve yüzlerce şüpheli arasında mağdur edilmiş pek çok kişi olduğu açık. Ama Türkiye şartlarında ve Türkiye adliye kültürü içinde yürütülmeye çalışılan böylesine bir soruşturmanın sorunlu alanlarına yoğunlaşıp büyük iddiaların karambole getirilmesi pek iyi niyetli bir değerlendirme biçimi değil.” (Taraf-02.12.2009)

***
Yukarıda alıntıladığım yazılı metinler Hukuk’a Giriş derslerinde “hukuk nasıl iğfal edilir” başlığı altında okutulmalıdır!

***
“Bir suçsuzu mahkum etmek, on suçluyu beraat ettirmekten daha kötüdür.”(Voltaire)

“Kim bir hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” (KUR'AN: Nisâ Suresi; Sure 4, Ayet 112)

19 Aralık 2012 Çarşamba

OKAN İRTEM/ Erdoğan’s land’in temelleri çatırdıyor

OKAN İRTEM/ Erdoğan’s land’in temelleri çatırdıyor
Salı, 04 Aralık 2012 / AYDINLIK

Almanlar’ın bir ifadesiydi, Türkiye’ye “Enverland” diyorlardı; “Enver Paşa’nın ülkesi” anlamına geliyordu. Daha sonraları Washington’da “bundan böyle Erdoğan’s Land”, “Erdoğan’ın ülkesi” olsun dediler ve Türkiye’yi bir “Erdoğan’s Land” yaptılar; 2002 sonrasındaki döneme denk düşmektedir. Bununla birlikte, dış basından gelen işaretlere bakılırsa, 2012 yılıyla birlikte Türkiye tarihindeki bu Erdoğan parantezi artık tartışmaya açılmaktadır. Çıkan Erdoğan eleştirilerini göz önüne aldığımızda, bunu söylemekte bir beis görmüyoruz. Nitekim Washington Post’tan Daniel Pipes da 13 Kasım’da, bundan bir yıl öncesine kadar Erdoğan’ın dış basında Ortadoğu’nun yeni gücü olarak görüldüğünü, “if Turkey only a year ago appeared to Newsweek and others to be the Middle East’s new superpower”, bununla birlikte artık bu bakışın geride kaldığını söylüyordu. Erdoğan’ın ölçüsüz ihtirasının “Ortadoğu’nun bu yeni gücünün” sınırlarını açığa çıkardığını, “Mr. Erdoğan’s excessive ambition ... might be exposing the limits of Turkish influence”, yazıyordu.


“Güçlü Türkiye” fantezisinin sonu

The New York Times’dan Tim Arango da 20 Kasım’da, Pipes’la benzer bir biçimde, bu yeni gücün Hamas-İsrail çatışmasında Mısır’ın gerisinde kaldığını, ikincil bir role razı olduğunu kaydetti. Başka deyişle, bir süre öncesine kadar Mısır’a model olma iddiasındaki Erdoğan’ın ayakları Gazze kriziyle suya ermişti. Arango’ya göre, Gazze krizi ve Mısır’ın bu krizdeki rolü, Türkiye’nin bölgedeki etkisinin sınırlarını göstermişti: “... the Gaza crisis and Egypt’s role in trying to solve it, displayed the limits to Turkish influence in the region.” Mısır’ın hem Hamas, hem de İsrail ile diplomatik ilişki kurabildiği; buna karşın, Erdoğan Türkiyesi’nin İsrail ile herhangi bir diyalog kurma yetisine sahip olmadığı ve arabulucu niteliğini yitirdiği, yine Tim Arango’nun yazısında yer alan tespitlerden biriydi.

Türkiye’de de Kadri Gürsel ve başka isimler benzer tespitler yaptılar; Türkiye’nin İsrail politikasının tıkandığını ileri sürdüler. Neticede, Gazze kriziyle Erdoğan düşerken, Mısır yükselmişti. Üstelik “model Erdoğan’ı” bu ikincil role indirgeyen, meydanlara inmiş sert bir laik muhalefetin sıkıştırdığı, yargıçları greve gitmiş Mısır’ın zor durumdaki Cumhurbaşkanı Mursi idi. Tim Arango bu bilgilere Muhammed Mursi’nin “yeni” ve “deneyimsiz” olduğunu da eklemektedir. Demek ki AKP’nin ve Erdoğan’ın “ustalık dönemi”, Mursi’nin çıraklık dönemine yenik düşmüştür. Erdoğan ile Davutoğlu’nun aldıkları bu yenilgiyle, Türkiye’nin “model ülke” ve “güçlü Türkiye” fantezilerinin tümüyle geçerliliğini yitirdiği açıktır.

AKP’yi bekleyen gelecek

Abramowitz ise bundan bir süre önce, herhalde AKP’ye destek yıllarının verdiği bir alışkanlıkla, “Türkiye’nin İstikrarsız Konumu” başlıklı yazısında, “Turkey is still Erdogan’s country”, Türkiye hala Erdoğan’ın ülkesidir, yollu yazıyordu. Ama yazısı boyunca bunun ne kadar böyle kalabileceğini sorgulamaktan da geri durmuyordu. Abramowitz yazısında, politik gerilimlerin arttığını ve çoğunlukla da bu gerilimlerin Erdoğan’ı hedef aldığını, “political tensions are rising and mostly directed at Erdogan”, dile getiriyordu. Abramowitz, Tayyip Erdoğan’a gelecekten haberlerini ise yazısının sonuna saklamıştı. Türkiye’nin geleceğinin her zamankinde daha bulutlu olduğunu, “the future is cloudier than usual”, ve Türkiye gericiliğinin partisi AKP’nin bileşenlerine ayrılabileceğini haber veriyordu: “... continuing turbulence at home and nearby may lead to the emergence of new parties and possibly even the decomposition of AKP”. Demek ki hem içeride, hem de dışarıda çanlar Erdoğan’s Land için çalmaktadır.

Erdoğan’s Land yama tutmuyor

Sanki ABD’nin önemli kalemleri söz birliği etmişlercesine Brzezinski de 19 Kasım’da, Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda, Türkiye’nin İran’a dönüşme olasılığına ve tehlikesine dikkat çekti. Sanki tarihte geriye gidilmiş ve bir dönem yapılan “Türkiye İran olur mu” tartışması hatırlanmıştı. Röportajında Brzezinski, Türkiye’nin İranlaşmasını bir tür “saatli bomba” ve “Avrupa için gerçek bir tehdit” olarak niteliyordu. Belki de Erdoğan’da ve onun İsrail’e yönelik eleştirilerinde “tehlike” işaretleri görüyorlardır, tartıştıkları açıktır. Bunu destekleyecek biçimde The New York Times da 30 Kasım’da, Anand Giridharadas imzalı bir haberde, hangi Türkiye’nin daha sağlıklı olduğunu sorguluyor ve Türkiye’de laik kesim ile İslamcılar arasında bir tartışmanın olduğunu haberleştiriyordu. Bu tartışmanın ülkenin gelecekteki kimliğini ilgilendirdiği de The New York Times’da ifade edilmişti: “The argument, in Turkey’s case, concerns the future of the country’s identity.” Demek ki, artık Erdoğan’s Land yama tutmamakta ve mesele dış basında açıkça konuşulmaktadır.

Brzezinski Çamlıbel’e verdiği röportajda, Erdoğan’ın ile Davutoğlu’nun kayıtsız şartsız desteklediği Suriye’deki İslamcı muhalefeti, ABD’nin de desteklemesi gerektiği konusunda şüpheleri olduğunu da açıklıyordu: “Muhalifler arasında son derece fanatik, radikal, hatta El Kaide ile bağlantılı unsurlar olduğunun belirtileri var. Bu insanları desteklemenin bizim çıkarımıza olduğundan emin değilim.” Erdoğan yönetimi ile ABD arasında bir açı farkının olduğunu kesindir.

AKP’ye altın vuruş

Erdoğan yönetimine yönelik son darbe ise bizzat ABD senatosundan geldi. Senatoda tartışılan ve İran’dan alınan doğalgazın altın yoluyla ödenmesini engelleyen kanun, Türkiye’nin İran ile doğalgaz ticaretinin mevcut biçimini sona erdirdi. Senatodaki oylama öncesinde, senatörlerce, tasarının “Türkiye’nin İran’la doğalgaza karşılık altın oyununu bozacağı” ifade edilmişti; ifadenin küçümser bir havası olduğundan şüphe edemeyiz. Tasarıyı hazırlayanlardan en az birisi Yahudi’ydi; adı Joe Lieberman olup, soyadının İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ile aynı olduğunu görebiliyoruz.

Tasarının senatoda oylanmasının hemen öncesinde ise, ABD’deki en önemli Yahudi lobi kuruluşlarından Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi, American Israel Public Affairs Committee-AIPAC, üyelerine tasarının desteklenmesi gerektiğini ifade eden bir mektup yolluyordu. Mektupta, İran doğalgazını, İran’a uygulanan yaptırımların etrafını dolanarak almak isteyenlerin olduğu; bunların, Türkiye kastedilerek, İran’a altın ve değerli madenler yoluyla ödeme yaptıkları da söyleniyordu, “in an effort to circumvent international sanctions on the Central Bank of Iran, some purchasers of Iranian oil and natural gas have been using gold and other precious metals to pay for petroleum products”. Herhalde AKP, anayasa konusundaki gündelik alışkanlığıyla, uluslararası sermayenin İran’a uyguladığı yaptırımların da etrafından dolaşabileceğini sanmıştı. Ama Yahudi sermayesi, Anayasa Mahkemesi’nin yargıçlarından, ne yazık ki, daha dişli çıktı. Tasarı senatodan tek bir ret oyu almadan geçti. Uluslararası ve Yahudi sermayedarlar, tasarıyla Erdoğan’ın AKP’sinin yolu üzerine bir duvar ördüler ve şimdi AKP’nin bu duvara toslamasını beklemektedirler.

Yolun sonuna doğru

Öyleyse artık, Erdoğan’ın hem siyasi açıdan, hem de enerji açısından sıkışma zamanıdır. Rusya ise, İran’a yönelik tasarının senatoda kabul edilmesinin hemen ardından, “Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılayabilecekleri” açıklamasını yapıyordu. AKP bu kapıya gider mi bilemiyoruz ama gitmesinin Suriye özelinde bir bedeli olması ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Oynanan Erdoğan’lı AKP masalının son perdesi midir, herhalde soru bu olmaktadır ve oyun, Erdoğan’ın tüm politikasının tükendiğine işaret etmektedir.

OKAN İRTEM/ Gorbaçov Kemal ile oligarşinin TESEV’i

OKAN İRTEM/ Gorbaçov Kemal ile oligarşinin TESEV’i
Cuma, 23 Kasım 2012 / AYDINLIK

İki çözücüydüler; biri Sovyetler Birliği’ni, diğeri ise Türkiye’nin kurucu partisi CHP’yi ayakta tutan bağları çözme işini üstlendi. Adları Mikhail Gorbaçov ve Gorbaçov Kemal’di. Her ikisinin de hüküm sürdükleri dönemde George Soros ile bağlantıları bulunuyordu.


George Soros’un rejimleri


Soros Vakfı Sovyetler Birliği’nde 1987 yılında kapılarını açmıştı. Rejimin çöküşüne kadar da sol düşüncenin geriletilebilmesi için milyonlarca dolar para saçmıştı. Gorbaçov, herhalde Soros’a olan bu borcunu ödemek adına, SSCB’nin çöküşü sonrasında yaptığı bir açıklamada, spekülatör George Soros’u Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösteriyordu. Ama ödülü kazanan Soros değil, emperyalist düzene katkılarından doları Gorbaçov oldu. Soros’un hanesine ise, eski sosyalist ülkelerde namını ve emperyalist renkli karşı-devrimlerini yürütmek düştü. ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın yardımcısı Strobe Talbott’ın şu sözleri Soros’un rolünü anlamak açısından çok açıklayıcıdır: “Biz Almanya, Fransa, İngiltere ve tabii George Soros ile birlikte eski komünist ülkelere olan yaklaşımımızı uyumlulaştırmaya çalışıyoruz.” Aranan uyum renkli karşı-devrimlerde bulunuyordu.


SSCB’nin çözülmesinin ardından Sorosçu vakıfların desteği ile Gürcistan, Ukrayna, Yugoslavya gibi ülkelerde karşı-devrimler gerçekleşti. Gürcistan’da yeni kurulan rejimin devlet memurlarına ödediği maaşlar dahi doğrudan Soros’ça ödenmişti. TESEV başkanı Can Paker bir röportajında bunu açıkça söylüyordu: Soros “Gürcistan’la ilgili sorulara cevap verdiği için biliyorum ... memurlarına para ödeyemez duruma düşen hükümete bir süre maaş yardımında bulunmuş.” Her ne kadar Kılıçdaroğlu, “biz TESEV’i kurduğumuzda Soros falan yoktu” dese de, tüm bu ülkelerde Soros’un adı oldukça iyi biliniyordu. CHP kurmayları Soros’un bu faaliyetlerine ilişkin ayrıntılı bilgiyi Mark Mackinnon’ın “Yeni Soğuk Savaş” kitabında bulabilirler.


CHP’de bir Cumhuriyet düşmanı


1990 sonrasında Kafkasya ve Balkanlar’da rejimler çözülürken, 1994 yılında Türkiye’de Soros destekli TESEV kuruluyordu. Basına yansıyan haberlere bakılacak olursa, Kılıçdaroğlu’nun adı da bu örgütün kurucuları arasında yer alıyordu. Nitekim Kılıçdaroğlu da vakfın kurucularından biri olduğunu birkaç gün önce basına açıkladı. Ama Gorbaçov ile Kılıçdaroğlu arasındaki ilişki sadece bu Soros bağlantısından ibaret değildir. Kılıçdaroğlu,Gorbaçov’un ülkesinin tarihine yönelik sadakatsizlik eğilimini de paylaşır. Bu açıdan Kılıçdaroğlu’nun bir süre önce, Tahkikat Komisyonu aracılığıyla İnönü CHP’sini kapatmayı tasarlayan Adnan Menderes’in mezarına çiçek bıraktığı hala hatırlardadır; İnönü CHP’sini sahiplenmemekten hiç çekinmiyordu. Başında olduğu, Cumhuriyet’in kurucu partisine sadakati, Gorbaçov’un Sovyetleri Birliği’ne olan sadakati ölçüsündeydi.


MÜSİAD’tan Zaman’a, Kılıçdaroğlu’ndan Toprak’a


Ama CHP’de Cumhuriyeti çökertme yanlıları bitmemektedir ve üst kademededirler. CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak da 8 Kasım’da, Cumhuriyet düşmanı MÜSİAD’ı ziyaret ediyor ve “MÜSİAD’ı takdirle” izlediklerini söylüyordu. Toprak görüşme sırasında, “MÜSİAD ile CHP arasında diyalog oluşturmak” istediklerini de açıklıyordu. Böylelikle MÜSİAD ilk kez bir CHP heyetini ağırlamış oluyordu. Aynı Toprak yakın zamanda Bursa Girişimci İş Adamları Derneği’ne yaptığı bir ziyarette de, Fethullah Gülen okullarını “yurt dışında Türk bayrağını dalgalandırdıkları” için övüyordu.


TESEV’in raporları


CHP Cumhuriyet karşıtlarıyla diyalog araya dursun, aralarında Etyen Mahçupyan’ın da bulunduğu TESEV Demokratikleşme Programı, 2011 yılında Türkiye’de başörtüsü yasağının kalkmasına ilişkin bir yol haritası hazırlama kararı aldı. Kamuda türban takılabilmesini “demokrasi programı” çerçevesinde değerlendiriyordu. 2012 yılının Şubat ayında da meseleyi Konya’da tartışmaya açıyordu. Raporda “anayasa değişikliği sürecinde başörtüsü yasağı meselesinin ele alınması önemlidir” denilmekteydi. Rejimin değişmesini perçinleyecek anayasa sürecine TESEV’in bir diğer katkısı da, TESEV Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı “Türkiye’nin Yeni Anayasası’na Doğru” başlıklı raporla oldu. Komisyonun bu raporunun “Anayasanın Temel İlkeleri” bölümündeki başlıklar konumuz açısından yeterli açıklıktadır: “Devletin herhangi bir resmi ideolojisi olmamalıdır” ya da “Devlet teşkilatı adem-i merkezileştirilmelidir” ifadeleri rapordaki başlıklardan yalnızca birkaçıdır ve bugün AKP


iktidarınca uygulamaya konulmaktadır. Mustafa Erdoğan ve Serap Yazıcı, hazırladıkları raporda, “bu çerçevede yeni anayasa ... lâikliği toplumu sekülerleştirmeyi amaçlayan bir proje olarak gören anlayıştan uzak olmalı” önerisini de unutmamışlardı. Cumhuriyet çözülürken TESEV nelerin değiştirilmesi gerektiğini söylüyordu.


CHP’nin de içinde olduğu Anayasa Komisyonu’na TESEV’in katkıları bunlardı. KıIıçdaroğlu’nun, “suçlayanlar acaba TESEV’in kaç yayınını okumuş, merak ediyorum” diyerek savunduğu raporlarda bunlar savunuluyordu. TESEV yukarıda da belirttiğimiz üzere, 1994 yılında, Türkiye’nin önemli aydınlarının öldürüldüğü ya da yakıldığı 90’lı yılların ortalarında kurulmuştu. Bununla birlikte, TESEV’in geçmişi Nejat Eczacıbaşı tarafından 1961 yılında kurulan Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti’ne kadar uzanmaktadır. Bu kurum, 1994 yılında TESEV haline dönüştürülüyordu. İlk yönetim kurulu başkanı da Bülent Eczacıbaşı idi. 1961 tarihli Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti, Türkiye’nin ekonomik yapısı, rejimi üzerine konferanslar düzenleyen, yayınlar hazırlayan bir heyetti. Türkiye’de ‘demokratik rejimin nasıl kurulacağı’ konulu çalışmalar da düzenliyordu. Bu konferansların katılımcıları arasında 1982 Darbe Anayasası’nın mimarı Sulhi Dönmezer ile 1982 Anayasası’nı hazırlayan komisyonun başkanı Orhan Aldıkaçtı gibi isimler de yer alıyordu. Oligarşinin “demokrasisi” böyle oluyordu.


Gorbaçov Kemal’in oligark dostları


TESEV, pek çok oligarkın katılımıyla kurulmuştu. Kurucuları arasında Ethem Sancak, İnan Kıraç, Can Paker, Feyyaz Berker, Osman Kavala, Jak Kamhi, İshak Alaton, Kemal Kılçdaroğlu, Cüneyt Zapsu, Bülent Eczacıbaşı gibi isimler yer alıyordu. Koç grubunun mensupları da TESEV’de eksik değillerdi. Türkiye oligark ailelerinin neredeyse tüm önemli isimleri buradaydı. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu da buradaydı. Demek ki, CHP’nin başına getirilmeden önce oligarklarca tanınıyordu; bunun, CHP başkanı seçilmesini kolaylaştırdığını düşünebiliriz. Baykal’ın da, yerini Kılıçdaroğlu’na bırakırken bu bilgiye sahip olduğunu kabul etmek durumundayız. TESEV’in başkanlığını uzun süredir Can Paker yürütüyor. Paker, Soros’un diğer adı olan Açık Toplum Enstitüsü‘nün de bir süre başkanlığını yapmış bir isim. Aynı zamanda kendi evinde Tayyip Erdoğan ile yemek yiyebilecek ve onu misafir edebilecek kadar AKP’ye yakın. Erdoğan’ın yüzünü okşamakla maruf Mehmet Barlas’ın eşi Canan Barlas’ın ise ağabeyidir. TESEV’in Yüksek Danışma Kurulu üyeleri arasında ise, Kılıçdaroğlu’nun beğeneceği bir isim, Kemal Derviş bulunmaktadır. Zaman gazetesi yazarı ve kadrolu cemaatçi Etyen Mahcupyan da vakfın demokratikleşme programı sorumlularındandır. Söz konusu vakfı zaman zaman ziyaret edenlerden biri de Ahmet Davutoğlu’dur. Kılıçdaroğlu’nun “evet, TESEV’in kurucuları arasındayım. Çok saygın isimler, bu vakfın kurucuları” arasındadır diyerek savunduğu vakıf, işte bu vakıftır. Programının Gorbaçov’un politikaları türünden rejimin ve CHP’nin çözülüşüne açılması boşuna değildir.

OKAN İRTEM/ Kılıçdaroğlu’nun oligarşiyle dansı

OKAN İRTEM/ Kılıçdaroğlu’nun oligarşiyle dansı
Salı, 11 Aralık 2012 / AYDINLIK

Konuşma dili, sanki bir tür elektrik akımıdır, çoğunlukla en kısa yola eğilimlidir; bunu bir çeşit dil ekonomisi olarak da düşünebiliriz. İletişim kurarken, ifade etmek istediğimiz anlamı genellikle en kısa yoldan iletmeye çalışırız. Konuşma sırasında kişilerin ya da canlı-cansız varlıkların yerini tutmak üzere, “o”, “şu”, “biri” gibi bazı kısa diyebileceğimiz sözcükler de kullanırız; bu sayede iletişim kurarken sürekli belli bir varlığın adını tekrarlamaktan kurtulmuş ve dilimize bir çeşni katmış oluruz. Varlıkların yerini alan, onları temsil etme gücüne sahip bu sözcüklere, hepsini kapsayan bir kavram olarak, “zamir” diyoruz. Tam da bu yüzden, herhangi bir zamir duyduğumuzda, aklımız hemen duyduğumuz ilk ses öbeğini değil, onun işaret ettiği asıl varlığı arar ve bulur.


TÜSİAD’ın yerine

Peki, her açıklamasının arkasında oligarşiyi gördüğümüz Kılıçdaroğlu’nu bir tür “zamir” kabul edebilir miyiz; meselemiz bu olmaktadır. İlk olarak şunu söyleyebiliriz, oligarşiyi temsil eden “Türk Sanayici ve İşadamları Derneği” ya da “Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği” gibi sözcük öbeklerine kıyasla “Kılıçdaroğlu” çok daha kısadır. Bu haliyle Kılıçdaroğlu’nun, dil ekonomisi kuralına uyduğunu görebiliyoruz. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği yerine Kılıçdaroğlu dememiz, oligarşinin bu örgütlerini kısaca ifade etmek açısından bugün yeterli olmaktadır. Elbette bir de “yerini tutma” hali var; zamirin temel özelliği olmaktadır. Bu da bizi, Ümit Boyner ile Kılıçdaroğlu’nun son günlerdeki dansına götürmektedir.

Washington sarışın sever

TÜSİAD başkanı Ümit Boyner geçtiğimiz hafta Washington’daydı; Dünya Bankası ve ABD parlamentosu üyeleri ile bir takım görüşmeler yaptı. Ne aldı ve ne verdi, şimdilik bilmiyoruz. TÜSİAD ve Brookings Enstitüsü burada birlikte bir panel de düzenlediler: “Türk-Amerikan Stratejik Ortaklığının Gelecek Dönemi”. Başlık buydu ve söz konusu panelde Boyner de konuşmuştu. Herhalde Hollywood’un “sarışınları yükseltme” kuralına Washington’da da riayet ediliyordu.

Boyner panelde pek duyarlı olduğu, Washington’ın da duyarlı olacağını tahmin ettiği enerji konusunda, Rusya’yı kastederek, “Neticede, enerji konusunda tek bir ülkeye bağlı hale gelemeyiz” diyordu. Rusya ile imzalanan enerji anlaşmaları, görünen o ki, TÜSİAD’ı telaşlandırmıştı ve Boyner anlaşmaları eleştirme gereği duyuyordu. Zamirleri Kılıçdaroğlu ise, Boyner’in bu konuşmasından hemen iki gün sonra, “Putin herhalde büyük bir memnuniyetle Türkiye’den ayrılmıştır” buyuruyordu. Uyarmayı da unutmamıştı; “Yarın diyelim Suriye ile savaş çıktı, Rusya tavrını Suriye’den yana koydu. Muslukları keserse ne olacak bu ülkenin hali” diye soruyor ve enerji alanındaki Rusya tekeli tehlikesine işaret ediyordu. Başka deyişle Kılıçdaroğlu, Rusya’nın enerji musluklarını kesmesini, Türkiye’nin ABD ve İsrail adına Suriye ile savaşmasından daha tehlikeli buluyordu. Öyleyse, Kılıçdaroğlu’nun önceliklerinin TÜSİAD’ın öncelikleriyle hemhal olup olmadığı bir tartışma konusu olarak karşımızdadır. Demek ki, bir “yerini tutma” ilişkisine doğru yol alıyoruz, diyebiliriz.

Ziyaret yollarında

Boyner Washington’daki konuşmasında, Türkiye’nin başka ülkelerden de enerji alabilmesi gerektiğini ABD’lilere aktardıklarını söylüyordu. Boyner’in İran ve Irak’a işaret ettiğini çıkarabiliyoruz. Boyner’den birkaç gün sonra AKP yandaşı Albayrak Grubu’nun ceo’su ve eski MÜSİAD başkanı Ömer Bolat da Aydınlık’a konuşuyor ve “Türkiye ile Irak arasındaki ilişkiler geçen seneki gibi olsaydı” diyordu; bir tür “nerede o eski günler” serzenişidir. Türk-Irak İş Konseyi Başkanı Şerif Ercüment Aksoy da, 8 Aralık tarihli Aydınlık’taki habere bakılacak olursa, ‘Türkiye’nin Irak petrolleri ve Bağdat konusunda daha duyarlı olması’ gerektiğini dillendiriyordu. Her ikisi de Boyner’li TÜSİAD’ın sesini duymuşlardı.

Ama duyanlar sadece onlar değildi. Kılıçdaroğlu da tam bu sırada Irak’a gideceğini açıklıyordu. Hazır Bağdat’a gitmişken, yolda Barzani’ye de bir uğrayıp gelecekti: Kılıçdaroğlu, “Bağdat’a uçakla gitmek istiyorum daha sonra karayolu ile Türkiye’ye dönmeyi planlıyorum. Mümkün olduğunca çok yere uğramak istiyorum. Kerkük’e de, Erbil’e de, Barzani’ye de koşullar uygun olursa uğramak isterim” diyordu. Herhalde Irak’ta ve Barzanistan’da petrol ve inşaat işi arıyordu; oligarşinin iş tuttuğu yerleri ziyaret listesine aldığını görebiliyoruz. Bir tür oligarşinin “yerini tutma” ve “temsil” halidir, diyebiliriz. Star TV haber bülteninde de ‘Suriye ve Esad ile bir temasım yok’ demeyi ihmal etmemişti.

İslamcı diktatör ile diyalog

Mısır’a baktığında ise, cumhuriyeti korumak adına sokaklara dökülen Mısır halkını değil, anayasayı hiçe sayan ve diktatör yetkilerine sahip, Müslüman Kardeşler’in İslamcı Mursi’sini görüyordu. Demek ki, gözlükleri de artık TÜSİAD imalatıdır. Şu sözleri yaklaşık bir ay önce, Mursi’nin kendisine yaptığı bir ziyaret sırasında, 30 Eylül’de söylemişti. Aktaran, ziyarette bulunan Osman Korutürk’tür: “Mısır’da demokratik bir rejimin gelmiş olmasından, Cumhurbaşkanı’nın göreve başlamış olmasından ve o görevini de bugüne kadar demokratik ve yapıcı bir şekilde sürdürmesinden dolayı takdirlerini belirtti. Bu arada Ortadoğu konusunda Türkiye ile Mısır’ın bir arada çalışması gerektiğini vurguladık.” İşte bu Mursi’yi Mısırlılar şimdi firavun sayıyorlar; Kılıçdaroğlu ise ziyaret etmeyi planlamaktadır.

Sağdan say!

TÜSİAD ile Kılıçdaroğlu birlikteliği burada bitmemektedir. Sırada bir başka ziyaret var. Ümit Boyner Washington’daki konuşmasında, milletvekillerinin dokunulmazlıklarıyla ilgili bir soruya da yanıt vermişti; TÜSİAD başkanı ‘’Biz bu sorunun çözümünde 1990’lı yılların atmosferine dönmenin Türkiye açısından yararlı olmayacağını düşünüyoruz ... Kürt sorununun çözümü biraz yeni bir yaklaşım ve biraz cesaret gerektiriyor, bence 1990’lı yılların bazı alışkanlıklarından veya 1990’lı yılları hatırlatacak bir takım şeylerden kaçınmak Türkiye için daha olumlu olur’’ diyordu. Boyner’den hemen bir gün sonra Kılıçdaroğlu da, BDP bloğundan bağımsız milletvekili ve eski Adalet Partili Şerafettin Elçi’yi evinde ziyaret ediyordu. Herhalde Kılıçdaroğlu, Boyner’in konuşmasıyla Elçi’yi hatırlamıştı. Muhtemeldir ki, Elçi’yle 70’lerde Adalet Partisi’nden kopup CHP çevresine intikal ettiği günleri yad etmişlerdir. Umuyoruz ki, Kılıçdaroğlu ziyareti sırasında, “şimdi bizde sizin gibi sağdan gelmiş pek çok milletvekili var” demeyi ihmal etmemiştir.

Cumhuriyet ne yana düşer?

Bizlerse Şerafettin Elçi’nin ismini Kürt meselesiyle değil, eski Bayındırlık Bakanı olarak 1982 yılında, Yüce Divan’da, “rüşvet” ve “görevini kötüye kullanma” suçuyla yargılandığı dava nedeniyle hatırlıyoruz. Elçi, Yüce Divan’daki bu yargılamada rüşvet suçlamasından delil yetersizliği ve oy çokluğuyla beraat ederken, görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle 2 yıl ceza alıyordu. Elbette Elçi’yi KADEP başkanı ve KADEP’i ise Kürt meselesinde iki devletli formülü ve federasyonu savunan parti olarak da biliyoruz. Kılıçdaroğlu’nun Elçi’si işte budur. Görünen o ki, Boyner “yaklaşım” demiş ve Kılıçdaroğlu’nun aklına, ulus devleti bir yana bırakıp Elçi’yi ziyaret etmek gelmiştir. TÜSİAD başkanı Ümit Boyner ile vals niteliğinde uyumu göz yaşartıcıdır ve böylesi bir uyum ancak Cumhuriyet’ten vazgeçmekle mümkündür.