22 Haziran 2016 Çarşamba

Haziran 2013




Büyük kitle hareketleri benzersizdir ve aynı şekilde tekrarlanmaları imkânsızdır. Mesela 15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen büyük işçi eylemi bir dönüm noktası olmuş, fakat bütün çabalara rağmen bu boyutta bir eylem gerçekleşmemiştir. Hatta olaylar sırasında Ankara’daki sanayi bölgesinde benzer bir eylem yapılamamıştır.

2013 Haziran Ayaklanması için de aynısı geçerlidir. Basit bir olay, belki de kasıtlı olarak yönlendirilmeye çalışılan bir eylem ansızın ülke çapında milyonlarca insanın hiç beklenmedik sloganlarla yaygın protesto gösterilerine dönüşmüştür. Hiçbir örgüt ya da kuvvet İstanbul’un doğu yakasında yaşayan insanların gecenin ilerlemiş saatlerinde evlerinden çıkarak köprüden geçip Beşiktaş’ta polisle çatışmasını sağlayamazdı.

Devrimler de böyledir. Ne Ekim Devrimi, ne de Çin Devrimi tekrarlanabilmiştir. Devrimleri içinde gerçekleştikleri coğrafi sınırların dışına yayma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gerilla savaşıyla başarılan Küba devrimini aşağı yukarı aynı maddi ve siyasi koşullara sahip Latin Amerika ülkelerinde aynı yöntemlerle tekrarlama çabaları sonuç vermemiştir.

Haziran Ayaklanması hükümete yönelik bir protesto gösterisi olarak başladı: “Hükümet istifa!”, fakat kısa süre içinde Beyoğlu’ndaki birkaç sokağı ve liberter solumsu insan profilini aşarak hızla yaygınlaştı; bütün ülkeye yayıldı, genç Mustafa Kemal posterleriyle bayraklarla başka bir şeye, ümmet olmak istemeyen aydınlanmış kitlelerin gösterisine dönüştü. Bu dönüşümün hükümetin moralini nasıl bozduğunu gördük. Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi siyasi iktidar şahsiyetleri paniğe kapıldılar. Milli Eğitim Bakanı “Herkesi kendimize karşı birleştirdik” gibi anlamlı laflar etti. Hükümet şaşırmıştı. Paniğin yatışması için RTE’nin Fas’tan dönüp sokak mitingleri yapması, bakanlar kurulunu toplayıp herkesi fırçalayarak dağılma belirtileri gösteren hükümetin dizginlerini toplaması gerekti.

En anlamlı tepki Demirtaş’tan geldi. İçinde yer aldıkları senaryonun kitlesel ayaklanmayla bozulmasından korktu. Şu sözlere bakın: Sırrı Bey de ağaç için oradaydı ama sonradan olay öyle bir boyuta vardı ki Sırrı bey bu konuda dikkatli davrandı. O da darbecilere hizmet etme girişiminde bulunmadı sadece duyarlılık için oradaydı.” Çok manidar sözler. Olay laiklik ve Kemalizm boyutu kazanınca Sırrı beyin ağaç duyarlılığı yerini “darbe” korkusuna bırakıyor. O sırada gizli müzakerelerle anlaştıkları hükümetin laisizm talep eden bir halk hareketiyle devrilmesinden korktular. Güneydoğu’da tek bir gösteri olmadı. O bölgeden getirilen tomalar Ankara sokaklarında dolaşıyordu.

Bu türden hareketlerde, eylem sürerken kitlenin ana meydanlardan ve geniş bulvarlardan dağılmaması, semt çatışmaları ya da romantik ve faydasız park toplantılarıyla kademeler halinde gücünü kaybetmemesi önemlidir. Bu noktada önderlik sorunu ortaya çıkıyor. Önderliğin kitle hareketinin gücünü belirli hedeflere yöneltmesi gerekir. Hükümette panik, poliste yorgunluk belirtileri vardı; birkaç noktada tertiplenen jandarma müdahalede isteksizdi. Sokakta, olay sırasında örgütlenmek, Gezi Parkı Komitesi’nin dışında merkezi bir yapı oluşturmak gerekiyordu. “Bu nasıl olur?” demeyin. Ya böyle olur, ki tarihsel olarak netice alan her kitle hareketinde hep böyle olmuştur ya da hiçbir şey olmaz.

Haziran Ayaklanması hükümet tarafından itinayla dağıtıldı. Potansiyeli kanalize edecek alternatif hareketler oluşturuldu. Sosyalist hareketin bir bölümü Haziran Ayaklanması’nın niteliği üzerine yapılan tartışmalardan sağ çıkamayıp bölündü. HDP, kuruluş dönemindeki ÖDP’nin sloganları ve söylemiyle ortaya çıktı. Birleşik Haziran Hareketi denilen oluşum özünde laik ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diyen bayraklı kitleleri belirsiz bir sol fikirler bulamacına doğru dağıtmaya çalışırken kendisi dağıldı.

Haziran Ayaklanmasının aynı boyutta ve biçimde tekrarlanması mümkün değil. Ancak bu hareketin netice alabilecek yegâne muhalefet tarzı olarak bir model oluşturduğunu belirtmek gerekir. Bu hareketin, yanı sıra 2007’de yapılan Cumhuriyet mitinglerinin, TGB’nin yaptığı yürüyüşlerin, Silivri duvarlarını yıkan gösterilerin, mevcut siyasi partiler rejiminin ve “demokrasi” sanılan sandık sisteminin ötesini işaret eden bir özelliği var. Birilerinin (araştırmacılar, sosyologlar vs) sokaklarda toplanan milyonlarca insanın iradelerini neden seçimlerde sistem dışı partilere yöneltmediğini araştırmaları gerekir. Önemli olan sistemin devrimci muhalefet hareketlerini önleme potansiyelini aşabilmektir. Bu da ancak büyük kitleleri toplayıp onlara önderlik etmekle mümkündür. Aksi halde yüz binlerce insanın katıldığı gösterilere rağmen sandıkta hezimete uğramaya, “Haziran yaşıyor!” gibi sözlerle kendimizi avutmaya devam ederiz. İçinde yaşamıyorsanız hiçbir şeyi yaşatamazsınız.


Yavuz ALOGAN
Aydınlık/04.06.2016 

2000’li Yıllarda DİSK ve Kürt Milliyetçiliği



DİSK’in 28-30 Temmuz 2000 günleri toplanan 11. Genel Kurulu’na sunulan Çalışma Raporu’nda “ülkemizin çözüm bekleyen en önemli konularının başında gelen Kürt Sorunu, özellikle Öcalan’ın yakalanmasıyla yeni bir sürece girmiştir” deniyordu. (s.34) 

Genel kurulda kabul edilen “Kürt Sorunu” kararı ise geçmiş genel kurullardan daha yumuşak ve geneldi.

GERİ ADIM


DİSK’te 2000 yılı sonlarında bazı uzmanların işine son verildi; bazıları da kendi isteğiyle ayrıldı. DİSK’in 4-6 Haziran 2004 tarihlerinde toplanan 12. Genel Kurulu’na ve 15-17 Şubat 2008 tarihlerinde toplanan 13. Genel Kurulu’na sunulan çalışma raporlarında, daha öncekilerden farklı olarak, “Kürt Sorunu” başlığı altında bir bölüm bulunmamaktadır.

12. Genel Kurul’da “etnik ve kültürel zenginliğimizin korunması için mücadele” kararında Kürtlere ilişkin bazı talepler yer aldı.

13. Genel Kurul’da alınan karar ise, “toplumumuz yüzyıllardır birbirlerine ‘kardeşim’ diye seslenen bir dayanışma ve barış kültüründen uzaklaştırılarak Türk-Kürt düşmanlığının dipsiz uçurumuna doğru itilmektedir” dendikten sonra, DİSK’in, “Kürt sorununun çözümünde, şiddete, baskıya ve teröre dayalı politikalara karşı çıkacağını; eşitlik, özgürlük, kardeşlik, barış içerisinde bir çözümü kararlıca savunacağını” ifade etti.

DİSK’TEN AKP’YE DESTEK


Bu dönemde AKP’nin Kürt Açılımı veya Demokratik Açılım girişimi başlatıldı.

DİSK bu süreci destekledi.

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, AKP’nin girişimini olumlu karşıladı. (Milliyet, 3.8.2009) İçişleri Bakanı Beşir Atalay 18 Ağustos 2009 tarihinde DİSK’i ziyaret etti. DİSK, kendisine “Kürt Sorunu Ancak Türkiye’nin Demokratikleşmesi ile Birlikte Ele Alınırsa, Gerçekçi Bir Çözüme Kavuşabilir” başlıklı bir rapor sundu. Raporda “açılım kararlılıkla yürütülmeli, geri adım atılmamalıdır”, “eğitim kurumlarında Kürt dilinin kullanılması ve öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır”, “koruculuk sistemi dağıtılmalı” talepleri yer alıyordu.

SINIF YERİNE ETNİK KİMLİK


Ahmet Türk’ün DİSK’i ziyaretinden sonra, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan 600 işçi, Türk-İş’e bağlı Belediye-İş Sendikası’nın demokratik açılım projesine destek vermediği gerekçesiyle Belediye-İş’ten ayrıldı ve DİSK’e bağlı Genel-İş’e geçti. DİSK Diyarbakır Bölge Temsilcisi Serdar Ekingen şu açıklamayı yaptı: “Son süreçte DİSK’in Kürt sorunu konusunda gösterdiği duyarlılık bunun nedenlerinden biridir. İşçiler bölgedeki demokratik ve Kürt açılımı konusunda duyarlılık gösterdi.” (Cumhuriyet, 24.9.2009) Belediye-İş Sendikası Başkanlar Kurulu da, bu anlayışa şöyle yanıt verdi: “Ülkemiz, kimilerince ‘Kürt açılımı,’ kimilerince ‘demokratik açılım’, kimilerince de ‘milli birlik projesi’ olarak adlandırılan bir sürecin içinden geçmektedir. Başkanlar Kurulumuz, varolan soruna ne ad verilirse verilsin; çözümün, emperyalizmi dışlayan, ülke bütünlüğünden taviz vermeyen, demokrasiyi, barışı, özgürlükleri ve toplumsal uzlaşıyı hedefleyen politikalardan geçtiğine inanmaktadır.” (Belediye-İş Basın Bülteni, 19.10.2009)

DİSK’in 25 Haziran 2010 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunduğu raporda, “2009 yılı Ağustos ayında AKP iktidarı tarafından ortaya atılan ‘Demokratik Açılım’a destek olunmuştur” dendikten sonra, 18 Ağustos 2009 tarihinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a verilen raporda yer alan talepler tekrarlandı. Yeni talep ise şuydu: “Silahlı örgütün silahsızlandırılması için süreç içerisinde bir genel af çıkarılmalı.”

DİSK, PKK’ya “terör örgütü” diyemiyordu. 


Yıldırım KOÇ
Aydınlık / 04.06.2016

Devletin Dipten Vurulduğu Coğrafya!..


Evlerin altından bir başka devletin topraklarına doğru uzanan devasa kanlı tüneller... Hem de bir değil, bürokrasi ve yerel destekle sinsice kazılmış, ölüm taşıyan onlarca tünel...

“Yol geçen hanı”na dönmüş tüneller aynı zamanda tam donanımlı sığınaklar haline de getirilmiş... Hem de hiçbir engelle karşılaşmadan, büyük bir pervasızlıkla kazılmış tüneller bunlar...

Gizlenmesi zor tonlarca hafriyata rağmen kimlerin, ne zaman, nasıl ve neyle kazdığı bilinmeyen, aslında devletin altını oyan, küf kokan, ancak “iki koldan” da ihanet saklayan tüneller!..

İçinde bir orduyu donatacak ve devletle 6 ay boyunca çatışma olanağı veren etkili silahlar ve tonlarca mühimmat da bulunmuş...

Ve de yüzlerce kişiyi 6 ay besleyecek gıda stokuyla donatılmış tünellerin içinde mağaralar da varmış... Sanki otel, lokanta ve piknik alanı!!!

Devlete başkaldırılan merkezlere silah ve militanlar bu yeraltı tünellerinden kolaylıkla sevk edilmiş... Nasıl olduysa tüneller militanların tüm gizli faaliyetlerini örtbas etmiş!!! Velhasıl dipten ve derinden vurulmuş bir devlet orada...

Yalnızca tüneller değil, orada sayısız hendek kazılmış, geçit vermez barikatlar oluşturulmuş, yüzlerce noktaya el yapımı patlayıcı düzeneği de yerleştirilmiş... Hem de sokak ışıklandırmalarının ampullerini değiştirebilme kolaylığıyla!..

Yani başıboş terör örgütlerinin devlet denetimini tanımadığı, bürokrasi ve güvenlik güçlerinin başlarını kuma gömdüğü, suç makinalarının ellerini kollarını sallayarak herkese kafa tuttuğu coğrafyalara benzer görüntüler hakim olmuş oraya!..

Ahval ve şerait!..

Neresi burası peki?.. Nasıl bir yer, nasıl başıboş bir coğrafyadır orası?..

Devlet yok muymuş orada?.. Saklanmış mıydı, kaçmış mıydı, uyumuş muydu yoksa gözlerini ve kulaklarını mı kapatmıştı?..

Söyler misiniz; aklınıza neresi geldi ilk önce?.. El Kaide militanlarının saklandığı Afganistan dağları mı?..

Libya ya da Pakistan kırsalı mı, IŞİD’in kafa kestiği Suriye mi, canlı bomba eylemlerinin kan gölüne çevirdiği Irak çölleri mi?..

Yoksa mezhep ve aşiret çatışmalarının bitmediği, devletin egemenliğinin bir türlü oturmadığı, geri kalmış Afrika çöllerindeki viraneleri mi anlatıyor bu gözlemler?..

Aslında tahmin etmek hiç de zor değil... Şiddet dayatmasının siyasi gaflet ve ihanetle büyüdüğü Güneydoğu’daki bir vatan toprağının utanç verici “ahval ve şerait”ini yansıtıyor yukarıdaki satırlar...

Çünkü bir yıldır “özyönetim” oyunuyla adeta işgal edilmiş Güneydoğu’nun, bomba ve kurşun kokan ilçelerinden biri var karşımızda; Suriye sınırındaki Mardin’in ilçesi Nusaybin orası...

Yani bizim insanlarımızın, yaşadığı bizim oralar...

Çöküşün fotoğrafı!..

Gazeteler sokağa çıkma yasağının ilan edildiği 14 Mart’tan bu yana “özyönetim” işgaline uğrayan diğer 12 ilçe gibi Nusaybin’le ilgili de dehşet verici haberler yayımlamaya devam ediyor...

Ürkütücü manzaradan görülenler de hiç ama hiç değişmiyor; Çatışma, tuzak, bomba, suikast, hendek, çukur, barikat, EYP (el yapımı patlayıcı), saldırı, yangın, patlama ve ne yazık ki şehitler...

Ve de yıkım, kaçış, göç, terk edilmişlik, kurşun sesleri, ölüm çığlıkları, teslim ol sesleri, öfke, kin, korku, kaos ve de nihai sonun çok düşündürücü tablosu; Her açıdan kanlı bir ÇÖKÜŞ!!!

Huzurun çöküşü, barışın çöküşü, insanlığın çöküşü ve en kapsamlı anlatımıyla da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çöküşü!..

Barikat kenti!..

Dün de Nusaybin’in çığlığı gazetelere yansımıştı... Kimsenin artık umursamadığı, ateşin düştüğü yeri yaktığı, milyonlarca insanın bihaber olduğu; ancak silahların bir türlü susmadığı Nusaybin’dir orası...

Son haber yalnızca Nusaybin’deki değil, Güneydoğu’daki gaflet, ihanet, dehşet ve vahameti anlatmaya yetiyordu;

“Nusaybin’de PKK mensupları tarafından kazılan hendek, kurulan barikat ve tuzaklanan patlayıcılar ile gerçekleştirilen terör eylemleri yüzünden 14 Mart’ta ilan edilen sokağa çıkma yasağı sürüyor. Yasağın ilan edilmesiyle birlikte asker ve polisin katılımıyla başlayan “Atmaca 7 Müşterek Özel Birlik Operasyonu”nun da tüm hızıyla devam ettiği ilçenin yüzde 97’si kontrol altına alındı. Kontrol altına alınan bölgelerdeki binaların yüzde 95’inde arama çalışmaları sonlanırken, bin 178 el yapımı patlayıcı etkisiz hale getirildi. İlçede, 50 hendek kapatılıp, 487 barikat kaldırıldı...”

Marş... marş!..

Gazete haberlerinin sanki işgal edilmiş bir ülkedeki savaşı anlattığı haberlerde yer alan şu çarpıcı satırlar, memleketin siyasi ve bürokratik ihanetle ne hale getirildiğini anlatmaya yetiyordu;

“Dün operasyon düzenlenen Fırat Mahallesi’ndeki bir binada teröristler tarafından tuzaklanan el yapımı patlayıcının infilak etmesi sonucu 1 askerin şehit olduğu, 11 güvenlik görevlisinin de yaralandığı Nusaybin, güne İstiklal Marşı ile uyandı. Güvenlik güçleri tarafından çalınan İstiklal Marşı, ilçenin dört bir yanında yankılandı...”

Bir kez daha anlaşılıyor ki, Mardin’in Nusaybin ilçesi yalnızca işgal edilmek istenen bir kan ve kaos bölgesine dönüştürülmemiş...

Ne yazık ki gaflet ve ihanetin sonucu olarak, İstiklal Marşı gibi tüm milletin onuru olan şanlı dizelerin seslendirilmesinin bile olağanüstü bir gelişme gibi duyurulduğu bir yer haline de getirilmiş Nusaybin!.. Asıl kahredici olan da bu olsa gerek!..

Ne diyorsunuz; Türkiye’nin parçası, “yüzde 97”si kurtarılmış bizim Nusaybin’de, İstiklal Marşı’nın çalınmış olabilmesine ve de Türk Bayrağı asılabilmesine sevinelim mi üzülelim mi?.. 

Mehmet FARAÇ
Aydınlık / 03.06.2016

FETÖ’ye ABD Koruması




Fethullah Gülen hareketinin sayısız iddianamede terör örgütü olarak geçmesine ve MGK’da silahlı terör örgütü tavsiye kararı alınmasına rağmen ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, ABD’nin, Fethullahçı Terör Örgütü’nü (FETÖ) terör örgütü olarak görmediğini söyledi.

PKK’nın Suriye kolu PYD’nin silahlı kanadı YPG’yi terör örgütü kabul etmeyen ve Türkiye’nin tepkilerine rağmen destek vermeye devam eden ABD’den bir destek de FETÖ’ye geldi. Başkent Washington’da basın toplantısı düzenleyen Kirby, bir gazetecinin “Türkiye resmi olarak Gülen hareketini terör örgütü ilan etti. Bu topluluğun lideri burada, ABD’de yaşıyor. Bu harekete karşı ABD’nin duruşu nedir, destekliyor musunuz? Terör örgütü olarak görüyor musunuz?” sorusuna verdiği yanıtta, ABD’nin Gülen hareketini terör örgütü olarak görmediğini belirtti.

Kirby, “Gülen hareketi, yabancı bir terör örgütü olarak tanımlanmamıştır. Bu konudaki haberleri gördük, konuyla ilgili daha fazla bilgi almak için, bu kararı alan Türk hükümetine sormanız gerek” diye konuştu. “Türkiye’nin sizi bir değil, iki terör örgütüne destek vermekle suçlamasından endişe duyuyor musunuz?” sorusu üzerine de Kirby, “Türkiye’nin bu konuda nasıl tavır takınacağı Türk yetkililere kalmış. Biz onları terör örgütü olarak görmüyoruz” karşılığını verdi.

Kirby, “Fethullah Gülen için resmi bir iade talebi oldu mu sorusuna verdiği yanıtta da, “Bildiğiniz gibi biz iade konularına ilişkin açıklamalarda bulunmayız” diye konuştu.

ABD’NİN TERÖRİZM ÜLKELER RAPORU’NDA PYD/YPG YOK

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan “Terörizm 2015 Ülkeler Raporu”nda terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD ve YPG terör örgütü olarak değerlendirilmedi.

Raporun Türkiye hakkındaki bölümünde, Türkiye’de faaliyet gösteren PKK, TAK, DHKP-C, MLKP gibi terör örgütleri sıralandı ve IŞİD’in yaptıkları dahil, Türkiye’de düzenlenen terör eylemleri hakkında bilgi verildi.

PYD ve YPG’nin adı raporda sadece bir yerde geçti. Bu kısımda Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü gruplar sıralanarak, “Türkiye ayrıca Suriye’de kurulu Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve bunun askeri kanadı Halk Savunma Birlikleri’ni (YPG) terör örgütü kabul etmektedir.” ifadesine yer verildi. Raporun sonunda bulunan ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği “Yabancı Terör Örgütleri” listesinde ise PKK’nın ismi bulunurken, örgütün Suriye uzantısı PYD ve YPG listede yer almadı.

Terör örgütlerinin Türkiye’de 2015 içindeki eylemlerinin aktarıldığı raporda, Türk güvenlik güçlerinin PKK’ya yönelik operasyonlar yürüttüğü hatırlatıldı. Raporda, Temmuz 2015’ten bu yana 300’den fazla güvenlik görevlisinin PKK’nın düzenlediği saldırılarda hayatını kaybettiği kaydedildi.  

Aydınlık / 03.06.2016

21 Haziran 2016 Salı

DÜNDEN BUGÜNE NASIL GELİNDİ: ABD ve ERDOĞAN

   


  6 Şubat 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, o dönemde gazetenin Washington temsilcisi olan Ufuk GÜLDEMİR, Amerika'da bir özel istihbarat servisi gibi çalışan Rand Corporation'un, ABD yönetimi için "Türkiye'de Islam" üzerine bir rapor hazırladığını duyuruyordu. 

    GÜLDEMİR haberinde;  Rand Corporation’ın raporunda ABD yönetimine, İslami hareketin "Ilımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar yapmasını" önerdiğini, yönetimin, "Türkiye'de laik modeli desteklerken. diğer yandan da İslami güçlerle açık bir çatışmadan" kaçınacak bir politika formüle etmesini tavsiye ettiğini, raporun giriş bölümünde de, Atatürk'ün radikal devrimlerinin elit Türklerle kitlelerin arasındaki mesafeyi daha da açtığına değinerek halkın çoğunluğu için İslamın, "bireysel ve toplumsal sosyal kimliğin tek kaynağı" olmaya devam ettiğini vurguladığını yazıyordu.

  Aşağıda alıntı yaptığımız gazeteci Turan YAVUZ da 2006 yılında basımı yapılan “Çuvallayan İttifak” isimli kitabında, Tayyip Erdoğan- ABD ilişkisi üzerinde durmaktadır.

   Anlaşılıyor ki, söz konusu Rand Corporation raporu ABD Devleti’nin 1990’lardan sonra Türkiye’yi yeni bir mecraya sokmasında belirleyici olmuş. Raporda yer alan, “yönetimin islami hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar yapması” önerisi, bir “emekli büyükelçi” (Morton Abramowitz) üzerinden gerçekleştirilmiş. 1989- 1991 yılları arasında ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olan Abramowitz’in Recep Tayip Erdoğan ile tanışıklığı bu tarih aralığında olsa gerek. 1991 yılında emekli olan Abramowitz, “gayri resmi” teması 1994’de Erdoğan’ı ziyaret ederek sağlıyordu.

   Erdoğan, daha önce, 1986 ara seçimlerinde milletvekili adayı, 1989 yerel seçimlerinde Beyoğlu belediye başkanı adayı olmuş ve seçilememişti. 1991 genel seçimlerinde ise milletvekili olabilmesine rağmen, tercihli oy sistemi nedeniyle, milletvekilliği YSK tarafından iptal edilmişti. 1994 yerel seçimlerine kadar kamuoyunda pek tanınmayan Erdoğan, bu seçim sürecinde bile büyük medyada kendisine çok az yer bulabiliyordu. 1994 yılındaki görüşmeden sonra, Abramowitz’in “kravatlı, daha şehirli görünen Tayyip Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz” sözü, Ertuğrul Özkök tarafından köşesinde okuyucularına aktarılıyordu. Yine 1996 yılında yapılan Abramowitz- Erdoğan görüşmesinde, Abramowitz’in “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şeyler yapabilirsiniz” demesi, artık ABD’nin seçimini yaptığını gösteriyordu. Yani resmen 9 Mart 2003 yılında meclise girebilecek olan Erdoğan, “aslında 1996 yılında seçilmişti bile”. Bu tarihten sonra, büyük medyada çok daha fazla yer bulmaya başlayan Erdoğan’ın halk katında tanınmışlığı arttı. Artık, Necmettin Erbakan’ın “veliahti” ve “yenilikçilerin lideri” olarak gösteriliyordu. 26 mart 1999- 24 temmuz 1999 arasındaki cezaevi süreci ile bir de “mağdur” elbisesi giydirilmiş oldu. İlk defa 17-21 Nisan 1995'te başlayan, daha sonra 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996, cezaevine girmeden hemen önceye rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri de kayda değer.  “Zirveye çıkma” süreci başlamıştı. 14 Ağustos 2001'de kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı ve partinin genel başkanlığına seçildi. 9 Mart 2003'te gerçekleştirilen ara seçimlerinde Siirt milletvekili olarak meclise girdi. Başbakan Gül'ün istifasını sunmasıyla, 14 Mart 2003'te başbakanlık görevine geldi.

   İlginç tesadüfler her zaman dikkatimi çeker ! Her iki gezeteci de, Ufuk Güldemir “Cumhuriyet”in, Turan Yavuz “Milliyet”in Washington temsilciliğini yapmıştır. İkisi de 1956 doğumludur ve yine ikisi de aynı yıl birer ay arayla (Mayıs’ta Yavuz, Haziran’da Güldemir) kanserden vefat etmiştir.

ABD ve ERDOĞAN

    (…) NeoCon’lar açısından Türkiye konusundaki en önemli unsur, Irak Savaşı’nı Ankara’da kiminle birlikte yapacaklarıydı.

  2001 yılında iktidarda olan ve Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyondan Washington’da kimse umutlu değildi.

     Ancak bir kişi vardı. Onun adı sürekli ‘köylerden gelen bilgiler’de çıkıyordu.

    O da Recep Tayyip Erdoğan’dı.

   Türkiye’den gelen raporlar özetle Erdoğan’ın başarılı bir belediye başkanı olarak Türkiye’yi rahat bir şekilde idare edebileceğini gösteriyordu. Amerikalılar için İstanbul, California eyaleti gibiydi. ABD’de eğer ülkenin en büyük eyaleti olan California’da valilik yaptıysanız, o zaman ülkeyi yönetme deneyimine hemen hemen sahiptiniz. İstanbul’a belediye başkanı olmak da, tüm Türkiye’yi yönetebilmek için iyi bir deneyimdi.

   Zaten Erdoğan’ın belediye başkanlığı ile bazı Amerikalılar kendisini yakın takibe almıştı. Bunlardan biri de Ankara eski Büyükelçisi Morton Abramowitz idi.

   Abramowitz bir gazeteciye (Ertuğrul Özkök- IŞIK) 1994 yılında, “kravatlı, daha şehirli görünen Tayyip Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz” demişti.

   15 Ekim 1996 tarihinde de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan makamında Morton Abramowitz’i yeniden ağırlıyordu. Abramowitz görüşme sırasında, “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şeyler yapabilirsiniz” demişti. Gazeteci Sinan Onuş, o tarihlerde Abramowitz- Erdoğan görüşmesini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. 

( IŞIK- 20 Ekim 1996 tarihli Aydınlık’taki haber için bkz.

   (…) Abramowitz acaba daha o tarihlerde Washington’un da onayı ile Erdoğan’a ‘yeşil ışık’ mı yakıyordu ?

[IŞIK’ın NOTU: Morton Isaac Abramowitz, 1985-1989 yılları arasında Ronald Reagan başkanlığı döneminde ABD Haberalma Araştırma Dairesi direktörlüğünü (Bureau of Intelligence and Research), 1989- 1991 yılları arasında ABD’nin Türkiye Büyükelçiliğini yaptı. 1991- 1997 yılları arasında Carnegie Vakfı'na bağlı uluslararası çatışma ve krizlerin önlenmesi için çalışan Carnegie Uluslararası Barış için Bağış komitesinin (Carnegie Endowment for International Peace) Başkanıdır. Yani, Erdoğan’la olan görüşmesinde bu görevdedir. 1997-1998 yıllarında Uluslararası Kriz Grubu (İnternational Crisis Group) Başkanlığında bulundu. Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations - CFR) kıdemli üyesidir. Bir kaynağa göre, Abramowitz Tayyip Erdoğan’ı Refah Partisi İl Başkanlığı sırasında keşfetmiştir. Erdoğan'ın Abramowitz'le Kasımpaşa'daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş, ardından Tayyip Erdoğan'ın Amerika ziyaretleri yoğunlaşmıştır.]

   Aynı dönemde Çizmeli Adam da İstanbul ve Ankara’da cirit atıyor, birçok kesimdeki insanlara danışmanlık adı altında paralar dağıtıyor ve raporlar yazdırıyordu.

   Erdoğan’ın temasları sadece ‘Amerikalılar’ ile kalmıyor, ABD’nin önde gelen Yahudi kuruluşlarıyla da görüşüyordu.

   Örneğin, daha AKP resmen kurulmadan önce ABD’nin önde gelen Yahudi kuruluşlarından Anti-Defamation Legue (ADL) Başkanı Abraham Foxman, sadece Erdoğan ile görüşmek üzere İstanbul’a gelmişti.

   Daha parti resmen kurulmadan Washington’daki Yahudi lobisini etkileyebilen önemli bir kişi olan Foxman’in Türkiye’de işi neydi ? Dahası Erdoğan ile niye görüşüyordu ?

   Bu gizli görüşmeyi Star gazetesinde Sebahattin Önkibar 17 Temmuz 2001 tarihli köşesinde duyurmuştu.

      Önkibar, yazısında şunları aktarıyordu:

“ABD’li Musevi önder gelmiş gelmesine de, randevusu olmasına rağmen Tayyip Bey’le başlangıçta görüşememiş. Bunun üzerine Abraham Foxman’in Erdoğan ile olan randevusuna aracılık eden kamuoyunun tanıdığı iki isim telaşlanıp soluğu Abdullah Gül’de almış ve misafirin ehemmiyetini anlatarak Tayyip Bey’i görüşmeye ikna etmesini istemiş. ADL’nin gücü ve önemini bakanlık günlerinden de bilen Abdullah Gül, Erdoğan’ı hemen aramış ve Foxman’la görüşmenin önemini anlatmış. Tayyip’ten cevap: “Abdullah Bey, bu insanların ehemmiyetini biliyorum ancak ya buluşma basına sızar ve görüşmemiz duyulursa ben ne yaparım ? Hoca’nın taifesi ruhumu şeytana satmakla itham etmez mi beni ?”. Gül’den cevap: “Doğru böyle bir risk var ama görüşme gizli tutulur. Çok çok duyulursa, yalanlar, kabul etmeyiz. Bu buluşma dışarıya verilecek mesajlar anlamında fevkalade önemli.” Erdoğan: “Evet öyle ama açıkçası yanlış yorumlanır diye ürküyorum. Adam hala İstanbul’da mı ?”. Abdullah Gül, “Evet haber bekliyor…” Erdoğan, “Tamam o zaman görüşelim ama çok gizli tutmalıyız. Ayrıca merak ediyorum, bu adamlar neden ısrarla görüşmek istiyor..” ve buluşma gerçekleşmiş…”

   Gerçekten Foxman apar topar niye gelmişti Erdoğan’la görüşmek için ?

   Erdoğan’ın tabiriyle “bu adamlar neden ısrarla” Erdoğan’la görüşmek istiyorlardı.

   Acaba onlar da mı ‘köylerden gelen bilgileri’ görmüşler ve hemen harekete geçmişlerdi ?

   Acaba bu görüşmeyi ayarlayan ve ikna için Abdullah Gül’ü arayanlar Cüneyt Zapsu ve Çizmeli Adam mıydı ?

   Gazeteci Önkibar, Erdoğan- Foxman görüşmesinde nelerin konuşulduğunu da şöyle aktarıyordu yazısında:

“Buluşmada Tayyip Erdoğan’ın radikal İslamcı gruplara ve Yahudilere bakışı, özellikle gündeme gelmiş. Buna ilaveten Ortadoğu ve İsrail ile ilgili kanaatler de bir bir not edilmiş. Türkiye ile İsrail arasında var olan savunma işbirliğinden İran’a kadar pek çok hassas konuya da girilmiş. İki saati aşan konuşma ekonomiden jeopolitiğe beyin fırtınası hüviyetli bir ufuk turu olmuş…”

   Burada iki önemli soru daha akla geliyor.

   Birincisi, İngilizce bilmeyen Erdoğan’ın, Türkçe bilmeyen Foxman ile konuşmalarını kim tercüme etmişti ?

   İkincisi de bu görüşmeyi Sebahattin Önkibar’a kim sızdırmıştı ?

   Bazı çevreler, ‘Abdullah Gül’ diyordu.

   Bu görüşmeden sonra Erdoğan, İsrail’in yeni Ankara Büyükelçisi David Sultan’la da uzun bir görüşme yaptığı kulaktan kulağa dolaşıyordu. Görüşmede Erdoğan’ın, kendilerinin kesinlikle İsrail karşıtı olmadıklarını söylediği ileri sürülüyordu. Ancak Erdoğan bu iddiayı kısa bir süre sonra tekzip etmişti.

   Ancak Foxman’in ziyareti ile ABD’deki Yahudi lobisi ile İsrail’in Erdoğan’ı yakın takibe aldığı da aşikardı.

   16-17 Şubat 2002 tarihinde Zaman gazetesinden Nuriye Akman’ın, Yahudi cemaati lideri Bensiyon Pinto’ya yönelttiği soru ve aldığı cevap, bu iddiaları doğrular nitelikteydi.

   Akman, “Amerika’daki Yahudi lobisinin Tayyip Erdoğan’a gösterdiği samimiyeti ve ılımlı İslam’a karşı esnekliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz ?” şeklindeki sorusuna Pinto şu cevabı veriyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’ne faydalı olabilecek her işin yanındayız. Sayın Tayyip Erdoğan, Yahudi lobisine partisinin  programını anlatmıştır. Onlar da onu dinlemiştir. İslam’ın dünyada çok mühim bir rol oynadığına inanıyorum. Buna bütün dünya inanıyor. Eğer bu misyonu Sayın Tayyip Erdoğan yükleniyorsa ve bunu yapacaksa, böyle söylemleri hakikaten dünyanın desteklemesinde fayda var…”

Turan YAVUZ
Çuvallayan İttifak
2006 7.Baskı
(S.117-121)


Gazeteci Turan Yavuz, (1956-14 Mayıs 2007)

Gazetecilik kariyerine Reuters'de başladı. Uzun bir süre Tercüman ve Milliyet gazetelerinin Washington temsilciliğini yaptı. 32. Gün programına katkıda bulundu. Tansu Çiller'in ABD'deki mal varlığı haberiyle 1995 Sedat Simavi Yılın Gazetecisi Ödülü ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yılın Gazetecilik Ödülü'nü kazandı. 1995'te Türkiye'ye dönen Yavuz Kanal 6 ve Kanal D'de çalıştı. 1997-2003 yılları arasında Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyeliği, 1999-2004 yılları arasında da TV8 Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu. 2007 yılında akciğer kanserinden vefat etti.

20 Haziran 2016 Pazartesi

YIL 1990. Rand Corporation Raporu: "İslami hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar kurulmalı"




Rand Corporation, ABD yönetimi için "Türkiye'de Islam" üzerine rapor hazırladı

'ABD, İslamla çatışmamalı’

Amerika'da bir özel istihbarat servisi gibi çalışan Rand Corporation'un, ABD yönetimi için hazırladığı raporda, ABD'nin Türkiye'deki olumlu İslamcılarla gayri resmi temas kurması öneriliyor.

UFUK GÜLDEMİR

Cumhuriyet / 06.02.1990



   WASHINGTON — ABD'de, bir tür özel istihbarat servisi gibi çalışan Rand Corporation, "Türkiye'de İslam" konusunda hazırladığı raporda, ABD yönetimine, İslami hareketin "Ilımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar yapmasını" önerdi. Raporda, yönetimin, "Türkiye'de laik modeli desteklerken. diğer yandan da İslami güçlerle açık bir çatışmadan" kaçınacak bir politika formüle etmesi de tavsiye edildi.

   Rapor, Rand Corporation'un "kuzey kuşağı ülkelerdeki İslami hareketler" dizisi çerçevesinde hazırlandı. Bu dizinin eşgüdümünü Türkiye'de CIA görevlisi olarak çalıştıktan sonra CIA'da önemli görevlere yükselen ve daha sonra Rand Corporation'a katılan Graham Fuller yurütüyor.

   Rand şirketi, ABD yönetiminden siparişler alan, gizli dokümanlara erişimi olan ve ciddi çalışmalar yapmakla tanınan bir özel şirket. Söz konusu dizi, Sovyetler'i güneyinden çevreleyen Müslüman ülkeler kuşağındaki İslami hareketleri inceliyor.

   Cumhuriyet'in edindiği bilgiye göre Fuller'a bu çerçevede bir araştırma fonu sağlandı. O da bu kuşaktaki ülkeleri, uzmanlara bölüştürdü. Bu dizi çerçevesindeki Türkiye raporunu ise halen Rand Corporation bünyesinde görev yapan, eski Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Sabri Sayan hazırladı. Rapor, henüz incelenme aşamasında. ABD yönetimi, CIA ve üniversite çevrelerindeki tanınmış Türkiye uzmanlarından gelen eleştiriler ışığında kesin tavrını alacak.

   79 sayfadan oluşan Türkiye raporu, Amerikan yönetiminin Türkiye'de İslami kanadın ılımlıları ile temas etmesinin yararlı olacağını, belki de kamuoyu önünde ilk kez dile getirmesi bakımından önem taşıyor.

   Raporun giriş bölümünde, Atatürk'ün radikal devrimlerinin elit Türklerle kitlelerin arasındaki mesafeyi daha da açtığına değinerek halkın çoğunluğu için İslamın, "bireysel ve toplumsal sosyal kimliğin tek kaynağı" olmaya devam ettiği vurgulanıyor.

   Zaman içinde Türkiye'de tek parti sisteminden çoğulcu parlamenter rejime geçilmesinin halkı bir "güç" haline getirmesiyle birlikte, "halkın dininin" de doğal olarak gücünü daha hissettirir hale geldiği anlatılıyor.

   Bu çerçevede İslami hareketin yeni entelektüeller ortaya çıkarmava başladığı, bunlardan İsmet Özel, Ali Bulaç, Rasim Özdenören ve Abdurrahman Dilipak gibi isimlerin "felsefeden, Doğu- Batı ilişkilerine kadar" her alanda ürün vermeye başladığına dikkat çekiliyor.

   Bu yükselmenin siyaset ve bürokrasi bakımından da geçerli olduğuna atıfla, "Bugün Türkiye’nin yönetim kademelerinde, Dışişleri Bakanlığı hariç, İslami bir ağ oluştu" deniyor. "Saflarında İslam aktivistlerini barındıran bir siyasi partinin" Türk siyasi yaşamında ilk kez altı yıldan uzun bir süre Türkiye'yi yönettiği vurgulanarak, "Türk ekonomisinde de Sabancı, Koç gibi oligopol aile şirketlerine meydan okuyan dinamik bir İslam sektörü sivrildiği" ileri sürülüyor.

    "Ekonomide İslam sektörünün" siyasi ve ekonomik gücünün artmasının İslamın Türkiye üzerindeki etkisini genişlettiği belirtilerek Nakşibendi olduğu vurgulanan "İslamcı işadamlarının önde gelenlerinden Korkut Özal, İslam hayır kurumlarına ve öğrencilerine finans desteği veren vakıfların kuruluşuna önayak oldu" deniyor. 

   Batının ekonomide çok arzuladığı liberalizasyonun, devletin İslami kurumları kontrolünde doğal bir gevşeme getirdiği vurgulanarak gelecekte, "devlet ve din arasında yeni bir ilişki dönemine girileceği” ileri sürülüyor.

   Raporda, İslam entelektüellerinin özellikle dış politika konularında sol ile flörtüne dikkat çekildikten sonra, "Ama etnik Kürtler, İslami hareketin geleceğinde aşırı sol veya aşırı sağdan daha önemli bir unsur oluşturabilir" deniyor. Radikal Kürt örgütlerinin bugüne kadar bölge halkından geniş destek toplayamamasının bir nedenini, halkın muhafazakâr dini inançlarını gözden kaçırmalarına bağlayan rapor, "Ancak değişen şartlar azınlık topluluklar ile İslam ilişkilerinin dinamiğini etkileyebilir. Eğer militan Kürt grupları Marksizm yerine İslami ideolojik bayrak yaparlarsa Kürtleri devlete karşı mobilize etme şansları yükselir" deniyor.

   Raporun son bölümünde, şu öneriler ortaya atılıyor:


   "Bu bakımdan, Türkiye'de İslamın yükselmesi olgusuna dikkatli ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve alçak perdede kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet mümkündür. İslamın rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD'nin çıkarlarına hizmet etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını formüle ederken hem Türkiye'de laik modeli destekleyen, hem de İslami güçlerle açık bir çatışmadan kaçınan nazik bir denge yakalamak durumundadır. Öte yandan, Türkiye’deki irticanın başlıca dış politika amacı, Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinin gerginleşmesidir. O halde ABD bu olasılığı en azına indirmeye çalışmalıdır. Türkiye'ye NATO çerçevesinde daha fazla yükümlülükler verilmeli, NATO stratejileri konusunda Türk resmi makamlarına daha fazla danışılmalıdır. İkincisi, ABD laik devlet şeklini desteklerken Türkiye'deki İslam aktivistlerinin amaçlarını, dürtülerini ve ideolojisini öğrenmek için daha yoğun ve kararlı çaba göstermelidir. Bu bilgi ve anlayış olmadan Türkiye'deki Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet edecek politikalar geliştirme olanağı güçtür. Buna ek olarak İslami hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar kurulması öğrenme süreci için yararlı olabilir."



Gazeteci Ufuk Güldemir (10 Eylül 1956, Elazığ - 10 Haziran 2007, İstanbul)

1974 yılında Başkent ve Son Havadis gazetelerinde foto muhabiri, Dünya gazetesinde parlamento muhabiri olarak görev yaptı. Türk Haberler Ajansı ve ardından Cumhuriyet gazetesinde çalıştı ve 1987 yılında Cumhuriyet gazetesi Washington temsilciliğine atandı.

1992 yılında Türkiye'ye dönüşünde Show TV (1992-1996) ve Star TV (1996-2000) televizyon kanallarında haber müdürlüğü ve genel yayın yönetmenliği, 1995'te Milliyet genel yayın müdürlüğü görevini üstlenen Güldemir, Sabah gazetesi genel yayın müdürlüğü görevinden; hazırlamış olduğu ana sayfa başlığının dönemin hükümetini rahatsız etmesi sonucu alınmıştı. 1999 yılında Habertürk televizyon kanalını kurdu. Türkiye'nin ilk İnternet haber portalının kurucusu olan Güldemir, son olarak Türkiye'nin ilk avcılık ve balıkçılık kanalı olan Yaban TV'yi yayın hayatına başlattı.

Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü başta olmak üzere çok sayıda ulusal ve uluslararası ödülün sahibi olan Ufuk Güldemir'in, Kanat Operasyonu, Teksas Malatya ve Çevik Kuvvetin Gölgesinde isimli kitapları da yayınlandı.

Pankreas kanseri tedavisi gören Güldemir, 10 Haziran 2007 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti. Ufuk Güldemir, basın şeref kartı sahibiydi.

ZBIGNIEW BRZEZINSKI ve BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI

   


   Aşağıdaki satırlar, ZBIGNIEW BRZEZINSKI'nin 1997 yılında yazmış olduğu "Büyük Satranç Tahtası" adlı kitabından alınmıştır:


SÜPERGÜÇ SİYASETİ

  Avrasya yaklaşık olarak beş yüz yıl önce, kıtaların siyasi olarak etkileşimde bulunmaya başlamasıyla birlikte, dünya iktidarının merkezi olmuştur. Avrasya’da yaşayan insanlar, farklı biçimlerde, farklı zamanlarda –her ne kadar bu çoğunlukla Batı Avrupa bölgesinden de olsa- dünyanın diğer bölgelerine nüfuz etmiş ve egemen olmuş, bu süreçte bu özel konuma erişen Avrasya devletlerinden her biri, dünyanın baş iktidarı olma ayrıcalığının keyfini sürmüştür.

   Yirminci yüzyılın son on yılı, dünya meselelerinde tektonik bir değişime şahit oldu. Tarihte ilk kez, Avrupalı olmayan bir güç Avrupa iktidar ilişkilerinin baş hakemi olmakla kalmadı, aynı zamanda dünyanın en büyük gücü olarak belirdi. Sovyetler Birliği’nin başarısızlığı ve çöküşü, Batı Yarıküre’den bir gücün, ABD’nin, tek başına ve aslında gerçek anlamıyla ilk küresel güç olarak hızlı yükselişinin son hamlesiydi.

  Ancak, Avrasya jeopolitik önemini yitirmemiştir. Avrasya’nın batı bölgesi Avrupa, halen dünya siyasetinin ve ekonomik gücün pek çok yönden merkezi olmaya devam ederken, doğu bölgesi Asya da yakın zamanlarda ekonomik büyümenin ve yükselen siyasi nüfuzun önemli bir merkezi olmuştur. Bundan dolayı, bütün dünya ile uğraşan Amerika’nın karmaşık Avrasya iktidar ilişkileriyle nasıl baş ettiği sorusu ve özellikle baskın ve rakip bir Avrasya iktidarının ortaya çıkışını engelleyip engelleyemeyeceği noktası Amerika’nın küresel üstünlüğünü kullanma kapasitesine bağlı kalmaktadır.

  Bunun sonucu olarak, iktidarın çeşitli yeni boyutlarını –ticaret ve finansa ilaveten, teknoloji, iletişim ve enformasyon- geliştirmenin yanı sıra, Amerikan dış politikası jeopolitik merkezli olmayı sürdürmeli ve Avrasya’daki nüfuzunu Amerika’nın siyasi hakem olduğu kalıcı kıtasal dengeyi yaratmak için kullanılmalıdır.

 Bu nedenle Avrasya, küresel üstünlük mücadelesinin oynandığı satranç tahtasıdır ve mücadele jeostratejiyi, yani jeopolitik çıkarların stratejik idaresini de içerir. 40’lı yıllar kadar yakın zamanlarda her biri küresel gücü elde etmeyi ümit eden Adolf Hitler ve Joseph Stalin (o yılın kasım ayındaki gizli görüşmelerde), Amerika’nın Avrasya’dan dışlanması gerektiği konusunda açıkça anlaştılar. Her ikisi de Avrasya’nın dünyanın merkezi olduğu ve Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceği varsayımını paylaşıyorlardı. Yarım yüzyıl sonra bu durum yeniden tanımlandı: Amerika’nın Avrasya’daki üstünlüğü etkisini ve gücünü uzun süre koruyabilir mi ve daha hangi maksatlarla kullanılabilir ?


   Amerikan siyasetinin mutlak hedefi, uzun vadeli eğilimleri ve insanlığın temel çıkarlarını korumada tam anlamıyla katılımcı küresel ortaklığı biçimlendirmek için, müşfik ve ileri görüşlü olmalıdır. Ama aynı zamanda Avrasya’ya hükmetmeye muktedir, dolayısıyla Amerika’ya da meydan okuyabilecek Avrasyalı bir rakibin ortaya çıkmaması zorunludur.

Sayfa 13-15

19 Haziran 2016 Pazar

BRZEZINSKI'DEN İTİRAFLAR

Brzezinski ve Usame Bin Ladin

CIA’nın Afganistan’a Müdahalesi

Zbigniew Brzezinski ile Görüşme
Başkan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı

Le Nouvel Observateur, Paris, 15-21 January 1998

Soru: CIA’nın eski başkanı Robert Gates, anılarında (“From the Shadows”), Amerikan istihbarat servislerinin Afganistan’daki mücahitlere Sovyetlerin müdahalesinden 6 ay önce desteklemeye başladığını açıklıyor. Bu süreçte siz, Başkan Carter’ın ulusal güvenlik danışmanıydınız. Dolayısıyla, bu olayda bir rol oynadığınız doğru mu ?

Brzezinski: Doğru. Tarihin resmi sürümüne göre, CIA mücahitlere yardıma 1980’de başladı, yani Sovyet Ordusu’nun 24 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgalinden sonra.. Ancak, bugüne kadar gizli tutulan gerçek tamamen başka. Gerçekte, Başkan Carter’ın Kabil’deki Sovyet yanlısı rejim muhaliflerine ilk gizli yardım talimatını imzaladığı tarih, 3 Temmuz 1979 idi. Ve tam da o gün ben, başkan’a, görüşüme göre bu yardımın bir Sovyet askeri müdahalesine yol açacağını açıkladığım bir not yazmıştım.

Soru: Bu riske rağmen, siz bu gizli eylemin bir taraftarıydınız. Ama belki siz kendiniz Sovyetlerin savaşın içine girmesini arzuladınız ve onu kışkırtabilmeyi umdunuz ?

Brzezinski: Tam olarak öyle değil. Biz, Rusları müdahaleye zorlamadık, ama müdahale etme olasılığını bilerek arttırdık.

Soru: Sovyetler, Birleşik Devletleri’nin Afganistan’da gizli bir müdahalesine karşı mücadele etmede kararlı olduklarını ileri sürerek Afganistan’a yaptıkları müdahaleyi doğruladıklarında kimse onlara inanmamıştı.  Bununla birlikte, bu iddianın gerçek bir temeli vardı. Bugün, herhangi bir şeyden pişmanlık duymuyormusunuz ?

Brzezinski: Ne için pişmanlık ? Bu gizli operasyon mükemmel bir fikirdi ve Rusları Afgan tuzağının içine çekme gibi bir etkisi vardı. Benim bundan pişmanlık duymamı mı istiyorsunuz. Sovyetlerin sınırı resmen geçtiği gün, Başkan Carter’a yazdım: ‘Artık şu anda, Sovyetlere kendi Vietnam savaşlarını verme fırsatına sahibiz.’ Gerçekten de, Moskova yaklaşık 10 yıl boyunca yönetim tarafından katlanılması zor bir savaşı sürdürmek zorunda kaldı. Çatışma hali moral çöküntüsü meydana getirdi ve sonuçta Sovyet imparatorluğunun dağılmasına neden oldu.

Soru: Ve İslami köktenciliği desteklemiş olmaktan, geleceğin teröristlerine silah ve danışmanlık vermekten pişmanlık duymuyorsunuz ?

Brzezinski: Dünya tarihi için hangisi daha önemlidir ? Taliban mı yoksa Sovyet imparatorluğunun çökmesi mi ? Kışkırtılmış bir miktar Müslüman mı ya da Orta Avrupa’nın özgürleşmesi ve soğuk savaşın sona ermesi mi ?

Soru: Kışkırtılmış bir miktar Müslüman mı ? Ama, İslami köktenciliğin bugün dünyada bir tehdit oluşturduğu söyleniyor.

Brzezinski: Anlamsız ! Batının, İslamla ilgili küresel bir politikası olduğu söyleniyor. Bu aptalca bir şey. İslama akılcı bir şekilde, demagojiye sapmadan veya duygusal olmadan bak. 1.5 milyar izleyicisi ile dünyanın en önemli dini. Ancak, Suudi Arabistan köktendinciliği, ılımlı Fas, Pakistan militarizmi, Mısır’ın batı taraftarlığı ya da Orta Asya sekülarizmi arasında ne gibi ortak nokta bulunmaktadır ? Hıristiyan ülkeleri birleştiren şeyden daha fazlası söz konusu değil.






Çeviri:IŞIK