28 Haziran 2012 Perşembe

TÜRKER ERTÜRK/ Aranan kan bulunmuştur

TÜRKER ERTÜRK/ Aranan kan bulunmuştur
AYDINLIK-Salı, 26 Haziran 2012

Geçen Cuma günü Doğu Akdeniz’de bir savaş uçağımızın önce düştüğü daha sonra Suriye tarafından düşürüldüğü, gündemimize flaş haber olarak oturdu. Daha sonra olay kısmen de olsa netlik kazanmaya başladı ama aynı zamanda Türkiye-Suriye arasında epeydir devam eden krizin savaşa dönüşmesini sağlayabilecek bir bahane haline geldi.

Malatya Erhaç meydanından kalkan, 7. Jet Ana Üssü’ne ve 173. Keşif Filosu’na bağlı bir RF-4 E (Phantom) tipi keşif uçağımız Suriye‘nin sahil kenti Lazkiye‘ye 8 mil mesafede saat 11.58’de radar ve telsiz temasını kesmiştir. Bunun anlamı uçağımızın o mevkide denize düştüğüdür. İşin en üzücü tarafı pilotlarımızın tüm aramalara karşın hala bulunamamış olmasıdır. En büyük dileğimiz onları sağ olarak bulabilmektir.

Suriye makamlarının iddiasına göre “kimliği tanımlanamayan bir hava teması saat 11.40’ta Batı yönünden Suriye topraklarına doğru yüksek süratle alçaktan yaklaşmış ve karadan 1 Km. mesafede hava savunma silahları ile ateş altına alınmış ve Lazkiye’nin Om al-Tuyour köyünün 10 Km. batısında denize düşmüştür.’’

İhlal düşman olarak tanımlanmış

Anlaşılan o ki uçağımız; Suriye hava sahasını ihlal etmiş, Suriye hava ihbar sistemleri tarafından kimlik tespiti yapılamadığından düşman olarak tanımlanmış ve Suriye hava savunma silahları ile ateş açılarak düşürülmüştür.

Öncelikle bir gerçeğin altını çizmek isteriz. Dünyanın hiçbir yerinde hava sahası ihlali yapan uçaklara derhal ateş açılması düşünülemez. Çünkü arıza veya kötü hava şartları gibi elde olmayan nedenlerle de hava sahası ihlali yapılabilir.

Fakat Suriye 16 aydır devam eden ağır terör saldırısı altındadır. Bu süre içinde terör nedeniyle kaybedilen can sayısı 12 bindir. Suriy’de “Libya modeli” askeri müdahale yapabilmek için terör, Batılı güçler tarafından desteklenmektedir. Suriye’ye karşı kısmen açık, kısmen örtülü bir savaş bütün hızıyla devam etmektedir. Bu savaşta Türkiye, topraklarını Suriye’ye karşı açıkça kullandırmaktadır.

Hava saldırısı beklentisi var

Türkiye’den Suriye’ye terörü azdırmak ve müdahale için elverişli ortamı sağlamak maksadıyla teröristler, paralı askerler ve casuslar tarafından sınır ötesi harekat yapılmaktadır. İncirlik’ten kalkan uçaklar ve İnsansız Hava Araçları (İHA) Suriye üzerinde keşif yapmakta ve istihbarat toplamaktadır.

Suriye’de rejim değişikliği yapabilmek ve Beşar Esad’ı devirebilmek için “Suriye’nin dostları” adı altında düşmanca toplantılar yapılmakta, güvenli bölge, insani yardım koridoru, uçuşa yasak bölge gibi “Suriye’ye yapılacak saldırganlığı, nasıl hukukileştiririz?” konuları tartışılmakta ve görüşülmektedir.

Suriye her an bir hava saldırısı beklentisi içinde olup bu yüzden son bir ayda Rusya‘dan çeşitli hava savunma sitemleri ve silahları ile savaş uçakları alarak hava savunmasını takviye etmiş ve etmeye devam etmektedir.

Şimdi kendinizi Suriye’nin, Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin Lazkiye’de bulunan hava savunma batarya komutanının yerine koyun. Bir yılı aşkın süredir savaş halinde yaşıyorsunuz ve ağır stres altındasınız. Genel Batı istikametinden yüksek süratle, alçaktan uçan, dost/ düşman tanıma (IFF) cihazı kapalı, aktif sistemleri (radar) kapalı bir hava teması yaklaşıyor. Çok kısa bir zaman süresi (dakikalar) içinde karar verilmesi gerekli. Suriye hava saldırısı beklentisi içinde olduğundan yüksek alarm durumunda ve angajman (tetiğe basma) yetkisini ast birliklere dağıtmış durumda.

Komutanlara soruyorum?

Şimdi soruyorum Genelkurmay Başkanımıza ve Hava Kuvvetleri Komutanımıza, bu durumun fakında değil misiniz? Suriye normal şartlar altında bir ülke değil. Kendini yakın tehdit altında görüyor. Düşen uçağımızı niçin Suriye hava sahasına keşif için gönderdiniz? Biz Suriye‘den bir saldırı beklemiyoruz, yoksa başka bir görevle mi gönderdiniz oraya? Bir ülkenin topraklarına doğru alçaktan yüksek süratle yaklaşma (radarlara yakalanmamak için) saldırı amacı taşır, kim verdi bu direktifi? İskenderun Hava Radarı hava sahası ihlali yaptığını uçağımıza bildirmedi mi? Doğu Akdeniz‘deki alanlar çok geniş Ege gibi dar değil bu nedenle “dönerken sığmadı ve ihlal oldu” bunu kimseye yutturamazsınız.

Yoksa size hır çıksın diye mi gönder dediler? Suriye‘nin hava savunmasını mı test etmenizi istediler? Yoksa İncirlik‘ten kalkışlı başka bir görevi Suriye hava savunma sisteminden gizlemek ve dikkatini başka bir yöne çekmek için kullanıldık?

Cumhurbaşkanı‘ndan Başbakan‘a açıklamalar iç karartıcı ve savaş tamtamları çalan cinsinden. Alın size birer örnek; “Üzerinin örtülmesi mümkün değil, gereken yapılacaktır” ve “Bedelini ödeyecekler”.

1996’da Mirage-2000 tipi bir uçakla Yunanlı pilot Türk F-16‘yı kancıkça arkadan füzeyle vuruyor, uçağımız Sakız açıklarında düşüyor ve Pilot Yüzbaşı Nail Erdoğan şehit oluyor. Yunanlı pilot bunun anısına uçağının burnuna Türk Bayrağı resmi yaptırıyor. Bu gerçek 2003’te ortaya çıkıyor ama AKP’den tık yok, gereken yok ve bedel yok. Çuval hadisesinde olduğu gibi! Her gün şehit vermemize rağmen Kuzey Irak‘a operasyon yapamadığımız gibi! Ama bu sefer çok hassaslar sizce niye?

AKP, ABD’nin arkadan ittirmesi ve şantajı ile çağdışı körfez ülkelerinden gelen avanta para nedeniyle ülkemizi Suriye ile savaşa doğru tırmandıran basamakları üçer beşer çıkmaktadır. Suriye Büyükelçisi‘nin istenmeyen adam (persona non grata) ilan edilmesi ve sınır dışı edilmesi bu basamaklardan biriydi.

Savaş için aranan kan bulunmuştur. Umarım sonunda aklıselim galip gelir. Bu arada size bir sır. Rusya sağlam durursa bir şey olmaz.

Saygılar sunarım.

ÖZDEMİR İNCE/ Amiral Kolçak ve İskilipli Atıf Hoca

ÖZDEMİR İNCE/ Amiral Kolçak ve İskilipli Atıf Hoca
AYDINLIK-Pazartesi, 18 Haziran 2012

Amiral Kolçak hakkında uzun bir yazı yazdım, “Özgür Edebiyat” dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında yayınlanacak. Bu dergide benim edebî yazı ve incelemelerim “Ne Var Ne Yok” başlığı altında yayınlanır. Yazınsal kimliğime ilgi duyanlara adını verdiğim dergiyi tavsiye ederim.

Damarlarında Türk kanı dolaşan Kolçak

Amiral Aleksandr Vasiliyeviç Kolçak (1874-1920) ilginç bir insan: Deniz subayı, kutup araştırmacısı, coğrafyacı… 1917 devriminden sonra Rusya iç savaşında Bolşevik karşıtı Beyaz Ordu komutanı. Kızıl Ordu’ya esir düştü. Moskova’dan gelen emrin aksine 7 Şubat 1920’de idam edildi. İç savaştaki rolü dışında her bakımdan bir kahraman.

Sovyet iktidarı döneminde vatan haini konumuna düşen Kolçak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden keşfedildi. Kendisini, vatanını kurtarmaya çalışan bir lider olarak gören çevreler Kolçak’ın itibarının iade edilmesi için dava açtı. Açılan davalar 1999 yılında Bölge Askeri Mahkemesi ve 2001 yılında da Rusya Federasyonu Yüksek Mahkemesi tarafından reddedildi. Buna karşın Kolçak’ı anmak için yapılan heykeller, Sovyet gazileri ve komünistlerin muhalefetine karşın 2002 yılında Saint Petersbourg’a ve 2004 yılında da Irkutsk’a dikildi. Ayrıca adı bir adaya verildi.

Kolçak’ın heykelini dikmek, adını bir adaya vermek yasa dışı ve suç. Çünkü itibarı mahkeme tarafından iade edilmemiş, ama ne yaparsın ki artık karşı-devrim iktidarda…

İskilipli Atıf Hoca

Bizim tarihimizde de bunun bir benzeri var. İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemesi'nde vatana ihanet suçuyla yargılandı ve 4 Şubat 1926 tarihinde idam edildi. Ancak Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabı yüzünden ve Şapka Kanunu’na muhalefetten idam edildiği iddia edilir. Ki gerçek dışıdır! Kim iddia eder? Karşı-devdimci İslamcılar, Milli Görüşçüler, muhafazakarlar, AKP’liler ve… ve huzurlarınızda solu psikiyatri kliniği sananlar! Bu adamlar insanın gözünün içine baka baka yalan söylerler.

Şubat ayında Çorum’un İskilip ilçesinde yapılan törende, İskilip Devlet Hastanesi’nin tabelası indirilip yerine “İskilip Atıf Hoca Devlet Hastanesi” tabelası kondu.

Törende konuşan Sağlık Bakanı Yardımcısı Agah Kafkas, Atıf Hoca’nın İskilip’in medar-ı iftiharı olduğunu söylemiş. İskiliplilerden gelen yoğun istek(?) üzerine hastanenin adını değiştirildiğini söyleyen Kafkas, din âliminin hukuksuzluğun kurbanı olduğunu ileri sürmüş ve yaptıkları yasa dışı densizlik için, “Bu bir iade-i itibardır, hakkın teslimidir!” demiş.

AKP’nin hukuk tanımazlığı

İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemesi’nin kararı gereğince (ve aksine bir hukuki karar bulunmadığı için) hâlâ bir vatan hainidir. Bir vatan haininin adı Sağlık Bakanı Yardımcısı tarafından bir hastaneye verilemez. Böyle bir hükümet kararı mı var? Bakan Yardımcısı bu işi kendi kafasına göre mi yaptı? Bunu öğrenmek ve gerekeni yapmak ilçenin Cumhuriyet Savcısı’nın işi. O işini yapmıyorsa, Çorum Cumhuriyet Savcılığı’nın işi.

Ancak hükümetin, emniyetin ve adalet mekanizmasının görevini yapmaması, karşı-devrimin artık ülkeye fiilen egemen olduğu ve ülkeyi yönettiği anlamına gelir.

İşte idamın kanıtı beyanname

İskilipli Atıf Hoca’nın başkanı olduğu Teali-i İslam Cemiyeti’nin, “Anadolu’nun Muhterem ve Masum Ahalisine” başlıklı beyannamesi, Eskişehir-Kütahya köylerine ve cephedeki asker üzerine Yunan uçakları tarafından atıldı. O sırada, işgal altındaki köylerde düşmanın binlerce kadının ırzına geçtiği, yüzlerce kadının gayrı meşru çocuk doğurduğu, yüzlercesinin de intihar ettiği biliniyordu. Ama bu köylerin üzerine söz konusu beyanname utanmazcasına atıldı:

[Ey Anadolu’nun Masum ve Mazlum Ahalisi!

Şimdi sulh imzalandı Kuvay-ı Milliye belasının tevlit ettiği (doğurduğu) mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt (yükümlülük) altına girdik. Devletler şimdi bize: “Eğer Anadolu’da Kuvay-ı Milliye isyanını devam ettirir ve bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Kuvay-ı Milliye eşkıyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak için çalışıyorlar…

İyi biliniz ve emin olunuz ki; bu hal böyle devam edemez. Ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu ateş-i vahşet ve şekâvet (haydutluk) böyle sürüp gidemez. Vaktimiz pek daraldı; ve bu asilerin, bâğîlerin (isyankarların- hainlerin), şekâvetlerinden (haydutluklarından), cinayetlerinden halk bunaldı kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu’da asayişi temin ile biçare vatandaşlarımıza refah ve huzur veremiyecek isek galip devletler tarafından bildirildiği vechile (gibi) payitahtımızdan sevgili İstanbul’umuzdan mahrum olunacağı şüphesizdir (...) İstanbul ahalisi ve hükümet-i Merkeziye nasıl vahim ve elim dakikalar yaşamakta olduğumuzu dikkate alarak kemal-i azmü ciddiyetle (son derece kararlı bir şekilde) lazım gelen tedabire (tedbirlere) tevessül etmiş (yönelmiş) olduğunu size bildiririz; ve haber aldığımıza göre Halife-i Zîşanımız (şanlı halifemiz) ve sevgili hakanımız Efendimiz Hazretlerinin de âsileri tedip etmek ve sizin rahatınızı temin eylemek için cem edilecek (toplanacak) kuvvetin başında olarak bizzat geleceklerini sizlere tebşir ederiz (müjdeleriz). Hazır olunuz! Ve bu hainlerden, bu canilerden vatanı kurtarmak için size düşen vazifeyi ifada kusur etmeyiniz.]

Bildiri elbette bu kadar değil. Tamamını internette ve bir bölümünü Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Atatürk’ün Üç Muhalifi” (Temel Yayınları) adlı kitabının 290-293 sayfaları arasında bulabilirsiniz.

ÖZDEMİR İNCE/ Bir mürşit olarak Necip Fazıl Kısakürek

ÖZDEMİR İNCE/ Bir mürşit olarak Necip Fazıl Kısakürek
AYDINLIK-Cuma, 22 Haziran 2012

Ben, www.Sabah.com.tr’ye 15.08.2011 günü saat 16:36’da giren haberin yalancısıyım. Haber şöyle:

Olacak çocuk

[“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 19 yaşındayken iki arkadaşıyla birlikte Necip Fazıl Kısakürek’e çektiği telgraf yayınlandı. Gül ve arkadaşları Kısakürek’e ‘emrinizdeyiz’ diyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 19 yaşında iken, şimdi AK Parti İzmir Milletvekili olan eniştesi Mehmet Tekelioğlu ve arkadaşı Ahmet Taşçı ile Necip Fazıl Kısakürek’e yazdığı telgrafta “Hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız” deniliyor.

Haber 7’nin haberine göre; Kısakürek’in adını taşıyan, http://www.necipfazil.com/ adlı internet sitesinde yayınlanan telgraf şöyle:

“Necip Fazıl Kısakürek’e...

İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.

Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül, Ahmet Taşcı” ]

Olacak bir başka çocuk

Başbakan R.T.Erdoğan durmadan şiirlerini okuduğuna ve ders kitaplarına daha fazla şiirinin alınması için ilgililere talimat verdiğine göre, Necip Fazıl Kısakürek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da mürşidi ve üstadı olmalı. İlişkileri ne durumda diye bir internete bakayım dedim, karşıma şu metin çıktı:

[“Halen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde görevli Sıddık Akbayır, ilginç bir çalışma yapmış... “Aynı Göğün Uzak Yıldızları” adlı bu çalışma, Asur Yayınları tarafından kitaplaştırılmış... Kitap elime geçeli birkaç ay oluyor... Ama, biraz önce de dediğim gibi, okuyamamıştım... Birkaç gün önce, sayfalarını karıştırınca gördüm ki; merhum Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Nazım Hikmet’ten “karşılaştırmalı” olarak bahsediliyor. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in “benzerlik”leri ve “aykırılık”ları tek tek irdelenmiş... İlginç bir kitap...

İşte bu kitabı karıştırırken, bir olay çekti dikkatimi...

Olay şu: Merhum Necip Fazıl, İstanbul’da bir “konferans” verecektir... Ama onu kim “takdim” edecek?..

Öyle ya; Necip Fazıl, “titiz” bir adam... Her şeyi ve herkesi beğenmez... Uzatmayalım, sonunda Tayyip Erdoğan’ı işaret eder; “Beni bu delikanlı takdim etsin!”

Tayyip Erdoğan, o günlerde “genç bir delikanlı”dır...

Alır mikrofonu eline ve Necip Fazıl’ı takdim eder.

Bu, şu demek oluyor: Tayyip Erdoğan, daha “lise” ve “üniversite” yıllarında “iyi bir hatip” ve “iyi bir münazaracı”dır... Zaman zaman kendisi de diyor ya; “Biz bu işe tepeden inme başlamadık... Biz, çekirdekten yetiştik.”

Gerçekten de öyle...

Tayyip Erdoğan’ın “mikrofon”la tanışması, “siyaset”le tanışması, “lise yılları”na dayanır!.. Daha o yıllarda kendisine bir “hedef” tayin etmiş ve “kilitlendiği hedefe” doğru; “azim”le, “sabır”la ve “kararlılık”la yürümüştür!

Hasan Karakaya - Vakit” ]

Neseb kitabı

İncil’de (Matta, 1) kim kimin nesidir, nesebi nedir şöyle yazar: “İbrahim, İshak’ın babası idi; İshak, Yakub’un babası idi; Yakub, Yahuda ve kardeşlerinin babası idi” der ve devam eder. İşte o hesap: Mevlana Halid-i Bağdadi (1770-1827) Seyyid Taha-i Hakkari’nin (Öl:1853) şeyhi idi; Seyyid Taha-i Hakkari, Nakşi şeyhi Seyyid Fehim Arvasi’nin (1825-1896) şeyhi idi; Seyyid Fehim Arvasi, Abdülhakim Arvasi’nin (1860-1943) şeyhi idi; Abdülhakim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek’in mürşidi idi; Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Abdullah Gül (1950) ile Recep Tayyip Erdoğan’ın (1954) mürşidi idi...

Abdullah Gül (1950) öğrencilik yıllarında Gençlik Örgütü Millî Türk Talebe Birliği bünyesinde yer aldı. Memleketinde Necip Fazıl Ekolünden Söğüt Fikir Kulübü’nde çalıştı.

Recep Tayyip Erdoğan (1954), Üniversite yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’ne girdi, 1976 yılında Millî Selâmet Partisi (MSP) Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanlığına seçildi.

Netice-i kelam

Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın Necip Fazıl ve Abdülhakîm Arvâsî dışında öteki kimseleri tanıdıklarını sanmam. Ama biad kültürü geleneği içinde geldikleri çizgi belli. Böyle bir çizgiden devrimci, laik, cumhuriyetçi ve demokrat bir bireyin çıkması beklenemezdi. Beklenemez! Mucize olurdu! İkisinin de “fıtrat“ında bağlanma eğilimi varmış ki gidip Necip Fazıl Kısakürek’e bağlanmışlar, onu üstad ve mürşid seçmişler.

Mürşid ne demek? “Mürşid”, “Doğru yolu gösteren, kılavuz, tarikat pîri ve şeyhi anlamına geliyor.

Benim naturamda, fıtratımda bağlanma diye bir şey yokmuş ki yılkı atı gibi dağ-bayır dolandım. Adamlar bağlandılar ama feyzini de gördüler. İyi de bağlandıkları kim, mürşidlerinden ne gibi feyz aldılar? Mürşitleri Kısakürek, cumhuriyetçi, devrimci, laik ve demokrat değildi. Dahası: Karşıtı ve düşmanı idi! Hiç kuşkusuz devrimci, laik ve demokratik cumhuriyeti “doğru yol” olarak göstermemiştir; devrimci, laik ve demokratik cumhuriyeti bulmaları için onlara kılavuzluk etmemiştir. Tam tersine: Buldukları yerde, yakaladıkları yerde başını ezmelerini, yok etmelerini öğretmiştir.

“Tek tip adam” üretmekle etmekle suçlanan bir Cumhuriyet düşünün ki kendi olası düşmanlarının cumhurbaşkanı ve başbakan olmalarına engel ol(a)mamıştır.

Anayasa’nın 174.maddesinin koruması altında olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu yürürlükten kaldırmak Cumhuriyet düşmanlığıdır! Bu yasanın yürürlükte olduğu bir ülkede laik okulları din okullarına çevirmek vatana ihanet gibi bir şeydir!

Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma kararlarını, Danıştay’ın çiğnenen kararını ağzıma bile almıyorum. Ama devir dönerse Özel Yetkili Mahkemeler’e çok iş düşebilir!

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl’ın Atatürk hayranlığı

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl’ın Atatürk hayranlığı
AYDINLIK-Perşembe, 21 Haziran 2012

Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Atatürk’ün Üç Muhalifi, 1. Kâzım Karabekir” (Temel Yayınları) adlı kitabını okurken 548. sayfada hiç beklemediğim bir bölümle karşılaştım: “Necip Fazıl’ın Atatürk Hayranlığı...”. Hayret ki ne hayret!

Necip Fazıl’ın “Bâbıâli”sini (Büyük Doğu Yayınları) okurken de, onun Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının 1924 yılında devrim yasalarının çıkmasıyla başladığını sanmıştım. Yanılmışım. Aslında beni Necip Fazıl yanıltmış. 1975 yılında Bâbâli anılarını yazarken düşünsel ve duygusal bir kronolojik sıra izlememiş, 1975 yılındaki duygu ve düşüncelerini 20’li, 30’lu yıllarına da yansıtıp yamamış. Geçmişi güncelleştirmiş.

O.S.Kocahanoğlu, “Necip Fazıl henüz Abdülhakim Arvasî’nin manevi halkasına girip iman tazelememiş...” diyor. Bu durumda, Necip Fazıl’ın, Abdülhakim Arvasî’nin müridi olması, Atatürk’ün ölümünden, 1938’den sonra olmalı. Ama değil.

Ancak, Vikipedi’de şöyle bir bilgi var: “Necip Fazıl için 1934 yılı hayatının dönüm noktası oldu. Çünkü hayat felsefesinin değişmesine neden olan ve Beyoğlu Ağa Camii’nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasî ile bu dönemde tanıştı. Ve bu kişiden bir daha kopmadı. Necip Fazıl’ın, üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar (Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak).”

Demek ki, şair, kendi dediği gibi “Efendi”sine bağlandıktan dört yıl sonra bile Atatürk sevgisini (?) sürdürüyormuş. Bu da nasıl bir sevgi ise...

Şimdi alıntısını yapacağım yazıların kaynakları, Kocahanoğlu’nun kitabının 548, 549 ve 550. sayfalarındaki dipnotlarında gösteriliyor:

Kubilay olayından sonra yazdığı yazı

“...Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin... Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar...” (Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı konuşmadan.”Hakimiyeti Milliye”, No: 3406, 5 Ocak 1931)

1934 yılına kadar Oscar Wilde hayranı bir züppe (bir “snop”, bir “dandy”) olan ve Arvasî müridi olduktan sonra “Mustafa Kemal vatanı kurtardıktan sonra ırzına geçti” (O. S. Kocahanoğlu, s.548) diyen Necip Fazıl’ın hayatını ve bir gecede Kafka’nın hamamböceğine dönüşmesini çok merak ediyorum. Çevrede onu tanıyan pek insan kalmadı. Bu yıl 90. yaşını idrak eden ve Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisinde de öyküler yayınlamış olan Oktay Akbal’ın bu ayın başlarında bana söylediği bir cümleyi çok iyi anımsıyorum: “Bizimle sohbet ederken içeri bir dinci yandaşı girerse hemen tavır ve ağız değiştirir, namaz ve niyazdan söz etmeye başlardı.”

Oktay Akbal, keşke tanıdığı Necip Fazıl’ı anlatan bir yazı yazsa...

Softa kimdir?

“...Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (...) Softanın en bariz vasfı kafasının sertliğidir. (...) Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da İslamlık softadır.” (Necip Fazıl, “Bir Hikaye Birkaç Tahlil”, 1933. s.75-76)

Necip Fazıl bu yazıyı, Nakşibendi tarikatının Halidî kolunun şeyhlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasî’nin müritliğine yazılmadan kısa bir süre önce kaleme almış, 1933 yılında yayınlamış. Şimdi ben “İslam dini demokrasiyle bağdaşmaz, Müslüman toplumlar laikleşmeden bunlardan demokrasi çıkmaz” diye yazıyorum, Necip Fazıl’ın günümüzdeki müridleri “Vay İslam düşmanı!” diye beni parmakla gösteriyorlar. Yazının alıntıladığım bölümünün altına adımı yazıp yayınlasam vay başıma gelecek olanlar!

Atatürk’ün ölümünün ardından yazdığı yazı

“...Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer... Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti... İnkilâbcı Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi iki Atatürk’ten her biri ayrı isim taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk... İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi... Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti...” (Cumhuriyet Gazetesi, 26.10.1938,S.2)

Necip Fazıl Kısakürek’in, okuduğunuz bu yazıyı M. K. Atatürk’ün ölümünden 16 gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayınlamış olması, iki müridi Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ı ne ölçüde şaşırtır acaba?

Beni şaşırtıyor! Ne oldu da bu adam Komünizmle Mücadele Derneği’nin öncülerinden oldu ve Cumhuriyet karşıtı Büyük Doğu ideolojisinin kurucusuna dönüştü?

İflah olmaz bir Kemalist ve “Kökten Laikçi” olarak vaftiz edilip kurşuna dizilen ben, Atatürk için şiirler yazıp 10 Kasımlarda dergilerde, gazetelerde yayınlamadım ve yukarıdaki metin benzeri bir yazının altına imzamı atmadım.

Bir “züppe”den Cumhuriyet düşmanı fanatik bir İslamcı militana dönüşen bu insan birkaç on yıldır iktidardadır ve onun müridleri, şu anda, bu ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakan ve milletvekili olarak, onun 1938 yılında hâlâ fanatik hayranı olduğu cumhuriyeti yıkma operasyonuna devam etmektedirler. (Yarın bir başka Kısakürek).

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl ve talebeleri

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl ve talebeleri
AYDINLIK-Çarşamba, 13 Haziran 2012

Değerli okur! Biraz daha iyi tanışalım: Ben, gölgesi olmadan uçsuz bucaksız gölgesi varmış gibi davrananlardan; şeyh ve meyhlerden, mürşitlerden hiç mi hiç hoşlanmam. Terso giderim, balonu patlatmak için hemen bir iğne ararım.

Yılını tam hatırlamıyorum ama yetmişlerin ortası olmalı. Ya da 12 Eylül’den sonra, eski bir kayıt. Görevde olduğum sırada kayıt yapılmış olsaydı hatırlardım: TRT Televizyonu’nda Necip Fazıl Kısakürek. Söyleşiyi yapan kişi yeni Türk şiirinin durumunu soruyor. Necip Fazıl soruya soruyla cevap veriyor:

“Benden sonra şiir mi yazıldı ki? Benden sonra şair geldi mi?

“Seni gidi manzumeci, seni gidi!” diye söyleniyorum.

Kısakürek’in söylediklerini bir gerçek şair ancak kendi kendisiyle alay etmek için söylerdi, söyler. Ama o çok ciddiydi!

İntihar şekilleri

Bazı durumlarda “İsteyen istediği iple intihar edebilir!” dediğimi dünkü yazımda da yazmıştım. “İp” geleneği, üstadları ve şeyhleri simgelemektedir. Bir geleneğe, üstada, şeyh ve benzerlerine bağlanmayı, demek ki, bir intihar olarak görüyormuşum, görüyorum.

Ancak, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve Taner Yıldız örneklerinde de görüldüğü gibi, bir meczubu mürşit sanıp biat ederek intihar etmekle kalmamışlar, bir de üstüne üstlük Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakan olmuşlar. İlginç bir durum! İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de bir Necip Fazıl müridi mi(ydi) acaba?

Açalım kutuyu söyleyelim kötüyü

Cafer Yıldırım kardeşimiz, Necip Fazıl Kısakürek’in gençlik dönemi (1924-1934) kötü alışkanlığı kumardan söz ediyordu (Aydınlık Kitap, 25.05.12). Necip Fazıl da “Bâbıâli” adlı kitabının (Büyük Doğu Yayınları, 1975) “Uçurum” bölümünde (S.25) anlatır kumar çilesini. İçtenlikle mi anlatıyor? Bunun hiçbir önemi yok! Bir insan hırsızlık yapar, kumar oynar, kumar oynamak için pezevenklik yapar, rüşvet alır, çalıştığı yerde zimmetine para geçirir ve kumar oynar, aile servetini kumara yatırır, dostlarını dolandırır ve kumar oynar. Bunların hepsini anlarım ve bunların anlatısından büyük sanat yapıtları da çıkar. Örnekleri var. Ama, “Genç Şair, “1924 ve 1925 yıllarında çilelerin en can yakıcısıyla hayat sürdüğü Paris”i utanmadan anlatıyor: Genç Cumhuriyet’in okuyup adam olsun diye 1924 yılında burs verdiği parayla kumar oynuyor herif. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu rezaletten haberi oluyor ve Berlin’deki talebe müfettişini Paris’e yolluyor. Genç Şair, Zeki Mesut adlı talebe müfettişini “alelâde” buluyor. “Hârikülâde” bulsa ne yazar! Ama o utanmadan anlatıyor (s.29):

“Müfettiş Bey, ona, kısaca:

-Vekâlet, sürdüğünüz hayat bakımından tahsisatınızı kesiyor, dedi; işte son aylığınız ve memlekete dönüş paranız!...”

Necip Fazıl, talebe müfettişinden aldığı parayı cebine koyup, hepsini o akşam kumar masasında kaybediyor.

Ben, her şeyi bağışlarım ama 1924 yılında Cumhuriyet’in parasıyla kumar oynayan adamı, hoş göremem. Rezil bir adamdır! Kanını satıp kumar oynasa, anlattıklarını ilgi ve saygı ile okurdum. Kumar masasında savaştan yeni çıkmış bir halkın parasını kaybediyor ve bundan utanmıyor. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı olan kişilerin “mürşit” kabul ettiği işte böyle bir adam!

Bir cumhuriyet ve devrim düşmanı

“Peyami’ye sorarsanız yeni harfleri beğenen ahmaktır; bu da söz mü?... Yeni harfler bu memleket kültürünü, zekâ inkişafını sıfıra indiren bir uyuşturucu zehirdir, temel kültürümüzle aramızı açmaktan başka bir şeye yaramayacak, eski Yunan ve Latin kültürüne de yol açamayacak , milli tefekkür istidatını karartacak...” (S.131)

Genç şairin bu dahice sözlerini duyan Yahya Kemal, ağzının iki yanından pastanın çukulatası sızarken “Altunla yazılacak bu sözler” diyesiymiş.

Genç Şair, bu pisboğaz şaire söyle cevap vermiş:

“Ama yeni harflerle değil!” (S.132)

Cumhuriyet edebiyatımız, bu iki kaltabana bol keseden verdiği avansları geri çekip, bu türden şair ve yazarlarla mutlaka hesaplaşmalıdır! Ben kaç zamandır bunu yapıyorum zaten: Yahya Kemal şiirlerinin biçim ve içeriğiyle çağ dışı yerel bir şairdir! N. F. Kısakürek’in yerel bir manzumeci olduğunu yazdım zaten. Bu işler böyledir, yüz verirsen astarını da isterler.

Sözcü’deki müjde

Saygı Öztürk kardeşimizin 4 Haziran 2012 tarihli Sözcü’de yayınlanan haberine göre, Milli Eğitim Bakanlığı, Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirinin bir bölümü, Bakan’ının dediğine göre, “öğrencileri iyiye, güzele, doğruya” yöneltmediği için çıkarttırmış. Buna karşın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta övgüyle şiirlerini okuduğu N. F. Kısakürek’in ders kitaplarındaki şiirleri çoğaltılacakmış. Haberin devamı şöyle: “Erdoğan’ın, Necip Fazıl Kısakürek’in ders kitaplarında bulunan 3 şiirine ek olarak değişecek ders kitaplarına yeni şiirlerinin eklenmesini istediği öğrenildi. Bakanlık yetkilileri, ‘Bu durumda Başbakan’ın okuduğu şiirlere kitaplarda öncelik verilmesi gerekeceğini’ söylediler.”

Her alanda “tek seçici” olmaya heveslenen Başvekil bu gidişle edebiyat alanında da “tek seçici” olmaya kalkışacağa benzer. Kendisi için çok tehlikeli olacak bir heves!

Başbakan’a, N. F. Kısakürek’in 1924/1925 yıllarında, yoksul halkın verdiği bursla Paris’te nasıl kumar oynadığını anlattığı (“Bâbıâli” adlı kitabının “Uçurum” bölümü) metni de öğrencilere örnek olması için ders kitaplarına aldırmasını tavsiye edeceğim. Ayrıca, mürşidi, aynı kitapta (s.326) Adnan Menderes’in örtülü ödeneğinden para aldığını itiraf etmektedir. 1951-1959 yılları arasında aldığı 147 bin liralık avantanın öyküsü Yassıada davası tutanaklarında yer almaktadır. O tarihlerde 5 tonluk bir Austin kamyonun fiatı 5 bin lira idi ki bu para ile 30 kamyon satın alınırdı. Kendisi, “Bâbıâli” adlı kitabında (s.300) 1950’lerin 110 bin lirasının 1970’lerde 10 milyon lira ettiğini yazıyor.

NOTA BENE: Şimdilik bu kadar! Ama Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın ortak mürşitlerinin hayat öyküsüne bu yakınlarda geri döneceğim! Kendilerini özel tarihleriyle yüzleştirmek için bu fırsat kaçırılmaz!

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983)

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983)
AYDINLIK- Salı, 12 Haziran 2012

Hiçbir şeyde ve hiçbir yerde “Bir onlardan bir bizden” anlayışına razı olmamışımdır. Bu karşı olduğum anlayış şiir dünyasında bilinen eşleşmeleri yapar: Tevfik Fikret / Mehmet Akif, Nazım Hikmet / Necip Fazıl, Cemal Süreya / Sezai Karakoç…

Benim yaşadığım dönemin dışında olduğu için Tevfik Fikret / Mehmet Akif eşleşmesine sesimi çıkartmadım. Nazım Hikmet / Necip Fazıl eşleşmesine her zaman karşı çıktım ve Nazım Hikmet’in devrimci, büyük, uluslararası bir şair olduğunu, Necip Fazıl’ın ise karşı devrimci, yerel bir manzumeci olduğunu yazdım ve söyledim.

Karşı devrimci, cumhuriyet karşıtı İslamcılar küplere bindiler: Hangi hakla böyle konuşurmuşum? “O zaman zahmet edin, önce biyografimi sonra kitaplarımı okuyun, hangi hakla böyle konuştuğumu çok iyi anlarsınız!” demem gerekirdi, demedim, şimdi söylüyorum.

Sezai Karakoç da Cemal Süreya’nın ve öteki İkinci Yeni şairlerinin yanında, sanıldığı ve sandırıldığı kadar önemli bir şair değildir. İtirazı olan mı var? O zaman okuyun!

Yoksa ben de mi erdim?

Cafer Yıldırım'ın, Aydınlık Kitap’ta (25.05.2012) “Necip Fazıl ve kendisine sırlar atfedilen bir karakterin otopsisi, ‘Üstat’ın Genç Şair’lik dönemi” başlıklı yazısını okuduktan sonra, Necip Fazıl’ın “Bâbıâli” (Büyük Doğu Yayınları, 1975) kitabını bir İstanbul sahafında buldurtup köye getirttim. Son derece ilginç ve bizim edebiyatımızda benzeri olmayan bir kitap…

Özgür Edebiyat dergisinde Necip Fazıl’ın “Cumhuriyet ve devrim düşmanlığı ve hidayete erişi” başlıklı bir yazı yazmayı düşünürken, bu kez, Radikal Pazar’da (03.06.2012), Ömer Şahin’in Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Şener (d.1962) hakkında yazdığı yazıyı okudum. Okudum ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Şimdi, bu kararın nedenini anlamak için Ömer Şahin’in yazısından bir alıntı yapalım.

Üstad-ı Azam Abdülmuntazam!

“[Taner Yıldız] lise ve gençlik yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’ndeydi. Yani Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve AK Parti’nin çekirdek kadrosu gibi Necip Fazıl’ın etkisindeydi. Üstat’ın yolundan gitmeye başladı. İstanbul’da Teknik Üniversite’yi kazanınca da irtibatı kopmadı. Okul çıkışları, hafta sonları, ikinci adresi Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisiydi. Sohbetlerini dinlemekle yetinmedi, bir de görev üstlendi. ‘1979-1982 yılları arasında üç yıl boyunca üstadın çaycılığını yaptım. Çayını veriyordum.’ AK Parti kadrolarının önemli bölümü Büyük Doğu’nun müdavimiydi. O döneme ilişkin bir fotoğraf ilginç olabilirdi. Bakan Yıldız, ‘Hiç fotoğrafım yok’ dediğinde şaşırdım. Meğer sorun teknik imkânsızlık değilmiş. ‘Üstad, çok otoriterdi. Bize çok kızdığı olmuştur. Fotoğraf çektirelim demeye cesaret bile edemezdik’ diye açıklıyor gerekçesini.”]

Körün aradığı bir göz...

Edebiyatla ilgili yazı ve kitaplarımı okuyanlar, benim, edebiyatta gelenek bağlamında şeyh/mürşit-mürid ilişkisinden nefret ettiğimi, “Gençliğimde kimsenin müridi olmadım, şimdi yanımda tek bir mürid istemem!” diye konuştuğumu, yazdığımı çok iyi bilirler. Hilmi Yavuz bey biraderimizle yaptığımız “gelenek/gidenek” polemiğini hatırlarlar. Bu okurlar, “İsteyen istediği iple intihar edebilir!” diye yazdığımı da bilirler.

Benim gözümde, bir üstadın dizinin dibinde oturup ağzının içine bakmak, okuldan çıkıp mürîdâne rütbe ve kıdem kazanmak amacıyla “üstad”ın dergi bürosuna kapılanmak ve orada çaycılık yapmak… Sonra, mürid olduğun için, "üstad"tan bir şey istemeye cesaret edememek…

Benim gözümde bunlar, özel saygıya değmez, ama son derece önemli niteliklerdir, itiraflardır. Hastalıklı ilişkilerdir. Bu nedenle, bu türden “kerameti gayrı menkul” durumlar için, “Üstad-ı Azam Abdülmuntazamlık durum” derim.

Örneğin, Necip Fazıl, “Genç Şair” olarak kabul edildiği 1924-1934 yılları arasında bir yığın zırzopluk yapmış ama başta Nurullah Ataç olmak üzere çoğu cumhuriyetçi, devrimci, Kemalist ve solcu olan kuşak arkadaşlarından “dâhî” muamelesi görmüştür. Necip Fazıl, 1954-1964 yılları arasında İkinci Yeni şairleri arasında yaşasaydı kendisiyle dalga geçilirdi. En azından ben kendisine, hakkında atıp tuttuğu Rimbaud konusunda “Reis önce sen şu Rimbaud’yu öğren de gel!” derdim. Oysa 1924-1934 yılları arasında, bütün arkadaşları “genç şair”in yaptığı bütün şımarıklıklara katlanmışlar. Oysa, 1960’ların Sezai Karakoç’u gibi İkinci Yeniciler arasında yaşasaydı ya da ilgi alanımızda olsaydı, çok hırpalanırdı.

Çaycı mürid

Bakan Taner Yıldız’ın, bürosunda çaycılık yaptığı dönemde, Necip Fazıl’ın en önemsiz ve en önemli özelliği, Cumhuriyet ve Devrim Düşmanlığı idi. Bu düşmanlık yeni değildi, kökleri çok eskiye dayanıyordu. Necip Fazıl, “Bâbıâli” adlı kitabında devrim düşmanlığını arkadaşlarına söylüyor, kendi kendine mırıldanıyor ama bu düşmanlığın nedenini bir türlü açıklayamıyor. Basmakalıp şeyler söylüyor.

Şair Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili düşüncelerimi edebiyat dergilerinde yazarım, burada değil. Ama birkaç kitap var, onları bulunca bu konuda birkaç yazı daha yazabilirim.

1978-1982 yılları arasında “Üstad”a hizmet eden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, bu dönemi iftihar ederek anlatıyor. Anladığım kadarıyla, “Üstad”tan öğrendiklerine çok değer veriyor ve hâlâ onun izinden gitmekte. Ve bu çok mu çok belli oluyor!

Sadece Taner Yıldız mı? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da mürşitleri “Üstad Necip Fazıl”ın rahle-i tedrisinden geçmişler. Bunu iftiharla söylüyorlar.

Bu ilişki konusunda büyük araştırmalar yapmak, binlerce sayfa kitap okumak gerekmez. Olgu çok basit: Bir Cumhuriyet Düşmanı “Mürşit” ve bu mürşidin Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan olmuş müridleri. Hepsi bu kadar! Yarın devam edeceğim!

26 Haziran 2012 Salı

Turkish Phantom shot down in Syria update: it may have violated the Syrian airspace to probe the air defenses readiness

June 25, 2012
THE AVIATIONIST
DAVID CENCIOTTI'S WEBLOG

Posted by David Cenciotti in Syria.



According to the latest news about the Turkish F-4 shot down by a Syrian Air Defense battery on Jun. 22, the North Atlantic Council will meet on Tuesday Jun. 26, following a request by Turkey under article 4 of NATO’s founding Treaty.

Under article 4 of the Treaty, any ally can request consultation whenever, in the opinion of any of them, their territorial integrity, political independence or security is threatened.

The problem is that Turkey says the unarmed combat plane (173Filo/7Aju) from Erhac, shot down by the Syrian military was engaged without warning.

The aircraft was testing a domestic radar system and was fired at upon leaving Syrian airspace, Turkish Foreign Minister Ahmet Davutoglu said. He also confirmed that the aircraft did enter Syrian airspace before being engaged by the Syrian Anti-Aircraft Artillery, although it had happened by mistake.

As explained on several posts of the Airspace Violations series, aircraft violating a foreign airspace should not be fired upon but warned, intercepted and eventually escorted outside the violated airspace. Anyway, what is still far from being explained is the reason why an (R)F-4 was flying at low level and high-speed just 1 km off the Syrian coast. There are at least three possibilities: navigation error, weather, or intentional violation to probe the enemy air defense readiness.

Although the navigation error can’t never be ruled out a priori, considering the equipment carried by the aircraft, the fact that there are two crew members in a Phantom and, above all, that the plane was flying next to a “danger zone” there’s reason to believe that the two on board were perfectly aware of their position.

What is particularly interesting is the altitude at which the plane was flying when it entered the Syrian airspace. It was extremely low (and it was most probably gunned optically, with no radar lock). As a NATO pilot told me “when you are flying at hi-speed low-altitude you are either performing a rather awkward attempt to penetrate the enemy airspace to use the onboard sensors or to keep below the cloud cover. However, since flying an ISR (Intelligence Surveillance Reconnaissance) mission at low level and less than 12 nautical miles from the coast is almost useless, I think they were probing the Syrian air defense. And I think that they now have a good idea of their readiness status that is, among the others, one of the most interesting things we can learn from the incident.”

Although they most probably knew that the aircraft was a Turkish Air Force plane, the Syrians may have mistaken it for a defecting Syrian Arab Air Force plane. Hence they shot it down before it could reach Turkey, to prevent another embarrassing episode like the one of the Mig-21 that defected to Jordan.

Even if one might believe that buzzing the enemy airspace to test its reaction time or actively disturbing the enemy training activities is something rare, it is not for Turkey or Syria according to what the NATO pilot told to The Aviationist:

“Few years ago, I was flying as a backseater of a Turkish combat plane during a Taceval at Diyarbakir. Our route brought us along the border with Syria and for almost all that leg of our flight our radio communication were (actively) disturbed. Since the jamming of the radio communications was not planned for that kind of mission, it was most probably the effect of a direct action of the Syrian armed forces.”

In the meantime, the fuselage and ejection seats were located (meaning that both pilots have ejected) but they were not recovered yet.

Their names were made public as Captain Gökhan Ertan and Lieutenant Hasan Hüseyin Aksoy.
























13 Haziran 2012 Çarşamba

ÖZDEMİR İNCE/ Merkez sağın trajedisi (1)

ÖZDEMİR İNCE/ Merkez sağın trajedisi (1)
Cuma, 04 Mayıs 2012, AYDINLIK

Merkez sağın trajedisi, bazen de komedisi konusunda çok yazı yazdım. Özellikle 1990 yıllarında, geçen yüzyılda. Bunlar, dergilerde yayınladığım kapsamlı yazılardır. Doğan Kitap’ın yeni basımlarını yapmak istemediği “Yazmasam Olmazdı” ve “Mahşerin Üç Kitabı” adlı kitaplarımda yer alır. 2000 yılından itibaren bu konuda Hürriyet gazetesinde yayınladığım yazıların büyük bir bölümü daha sonra yayınlanan kitaplarımda yer almaktadır.


Bu yeni yazıyı, dostum Tanju Cılızoğlu’nun eski sağlık bakanlarından, günümüz Demokrat Partisi’nin ileri gelenlerinden ve Yurt gazetesi yazarı Rifat Serdaroğlu ile yaptığı söyleşiden (Aydınlık, 23.04.12) etkilenerek yazdım. Özellikle de şu cümle: “Yeni merkez sağ Atatürkçülüğe, vatanseverliğe, laik cumhuriyete, ulusal birliğin korunmasına sahip çıkmalıdır.”

Sözünü ettiğim yazılarda yukarıdaki cümlenin benzerlerini serzeniş olarak kaç kez yazdım, kimbilir. Türkiye merkez sağını Avrupa’daki benzerlerini örnek almaya kaç kez davet ettim, kimbilir?!
***
Merkez sağ partiler, merkez sol partiler gibi kurulu düzenin, statükonun partileridir. Biraz daha tutucu olurlar.

Statükoların her zaman iyi ve kötü yanları vardır; paranın yazı ve tuğra tarafları gibi. Türkiye gibi bir ülkede, sağ ve sol merkez partileri, cumhuriyetin kuruluş ilkelerini, anayasanın ilk dört maddesi ile 174.maddesini birlikte savunurlar. Birlikte savunmak zorundadırlar. Yol ayrımı anayasanın “sosyal devlet” anlayışında olabilir ve kuşkusuz kendilerine özgü ekonomik programları olacaktır.

Batı ülkelerinde bu böyle olmuştur. Ama Türkiye’de hiçbir zaman böyle olmamıştır.

Ortanın solunda olmak CHP’nin aklına ancak Temmuz 1965 yılında gelmiştir. Bu konuda İsmet İnönü şöyle der: “...Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız.” ( Kim Dergisi, 13 Ağustos 1965).

Peki CHP, “Ortanın solu!” dediği zaman bir merkez sağ partisi olan Adalet Partisi ne demiştir? “Ortanın solu Moskova Yolu!” Kafiye iyi oturuyor.
***
Adalet Partisi, ortanın sağı olması gereken yerinin ilhamını kimden ve neden almıştır? “Komünizmle Mücadele Derneği”nin adını mutlaka duymuşsunuzdur. İşte oradan. MHP’nin ilham kaynağı da bu dernektedir. Milli Görüş partilerinin tamamının, günümüz AKP’sinin yöneticilerinin mahalle mektepleri ve medreseleri Komünizmle Mücadele Dernekleridir.

İş burada kalsa çok iyi. Geriye doğru iz sürmeye devam edersek: Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (1930), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (1924), Cumhuriyet öncesinin Ahrar ve Hürriyet ve İtilaf Fırkalarını bulursunuz.

Hürriyet ve İtilaf ile Ahrar fırkaları İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmek için kurulmuşlardır. Prens Sabahattin ile Damat Ferit’in partileridir. 31 Mart ayaklanmasını bu partiler çıkarmış ve Sevr’i bunlar imzalamışlardır.

Günümüz İslamcıları, iktidarın ücretli askeri liberaller, CHP’yi İttihat ve Terakki’nin devamı olmakla suçlarlar, ama bunları, Ahrar ile Hürriyet ve İtilaf’ın torunları olmakla suçlamak kibar CHP’nin aklına gelmez. Gelmesin, daha iyi!
***
1995’te Dünya Kitap dergisinin mart sayısında bakın neler yazmışım bu konuda:

“Atalarınız olan partilerin adları Demokrat ve Adalet olmasına karşın bu bağlamda ne gibi reformlar ve iyileştirmeler yaptınız 1950’den bu yana? Öğretim birliğini sağlayan yasayı çiğneyerek niçin yüzlerce imam-hatip okulu açtınız? (Bunu ancak aşırı dinci, antilaik ve şeraitçi partiler yapabilir).

1960’tan bu yana Avrupa’yla bütünleşmeyi amaçladığınız halde, Anayasa, yasalar ve mevzuatı neden 1995’e kadar, liberal ve demokrat bir Avrupa ülkesinin düzeyine getiremediniz, getirmek amacıyla çaba göstermediniz, üstelik bu amaca yönelik çabalara karşı çıktınız? 14 mayıs 1950 tarihine kadar, çağdaşlaşmak yolunda çok önemli mesafeler almış ilk, orta ve yükseköğrenimin düzeyini niçin bozdunuz, ortaöğretime neden sistem anarşisi getirdiniz, üniversiteleri niçin liseleştirdiniz?” (Yazmasam Olmazdı, Doğan Kitap, S.441)

1965 seçimlerinden sonra Süleyman Demirel’in kendine danışman yaptığı, 1977 genel seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nden milletvekili adayı olan, Süleyman Demirel’in 43.hükümeti döneminde Başbakanlık Müsteşarı yapılan, 24 Ocak kararlarının mimarı olan kimdi? Merkez sağın ipini çeken Turgut Özal değil mi?

























ÖZDEMİR İNCE/ Başbakan Erdoğan’ı kendisiyle yüzleştirelim mi? (3)

ÖZDEMİR İNCE/ Başbakan Erdoğan’ı kendisiyle yüzleştirelim mi? (3)
Çarşamba, 23 Mayıs 2012, AYDINLIK

Arşivde araştırma yaparken, 21 Nisan 2007 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmış, konuyla ilgili bir yazımı buldum. Adı “Şu feleğin işine bak!” Birlikte okuyalım:
***
[15 nisan 2007 tarihli Aydınlık Dergisi’nden ilginç şeyler öğrendim. Çoğunuzun dergiyi okuduğunuzu sanmadığım için bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum:

[Tarih: 16 Şubat 1997. Cumhuriyet Gazetesi’nden Leyla Tavşanoğlu, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’le röportaj yapıyor. Bir yanıt şöyle: “Perinçek: ABD Tayyip Erdoğan’ı Başbakan, Abdullah Gül’ü de Dışişleri Bakanı yapacak. CIA’nın yan kuruluşlarından Rand Corporation’ın yayın organında da bu yazıldı.”

Doğu Perinçek, bu saptamayı 3 Kasım 2002 seçimlerinden 5 yıl 8 ay önce yaptı. Aydınlık da 20 Ekim 1996 tarihinde “Abramowitz, Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor” kapak haberiyle ABD’nin Erdoğan’a verdiği görevi duyurmuştu.

Gülen AKP mimarı

Erdoğan’la Abramowitz’in ilk teması kapatılan Refah Partisi’nin ilçe başkanıyken kuruldu. Bu temasın ardından Tayyip İlçe Başkanlığı’ndan İl Başkanlığı’na ve oradan da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na çıkarıldı.

CIA İstasyon Şefi Graham Fuller, 2001’de “İslami hareketin liderliği” görevini, Tayyip Erdoğan’ın “yenilikçileri”ne verdi. Fuller, Aktüel Dergisi’nin 520. sayısında Fazilet içerisinde “yenilikçi kanat İslami hareketin lideri olacak” dedi. Erdoğan’ın kuracağı partinin “mimarlığını” da Fethullah Gülen yaptı.

Tayyip Erdoğan, CIA şefleriyle görüştükten sonra TÜSİAD’a “Turgut Özal’ın bıraktığı yerden gideceğim” sözünü verdi.

15 nisan 2007 tarihli Aydınlık’ta bunlar yazılı.

20 Ekim 1996

Ben kartezyen, rasyonel ve kuşkucu bir insanım. Eğer Aydınlık Dergisi’nin 20 Ekim 1996 tarihli sayısının kapağının tıpkı basımını 15 Nisan 2007 tarihli derginin 6. sayfasında görmeseydim, alıntıladığım satırlar bana bir komplocu palavra olarak gelebilirdi.

Aydınlık Dergisi’nin kapağında “Merak edilen gizli mesajı açıklıyoruz: Abramowitz Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor” diye yazan 20 Ekim 1996 tarihli sayısını mutlaka okumuşumdur. Ama okuduğuma dair en küçük bir bilgi kırıntısı yok belleğimin bir yerinde. Demek ki okuduktan sonra bir falcılık palavrası olduğunu düşünerek unutmuş olmalıyım.

Ama Aydınlık Dergisi R.T.Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olacağını 3 kasım 2002 seçimlerinden tamı tamına 5 yıl 8 ay önce ilan etmiş. Cumhurbaşkanı adayı olmasına kendisi mi yoksa aynı merciler mi karar verecek? 2007 yılının Şubatı’nın 20. günü benim gözüm iyice korkmuş durumda.

Şeyhin şeyhi kim?

AKP, MKYK’sı 7 saat süren toplantıdan sonra cumhurbaşkanı adayını tek başına seçmesi için parti başkanı ve Başbakan R.T.Erdoğan’ı yetkilendiriyor. Midemi bulandıran bu değil. Demokrasinin “D”sinden habersiz bir partiden beklediğim birşey. Tarikatların sivil toplum örgütü kabul edildiği bir ortamda, kuşkusuz, “Şeyh”in tek karar mercii olması pek doğal. Ama şeyhin şeyhi kim? Bunlar kabul edilir gibi değil. Benim midemi bulandıran, kendilerini amorf demokrasinin savunucusu ilan etmiş kalem erbabının bu açık-seçik mutlakiyetçi (otokratik) duruma itiraz etmemeleri. Bu türden insanlarla karşılaşmamak için köşe bucak kaçıyorum. Olur da karşılaşır, ellerini sıkmak zorunda kalırım, elim kirlenir diye !... ]
***
5 yıl sonra, 2012 yılının Mayıs ayında bu yazıyı yazarken, şaşkınlıktan ağzım bir karış açık! Helal olsun vallahi! Bir ülke halkı nasıl oluyor da böylesine bir mandepsiye bastırılır, tuzağa düşürülür, kandırılır.

Şimdi hemen saldıracaklar: Büyük Türk milleti asla mandepsiye basmaz, çürük mal almaz! Türk halkına hakaret etme! Müslüman Türk halkına yukardan bakma! Ne olacak pis jakoben herif!

28 Şubat, RTE’nin okuduğu şiir yüzünden kısa süren hapishane keyfi, ardından CHP sayesinde milletvekili seçilip başbakanlık koltuğuna kurulması... Bunların hepsi bir siyasal tiyatro oyunun sahnelenmesi olabilir mi, olamaz mı?

3 Kasım 2002 seçiminden sonra hiçbir ünvana sahip olmayan RTE’nin Beyaz Saray’a bir başbakan gibi kabul edilmesini de unutmayalım. Beyaz Saray’a davet eden adam onun pek yakında en sadık başbakan olacağını biliyor mu, bilmiyor mu? Adamın arkasında, Allah var, sarayı beyaz koskoca ABD var, cinci ve büyücü, dilbaz ve râvi Fethullah Hoca var; CIA’nın Graham Fuller’i var, IRI’si (Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitü) ile, NDI’si (Ulusal Demokrasi Enstitüsü), Freedom House var; bilumum yerli ve yabancı Sefil Toplum Örgütleri (NGO’lar) var, var oğlu var! Bir tek Dalay Lama eksik! Belki o da vardır!

Acıyan bize acısın!

12 Haziran 2012 Salı

ÖZDEMİR İNCE/ Başbakan Erdoğan’ı kendisiyle yüzleştirelim mi? (2)

ÖZDEMİR İNCE/ Başbakan Erdoğan’ı kendisiyle yüzleştirelim mi? (2)
Salı, 22 Mayıs 2012, AYDINLIK

Bu yazının tamamı Sinan Onuş’un yazısından yapacağım alıntılardan oluşacak:
***
[“Morton Abramowitz geçen Salı günü (ya 8 ya da 15 Ekim. Ö.İ.) Recep Tayyip Erdoğan ile makamında görüştü. Tayyip Erdoğan basına, Abramowitz’in ‘Sıcak ve olumlu bir mesaj’ getirdiğini söyledi.”

RTE, mesajın içeriğini elbette söylemiyor ama Aydınlık bir yolunu bulup öğreniyor: “Aydınlık’ın RP’ye yakın kaynaklardan öğrendiğine göre, Abramowitz ile Erdoğan arasındaki görüşmenin mesaj içeren bölümü şöyle”:

“Abramowitz: Siz İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde bu kadar başarılara imza attınız. Bundan sonra artık kendinizi Türkiye çapında bir insan olarak tanıtma yolları bulmalısınız.

Tayyip Erdoğan: Ben herhangi bir mücadelenin, veliahtlık, başkanlık yarışı içine girmek istemiyorum. Böyle bir gayretim yok.

Abramowitz: Biz niyetiniz olsun diye söylemiyoruz. Bu sizin ülkenizin yararınadır. İstanbul Ortadoğu’nun başkentidir.Siz burayı yönetip yıldızınızı parlattığınıza göre. Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz. Bunun adını illa liderlik koymayın.”

Uygun olta uygun yem

“Recep Tayyip Erdoğan, RP’nin İstanbul Belediye Başkanı. Ancak bundan ibaret değil. Pazar günü yapılan RP Kongresi’nin Divan Başkanlığı koltuğunda oturuyordu. Daha da önemlisi, Kongre’de Erbakan takiyye konuşması yaparken, RP adına, RP’nin gerçek niyetlerini ortaya koyan konuşmayı Erdoğan yaptı. Erbakan tecriti kırmak için topluma seslenmek rolünü üstüne almıştı. Şeriat’ın savaş bildirgesi ise Erdoğan’ın ağzından okundu. Erdoğan için ‘Erbakan’ın veliahtı’ değerlendirmesi öteden beri yapılır. Nitekim Kongre’deki rolü ve tutumu, söz konusu değerlendirmeleri fazlasıyla doğruladı.

Basın önündeki yalanlamalara rağmen Tayyip Erdoğan, Erbakan sonrasının liderliğine hazırlandığını bütün davranışlarıyla ortaya koyuyor.”

Altı yıl önceye dayanan ilişki

“Amerika, oltayı atacağı adamı ve oltaya takacağı yemi özenle seçiyor. Bu olta yeni atılmış da değil. Abramowitz daha Ankara’da ABD Büyükelçisi iken, Recep Tayyip Erdoğan ile ilişkiye geçti. Erdoğan o zaman, RP Beyoğlu İlçe Başkanı idi. Kasımpaşa’da bir vakıftaki tanışma toplantısında, dönemin RP İstanbul İl Yönetiminden bir yetkili de vardı. Buluşmayı ayarlayan, RP’nin dışa açılma kapısı işlevi gören ‘solcu’ bir gazeteciydi. Şimdi İkinci Cumhuriyetçilerin Şeriatçı kanadının önde gelenlerinden Mehmet Metiner de bu ilişkinin kurulmasında rol aldı. RP ile arası açık olan Metiner, bu görüşmenin ardından Tayyip Erdoğan’la birlikte toplantılara katılmaya başladı.

“Abramowitz ile Erdoğan, bu tanışmadan sonra birçok kez, kamuoyundan gizli olarak bir araya geldiler. Erdoğan Belediye başkanı seçildikten sonra, Büyükşehir Belediyesi’nin Florya’daki Lokalindeki buluşmalarının tanıkları var.”
***
Bence, son elli yılın en önemli haberi olan bu yazı, 20 Ekim 1996 tarihinde yayınlandıktan sonra 28 Şubat 1997 tarihine tamı tamına 4 ay 8 gün geçmiş. Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları AKP’yi 4 yıl 9 ay 24 gün sonra kurmuş.

Bir siyasetçinin hayatında çok kısa bir süre. Bu 4 yıl 9 ay 24 gün içinde neler oldu neler.

Bu nasıl iş? Sinan Onuş’un anlattığı bir öykü mü, yani bir kurgu (fiction) mu, yoksa bir kurgubilim (science-fiction) metni mi? Nedir Allahaşkına? Gazeteci diliyle bir asparagas mı?

Bu yazıyı 20 Ekim 1996 günü ve daha sonra okuyanlar, mutlaka, Aydınlık dergisinin “malum kompo merakı”na (!) yormuş olmalılar.

Bunları Fethullah Hoca yazsa ya da söylese, rüyada gördü diyeceğim. Çünkü Fethullah Hoca geleceği rüyasında görüyor: “Herhangi bir insanın, üç aylık çalışma ile, bir-iki ‘erbain’ (kırk gün inzivaya çekilme) çıkartmakla, gözünü yumduğunda üç ay sonra olacak hadiseleri sapmadan veya az bir inhirafla söyleyebilmesi, içinde bulunduğu ülkenin içtimâî ve siyasi gelişmelerini çok önceden kestirip ifade edebilmesi, hükümet şu zaman düşecek, şu parti kazanacak, başbakan filan kişi olacak, cumhurbaşkanlığına filan kişi seçilecek, şeklinde tahminlerde bulunabilmesi - biraz tecrübe ettiğim için bilerek söylüyorum - hiç de zor değildir.”
***
Ne dersiniz, Sinan Onuş, Fethullah Hoca’nın yanında staj görmüş olabilir mi?

20 Ekim 1996 tarihini ve Refah Partisi 5. Büyük Kongresi’nin tarihi olan 13 ekim 1996’yi internette bir araştırın, çok ilginç şeyler var

ÖZDEMİR İNCE/ Başbakan Erdoğan’ı kendisiyle yüzleştirelim mi? (1)

ÖZDEMİR İNCE/ Başbakan Erdoğan’ı kendisiyle yüzleştirelim mi? (1)
Pazartesi, 21 Mayıs 2012, AYDINLIK

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yakın tarihimizde derin arkeolojik kazılar yapmaya pek meraklı. Özellikle CHP konusunda... Arada bir Arapça “Men Dakka Dukka!” lafını tekrarladığını da hatırlıyoruz. “Çalma başkasının kapısını çalarlar kapını” anlamına geliyor. İncil’de de böyle bir ayet vardır: “Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanacaksınız. Çünkü nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız. Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin? Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl, ‘İzin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin? Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar. O zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.”
(Bu alıntı ünlü atasözümüzün kaynağını göstermesi bakımından da çok faydalı oldu.)
* * *
Yıllardır yazmak istediğim 6 yazılık diziye başlamak şimdi kısmet oluyor: Yazı masamın üzerinde Aydınlık dergisinin 20 Ekim 1996 tarihli 487’nci sayısı duruyor. Kapakta, günümüz başbakanı RTE’nin bir portresi, portrenin üzerinde şu manşet yer alıyor: “Merak edilen gizli mesajı açıklıyoruz: Abramowitz Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor!”

Eşeğimi sağlam kazığa bağlamak için, Aydınlık’ın Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Serhan Bolluk’a telefon edip sordum: “Recep Tayyip Erdoğan. Bu sayıdan dolayı dergiyi mahkemeye verdi mi?”

Serhan Bolluk cevap verdi: “Hayır abi, ne mahkemeye verdi, ne de tekzip etti!”

Elimiz sağlam artık ama gene de çok dikkatli olmalı. Belediye başkanı başbakan olduğundan bu yana sadece üzerinden düştüğü atı mahkemeye vermedi. Gölgesine basanı mahkemeye veriyor...
* * *
Sinan Onuş imzalı haber; derginin 4, 5 ve 6. sayfalarında yer alıyor: “Amerika Tayyip’e oynuyor... Abramowitz ile Tayyip Erdoğan’ın 6 yıl önceye dayanan dostluğu ... RP’deki ‘sivil toplumcu’ görüntünün mucidi Abramowitz... Helsinki Yurttaşlar Derneği üyesi Ali Bulaç, Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını yazıyor... Tayyip Erdoğan’ın destekçisi MÜSİAD, ABD ile iç içe... RP’li üst düzey yetkili: ‘Cemaat operasyonu Amerikan politikası’...”

Bu yazının yayınlanmasının üzerinden tamı tamına 15 yıl 7 ay 1 gün geçmiş. 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan partinin kuruculardan Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım ve Bülent Arınç partinin önde gelen isimleri. Bünyesinde Millî Selamet Partisi-Refah Partisi-Fazilet Partisi (millî görüş), Anavatan Partisi (Turgut Özal’a yakın isimler) ve Adalet Partisi-Doğru Yol Partisi (merkez sağ) kökenli isimleri barındırmakta.
* * *
15 aylık bir parti olarak 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde en yüksek oy oranını alarak (geçerli oyların %34,63’ü) Abdullah Gül başkanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti‘ni kurdu. Aldığı siyaset yasağı nedeniyle kabine ve TBMM‘de yer alamayan genel başkan Erdoğan’ın bu yasağı, Cumhuriyet Halk Partisinin de desteklediği bir anayasa değişikliği ile kaldırıldı. Erdoğan, 8 Mart 2003 tarihinde Siirt‘te yapılan yenileme seçimlerinde milletvekili seçilerek meclise girdi. Bunun üzerine Gül başkanlığındaki 58. Hükümetin 11 Mart 2003 tarihindeki istifasının ardından, 15 Mart 2003‘te 59. Cumhuriyet Hükümeti‘ni kurdu.

Demek ki Recep Tayyip Erdoğan, Aydınlık dergisinin bu yayınından tamı tamına 4 yıl 11 ay 24 gün sonra AKP kurucu Genel Başkanı, 6 yıl 4 ay ve 25 gün sonra başbakan olmuş.

Böylece derginin falı ya da gerçeklere dayalı öngörüsü gerçekleşmiş. Yani: Morton Abramowitz görüşmesinden sonra Allah, Recep Tayyip Erdoğan’a “Yürü ya kulum!” demiş.

Allah’ı ve ABD’yi arkasına alan hangi kulun sırtı yere gelir ki RTE’nin gelsin?!
* * *
Bu Morton Abramowitz denen zatın özyaşam öyküsü bir casuslar kralının, bir iş bitiricinin portresi: 1953 yılında Standford Üniversitesi’ni bitirmiş. 1 Şubat 1985 ve 19 Mayıs 1989 tarihleri arasında Ronald Reagan başkanlığı döneminde ABD Haberalma Araştırma Dairesi direktörlüğünü (İngilizce: Bureau of Intelligence and Research) yapmış. 1991 yılında, Türkiye’nin Ankara Büyükelçiliği görevinden ayrılmış ve ABD İçişleri Bakanlığı’ndan emekli olmuş. 1991- 1997 yılları arasında Carnegie Vakfı‘na bağlı uluslararası çatışma ve krizlerin önlenmesi için çalışan Carnegie Uluslararası Barış için Bağış Komitesi’nin (İngilizce: Carnegie Endowment for International Peace) Başkanlığını yapmış. 1997-1998 yıllarında Uluslararası Kriz Grubu (İngilizce:İnternational Crisis Group) Başkanlığı’nda bulunmuş. Dış İlişkiler Konseyi (İngilizce: Council on Foreing Relations (CFR) kıdemli üyesi. CFR’nin yayını olan dış İlişkiler (İngilizce: Foreing Affairs) dergisinde yazmakta. ABD’nin uzak doğu (Çin ve Kore) ile ilgili kitapları bulunmakta. Balkanlardaki çatışmalar ile ilgili ve Kosova problemi ile ilgili çalışmaları olmuş.

YALÇIN KÜÇÜK/ Hürriyet satıldı Berberoğlu atıldı Çekirge sıçratıldı

YALÇIN KÜÇÜK/ Hürriyet satıldı Berberoğlu atıldı Çekirge sıçratıldı
Cuma, 08 Haziran 2012, AYDINLIK

Aydın Doğan’ın Fatih Çekirge’yi Hürriyet’in başına getirmesi imkansızdır, Doğan’a en ağır sözler Cem Uzan’dan gelmişti; Doğan bunları “küfür” sayıyordu, Çekirge ol tarihte, Cem Uzan gazetesinin, Star, başındadır. Doğan, Çekirge’yi gazeteye de sokmak istemiyordu, Ertuğrul Özkök’ün ısrarı üzerine aldı, önce sadece internet işlerine verildi, önemsizdir. Oradan Hürriyet’in başına sıçratıldı, Hürriyet’in satıldığının kanıtıdır. Ve ben Hürriyet’in satıldığında ısrar ettim, artık ayan beyan ortadadır. Sevindim mi, hayır; Kant iyiyi istemenin bizatihi iyi olduğunu yazıyordu ve ben, daha kötüyü istemenin de kötü olduğunu ekliyorum.



Akepe’nin gazetesi: Hürriyet


Kim aldı, 28 Mayıs 2012 tarihli Hürriyet’te, başlıkta Fatih Çekirge’nin yazısı şudur: “Başbakan ve eşi stattakilere karanfil atıyordu. Bir delege sordu: ‘Acaba kaç kişi var?’ Manzarayı gösterip cevap verdim: Baksanıza şu sevgi seline... Bu sevgi zorla olur mu? Görkemin, sevginin, sayısı, kaçı olur mu?” Bir sosyalist kongre için yazılabilecek coşkulu bir şiirdir, pek güzeldir. Ve ben bu edebiyatı okur okumaz, “Bizim Fatih’i yine sıçrattılar” dedim, yazacaktım, geciktim ve şimdi tamamlıyorum. Artık Hürriyet, akepe’nindir ve ben bunu, yakın zamanlarda “atılan manşetlerden ve müthiş Erdoğan reklamlarından çıkarıyordum. Hürriyet, Menderes döneminin iktidar gazetesi “Zafer” olmuştur ve başına bir Çekirge kondurulmuştur. Güzel ve bu Çekirge, son demlerde bütün gecelerini, Erdoğan’ın yüksek “danışmanları” ile, Mücahit Aslan başta, geçiriyordu. Pek güzel ve şimdi Cem Uzan’ın gazetece yöneticiliğinden, Erdoğan’ın yayın yönetmenliğine geçiyordu. Yaşama bir sosyalist olarak başlayan Fatih’e “bravo” diyorum. Ayrıca ekliyorum, “iyi yetişmiştir”; çok meşhur bir hocası vardı, yakinen biliyorum.


Erdoğan’ın yayın direktörü


Tanıtımını bizim Sabancılar’ın gelini Vuslat yapmış, Sabancılar’ı tanırım, Adana’ya, Erozanlar’a gelin giden Teyzem, Hacı Ömer’i, epinyme, omzunda iple hamallık yaparken hatırlıyordu. Biz de Hacı Ömer, mahdumu Sakıp’la, Kemal’le, Soğukoluk’ta poker oynardık, maşallah hızlı zenginleştiler, Kayseri’den geldiler.


Seromoni için birinci sayfaya değil, on üçüncü sayfaya bakılmasını tavsiye ediyorum, Vuslat Sabancı, Çekirge ile Doğan Hızlan’ı kollarından tutuyor, yakalamış, artık ne de olsa Adana sıcaklığını duymuştur.


Enis ise ötelenmiştir. Ne kadar üzgün ve kırgın bir hali var, göz yaşlarımı tutuyorum. Fikret Ercan sessizdir, idari işleri seviyordu; Fatih Çekirge, yeni adıyla Yayın Direktörü’dür. Bir kolunu Sabancı ve diğerini İslamcı sermaye tutmaktadır. Ve Erdoğan’ı kutluyorum, daha münasibini bulabileceğini sanmıyorum. Yalnız çabuk batırabilir; dualarını eksik etmemesi yerindedir. Demek ki iyilik istiyorum.


Ben yayın yönetmenlerinin eskisini severim


Satış-alış, à la manière Aydın Doğan, söz etmiştim, ve “satacaksınız”, kızınızı vereceksiniz, ama eliniz içinde kalacaktır, ne kadar kalır, bilemiyorum. Ancak kıymet-i harbiyesini görmüyorum ve kamuflaj için de gereklidir. Ve Enis Dostum artık bir Yalova Kaymakamı olarak oradadır. Ama üzülmemeli, güzel lokantalar bizi bekliyor ve ben yayın yönetmenlerinin eskisini seviyorum, güzel şarap tadı veriyorlar.


Tahsil dönemi

İzmirli’dir, Ertuğrul’un Hürriyet’e sızdırmasında “İzmirli” etkisi büyüktür. Çekirge de, Nuray Başaran ile İsmail Küçükkaya’nın elinden tutmuştu, elim sende oynadılar, İzmir Oyunu, diyoruz. Sonra Küçük Fatih benim elime geldi, Türkiye İşçi Partisi’nde, Ankara’da, Yalçın Küçük’ün rahle-i tedrisinden geçti. Behice Boran - Yalçın Küçük ayrımında ise, bu aslında Türkiye Komünist Partisi - “Millici” Sosyalistler bölünmesiydi, Yalçın Küçük ile birlikte kaldı ve Türkiye Komünist Partisi’ni reddetti. Herhalde hayatındaki tek red budur. Reddi sevmiyor.
**
Okumayı-yazmayı orada öğrendi, “Sosyalist İktidar” Dergisi’ni kurduk, Fatih yazı işlerindedir. Yetiştiriyorduk. Şimdi yazılarında ayrıntıya düşkünlük görülüyor, ben “aşk, devrim ve bilim ayrıntıdadır” diyordum, ayrıntıyı görmesini öğrendiler. Yalnız sadece ayrıntıyı değil, aşkı da tahsil etti, Nur’u severdim, güzel kızdır, Türkiye İşçi Partisi ve Sosyalist İktidar’da bizimle beraberdi ve evlendiler. Nur ve Fatih’in bir çocukları var; ikinci red mi, bilmiyorum, Nur’dan gelmiş olabilir ve Nur’un şimdi en lüks mağazalardan birinin yöneticisi olduğunu duyuyorum. Yalnız herhalde fakir ve mücadele dolu günlerini arıyordur. Hep oradayım.


İmambayıldı & Patlıcan


Bilimsel olarak ve modellerle bakıyorum. Satılmış olduğunu görmüştüm ve doğru çıkmıştır. Bundan sonrası ayrıntıdır ve Hürriyet’imiz artık islami sermayenin elindedir. Doğru, Tayyip Erdoğan başbakanlık sonra en çok bunu istiyordu, tebrik ediyorum. yalnız imambayıldı aldığını düşünebilir ve patlıcan çıkabilir, “dikkat dikkat” diyorum.


Yedikat iniş


İlk gidecek olan Sedat Ergin’dir ve Sedat da bunu hissetmiş görünüyor, güzel yazılar çıkarıyor. Bir yer buluruz, ilk gazetesi Cumhuriyet şimdi çok geride, Sedat’ın da sağında, amma olabilir, “why not” veya “pourquoi pas”, lafımızdır. Çok ilginç, her ikisini de aynı dönemden tanıyorum, emeğim var. Yükseliyorlar ve iniyorlar; ancak biz gelinceye kadar indikleri yer yine de yüksektir. Bizde iniş yedi kattır ama korkmasınlar, sevgimiz daimidir. Bir iyilik yaparım.
**
Böylece bitirmiş oluyorum.

Ama maalesef bütün yazılarımı bitiriyorum.