3 Haziran 2012 Pazar

YALÇIN KÜÇÜK/ Aşiret devletinde bir şamar oğlanı

YALÇIN KÜÇÜK/ Aşiret devletinde bir şamar oğlanı
AYDINLIK- Çarşamba, 09 Mayıs 2012

Gramer mi, büyük soyutlamadır ve dil ise insanoğlunun mucizelerinden biridir. Üstelik bütün diller güzeldir, buna çok inanıyorum. Bütün dillerde “Cumhuriyet” devlettir, ayrıca “devla” sözcüğü “gönenç” anlamında olup, artık ihtiyaç duymuyoruz; ama aşiret devletinin tarifini yapmak zorundayız. Bu, Cumhuriyet’ten çok geri bir haldir ve hatta aşiret devletini Cumhuriyet’in bir dejenerasyonu da sayabiliriz. Şimdi oradayız. 1 Şubat tarihli gazetelerde okumuştum, okuyoruz, Tayyip Bey “ama Allah var, biz Ak Parti olarak Sayın Kılıçdaroğlu’ndan son derece mennunuz” diyordu, çok haklıdır. Daha iyisini bulamayacağından eminiz, “şamar şamar, kullanınız”; bunu söyleyecektim ki, ne gerek var, tokadını hiç eksik etmemektedir, şamar oğlanı ise bundan haz almaktadır.

Dünden bugüne cehepe
Çok severdim, yetmişli yılların da ortasına doğru, “Ecevit Yılları” da deniyordu, Süha Meray Hocam Hacettepe’de yatıyordu, artık vedaya gitmem gerekiyordu, bunu çok anlattım ve tekrarlıyorum. Hep neşeli ve hep moralli idi; Haldun Dormen ile yakın arkadaştılar ve bir tür fıkra hastasıydılar. Hasta ama dinçti; çocukken Şehzadebaşı’nda tiyatroya giderlermiş, paraları az, ayakta, sahnenin ucundan seyrederlermiş. Tabii, bu arada sufleleri de duyuyorlar. İki oyuncu, birisi diğerine, “şunu bunu söyle, ben sana tokat atacağım” dermiş ve şamar şaklayınca bütün tiyatro gülmekten bayılırmış. Hocam cehepe’nin o zamanki halini anlatıyordu. Şimdi anlıyoruz, Hocam bana bugünleri öğretiyordu; gerçekten bu sahnelere Kemal Kılıçdaroğlu’ndan daha mükemmel bir şamar oğlanı gelmemiştir. Ama artık gülemiyoruz çünkü kabak tadı verdi; bu nedenle şimdi sadece Kabakçı’yı hatırlıyoruz.

Aşiret rejimi
Bir, modern devlet kuvvetler ayrılığına dayanır, bunun anlamı şudur, bakan olan, Meclis tarafından görevlendirilenler hariç, hiçbir milletvekili, icrai bir iş, bir hükümet işi yapamaz; yaptığı zaman “devlet çöker”, bunu kabul etmek zorundayız. Seul’de Adana milletvekili Ömer Çelik, Türk delegasyonunda masaya oturmuştur ve hem Çelik’in milletvekilliği ve hem de devlet bitmiştir. İki, Uludere’de Emine Erdoğan, arkasında bir başbakan yardımcısı, birkaç bakan, kamu görevlileriyle yaraları sarma ziyareti yapmış ve vaatlerde bulunmuştur. Bu, Cumhuriyet’in şeklen ve kanunen çöktüğü anlamındadır, şimdi bir Arap aşiret rejimindeyiz.

Aşiret devletinin ilanı
Üç, Erdoğan, Müsteşar Hakan Fidan için, “benim sır küpüm, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sır küpü” buyurmuşlar ve ben de “inanamıyorum” deyip duruyorum. Bu laftan sonra Erdoğan’ın ya Fransızca öğrenip “l’Etat c’est moi” dediğini düşünmek zorundayız ya da “ölmüşüz de habarımız yok” vecizesini bağıracağız. Yalnız, Erdoğan Louis olamaz, bunu biliyorum ve bu nedenle Louis’yi, reductio ad absurdum olarak yazdım. Aslında Erdoğan’ın bu nutku bir aşiret ilanıdır; küp ve şahsi sır sadece aşirette oluyor ve Erdoğan “benim” ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin” sırrı derken, kendisi ile Türk devletini özdeşleştirmiş de oluyor. Bu ise sadece aşiretlerde ve sadece aşiret ilanı ile mümkündür. Burada ve çok açık bir yerdeyiz. Bir aşiretteyiz. Bütün unsurları önümüzdedir.

Aşiretlerde şamar oğlanları vardır.
Adı Kemal olanlar tercih ediliyorlar.

Kara-bilgisiz Kılıçdaroğlu
Kim daha bilgisiz, tabii, Tayyip Erdoğan’ı savunmak bana düşmez, ama Erdoğan’ın yanında Kemal Kılıçdaroğlu tam bir kara-bilgisizdir. Kara cahil demiyorum, ancak daha kökünün nereden geldiğini bilmiyor, her gün bir din söylüyor; karısının adı bir gün Sevil, diğer gün Sevim, en sonunda Selvi oluyor ve bana göre ise Zilfi’dir. Duru ile Zilfi çok iyi gidiyor ve artık Zilfi’yi defilelerde görüyoruz; “memur” Kemal’in eşi olmakla ünlüdür. Bir zamanlar öyle diyorlardı.

Sıralı ihanetler
İsmet Paşa’ya ihanet bitti, şimdi sırada Bülent Ecevit var; yetmişli yılların solu ile artık bir yere gidilmezmiş; en son numarası budur. Yetmişli yılları bilir mi, “Ecevit’li yıllar” deniyor, bir rüzgardı, “Şahane Altmışlı Yıllar” geride kalmıştı, 12 Mart Darbesi’ni aşmıştık, Ecevit, “toprak işleyenin su kullananın” diyordu ve dağ taşı yerinden oynatıyorduk. Peki, ne yaptık, cehepe, 1946 tarihinden itibaren ilk defa birinci parti oldu, ilk defa oyu yüzde 42’yi aştı ve ilk defa “düzen değişecek” yollu bağırıyordu, bağırıyorduk. Bu Şafak Pavel akıllı adamın olmaz dediği yetmiş solu işte budur ve Kıbrıs’ın zaptı da bu yıllardadır. Cehepe buydu. İşte bu yetmişli yıllarda Türkiye İşçi Partisi, “Türkiye’de Kürtler vardır” diyordu, 1970 yılına kadar “Kürdüm” demek yasaktı. Yolu açan soldur; Kemal Kılıçdaroğlu hem bilgisiz, hem de sağlıksızdır. Şafak kafalı adam, sol, ilerleme ve cehepe düşmanıdır. Kara bulut kafasındadır.

Tahrikçi mürit
Asıl Karabulut Kemal’e bir psikiyatr gerekiyor, bugün söylediğini yarın tekzip ediyor ve mantık ya da tutarlılık cetveli ile hiç tanışmamış, anlıyoruz. Erdoğan’a “kindar” diyor; güzel, ancak, imkanı olsa bütün subayları hapse alacak, burada tam bir Fethullah mürididir. Sokaklardan bildiğimiz, gördüğüm tahrikçi çocukları hatırlatıyor; Erdoğan reis, sen 12 Eylül’ü davalar mısın, inanmam yapamazsın, yap bakiim, bir göriim, işte budur. Ay Erdoğan reis bunu yaptın, hiç ummazdım, ya 27 Nisan’ı, iki gözüm kör olsun, Dolmabahçe dolmabahçe, vallahi yapamazsın. Hep kışkırtır, kışkırtıp kışkırtıp arkasına bakmadan kaçan bir hali var. Ay yapamazsın, yapamazsın; Erdoğan’dan şamar gelince pek mutlu oluyor. Böyle bir insan Türkiye’ye ilk kez gelmektedir. Ben çok şaşırıyorum.

İlericiliğe düşmanlık
Bir tutturmuştu, “27 Mayıs’ı yapanlar utanıyor”, uyduruyordu ve uydurmayı pek seviyor. Bu Kemal Bey’e anlattık, “yaptık ve çok gurur duyuyoruz”; hiç oralı olmamaktadır. Öyle bir sorunu yok, köy konuşkanları misli, kapının arasından söylüyor ve sonra kaçıyor. Bu Kemal Bey için düşmanlık hep ileri olana düşmanlıktır ve sadece söylemektir. Küfr ile rahatlayan insanlara benziyor.

Gençlik devrimi: 27 Mayıs
Bunları 29 Nisan günü yazıyorum. O gün Ankara üniversite gençliği isyandaydı. Başlarında ben vardım. Bir gün önce İstanbul gençliği isyandaydı, milli futbolcu Memduh, Castro Kemal, Turan, benim arkadaşlarım öndeydiler. Bir ay geçmedi, 27 Mayıs’ı yaptık. Biz yaptık. Halk vardı, Metin Toker ile ben, üniversite gençliğinin devrimi, diyoruz, çok gurur duyuyoruz. İşte bu Kemal kendi partisine hain bir Kemal, bu devrime dil uzatıyor. Buradayız.

Dünkü, 28 Nisan tarihli, Hürriyet gazetesi, haberine, Erdoğan’ın, “27 Mayıs 1960 Darbesi’nin bazı kişilerce ilerici bir müdahale olarak görüldüğünü belirterek” sözleriyle başlamıştı. Bize takılmış, güzel, ama katılmadığım bir nokta var: 27 Mayıs asla “darbe” değildir, darbeyi gericiler yaparlar. Katıldığımız ve hep tekrarladığımız ise, ilerici olduğudur ve sadece ilerici olana “devrim” diyoruz. Peki, “diyoruz” diyoruz da, “biz” kimiz; biz mi, bize “devrimci” diyorlar. Devrim yaparız, bu yoldan dönmüyoruz.

Misyoner
Devam ediyorum, bizim bu haneye pek çok gazete geliyor ve içlerinde ikisi var ki dokunmuyorum, Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleridir; beni ilgilendirmiyorlar. Bu defa Mehmet Perinçek işaret etti, Utku Çakırözer’in yazısını okudum, şunu aktarabiliyorum: “Kılıçdaroğlu’nu Bosna’ya gelişinde, havaalanında Fethullah Gülen okullarında okuyan Türk çocukları karşıladı. Bosna içindeki lojistik hizmetleri de yine Gülen hareketine yakın bir Türk firması sağladı.” Sağlarlar, sağlarlar, eksik olmazlar, bunları yapıyorlar. Ben Karabulut Kemal’in çıkış-kaçışlarını da sağladıklarına inanıyorum. Gursal Tekin ile Erdoğan Toprak da tedarik işlerini üstlerine almışlar; lafları getir-götür işleri ikisindedir. Demek, bana göre Kılıçdaroğlu bir misyonerdir, bu kadar, ispatı üzerimdedir.

Paşa ile Gazi
Şimdi çoğaldık, üç dava bir olduk, seviniyoruz. Yalnız bir sorun var, İlker Paşa kendi davasının bir numarasıydı, ben de kendi davamın, şimdi kim birinci olacak, işte mesele budur. Kara kara düşünüyoruz. Tabii, Paşa’nın ağırlığı var, ne de olsa Paşa; ancak ben Gazi’yim, savaşmışlığım ve Gazi maaşım avantajımdır. 7 Mayıs’ta bu mesele önümüzdedir, göreceğiz.

Dava daveti
Büyük salonda olacağız, ama yine de yer kalacak mı, çok heyecanlıyız. Benim artık klasikleşmiş bir yerim var, çitlere bitişik oturuyorum. Tahta parmaklıklı çitlerimin hemen ötesinde ziyaretçi milletvekilleri oturabiliyorlar; geçenlerde Süleyman Çelebi gelmişti, benim çitten Tuncay Özkan’ı bol bol öptü, “Dün genel başkanımın yanındaydım, sana çok selamlarını gönderiyor,” diyordu. Hoppalaa! Karabulut Kemal, Tuncay’ı hem öpüyor, hem de selam salıyor. Peki ne oldu, o sırada dışarıdaydım, Silivri’den milletvekili listesi yapıyordum; Tuncay’ı reddeden, bunun yerine tüm Atatürk karşıtlarını, tüm parti hainlerini, tüm ordu düşmanlarını toplayan bu Kemal değil miydi, ne oldu, anlayamıyorum. Yoksa iktidara mı geliyoruz, eğer gelirsek çekecekleri var. Haber veriyorum, milletvekilliklerini hep parasız mı dağıttılar; hoş, Şafak Pavey diyorum, hep diyorum, amma o kadar da saf olduklarına ihtimal vermiyorum.

Çelebi benimle de konuştu, DİSK’ten geliyor, tabii konuşuruz, amma Kılıçdaroğlu’ndan söz edecek oldu, “Fethullahi” dedim. Pek inanmak istemiyorlar, milletvekilliğine bağlanmışlar, ama bunlar benim işimdir ve Fethullahi’dir. Yoksa gerçekten Şafaki mi; sadece köylü kurnazıdır. Devamı var, görüşürüz.

Tarikat siyaseti
Çok güzel, Fethullahi tarikat siyaset dışı imiş; pek yazık, siyaset dışı tarikatımız yoktur. Peki başka, siyaset dışı bu tarikat, bir seçimde bir partiye, diğer seçimde diğerine oy verirmiş; bunları söyleyen de Kılıçdaroğlu’dur. Yağmur duasına çıkmış olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin gerçekten aşiret devleti olduğuna inanmaktadır. Katkısı var.

Tarihe düştüğüm notlar
Bir itirafta bulunabilir miyim, ben kartlarla ve defterlerle çalışıyorum. Analizlerimi de üzerine tarih yazıp kartlara ve defterlere geçiriyorum. Sonra arada bir geliyorlar ve alıyorlar; polislerden söz ediyorum ve daha sonra hep birlikte okuyoruz. Ve ben, bu “meşhur” referandumda Kemal Kılıçdaroğlu’nun “evet” istediğini ve bunun için referandumu sattığını not etmiş durumdayım. Referandumda oy vermemesi bunun teyididir, çünkü Kılıçdaroğlu’nun Fethullah Gülen’e verilmiş sözü vardı; sözünü tutmuştur.

Ben de yakasından tutuyorum.