28 Haziran 2012 Perşembe

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983)

ÖZDEMİR İNCE/ Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983)
AYDINLIK- Salı, 12 Haziran 2012

Hiçbir şeyde ve hiçbir yerde “Bir onlardan bir bizden” anlayışına razı olmamışımdır. Bu karşı olduğum anlayış şiir dünyasında bilinen eşleşmeleri yapar: Tevfik Fikret / Mehmet Akif, Nazım Hikmet / Necip Fazıl, Cemal Süreya / Sezai Karakoç…

Benim yaşadığım dönemin dışında olduğu için Tevfik Fikret / Mehmet Akif eşleşmesine sesimi çıkartmadım. Nazım Hikmet / Necip Fazıl eşleşmesine her zaman karşı çıktım ve Nazım Hikmet’in devrimci, büyük, uluslararası bir şair olduğunu, Necip Fazıl’ın ise karşı devrimci, yerel bir manzumeci olduğunu yazdım ve söyledim.

Karşı devrimci, cumhuriyet karşıtı İslamcılar küplere bindiler: Hangi hakla böyle konuşurmuşum? “O zaman zahmet edin, önce biyografimi sonra kitaplarımı okuyun, hangi hakla böyle konuştuğumu çok iyi anlarsınız!” demem gerekirdi, demedim, şimdi söylüyorum.

Sezai Karakoç da Cemal Süreya’nın ve öteki İkinci Yeni şairlerinin yanında, sanıldığı ve sandırıldığı kadar önemli bir şair değildir. İtirazı olan mı var? O zaman okuyun!

Yoksa ben de mi erdim?

Cafer Yıldırım'ın, Aydınlık Kitap’ta (25.05.2012) “Necip Fazıl ve kendisine sırlar atfedilen bir karakterin otopsisi, ‘Üstat’ın Genç Şair’lik dönemi” başlıklı yazısını okuduktan sonra, Necip Fazıl’ın “Bâbıâli” (Büyük Doğu Yayınları, 1975) kitabını bir İstanbul sahafında buldurtup köye getirttim. Son derece ilginç ve bizim edebiyatımızda benzeri olmayan bir kitap…

Özgür Edebiyat dergisinde Necip Fazıl’ın “Cumhuriyet ve devrim düşmanlığı ve hidayete erişi” başlıklı bir yazı yazmayı düşünürken, bu kez, Radikal Pazar’da (03.06.2012), Ömer Şahin’in Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Şener (d.1962) hakkında yazdığı yazıyı okudum. Okudum ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Şimdi, bu kararın nedenini anlamak için Ömer Şahin’in yazısından bir alıntı yapalım.

Üstad-ı Azam Abdülmuntazam!

“[Taner Yıldız] lise ve gençlik yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’ndeydi. Yani Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve AK Parti’nin çekirdek kadrosu gibi Necip Fazıl’ın etkisindeydi. Üstat’ın yolundan gitmeye başladı. İstanbul’da Teknik Üniversite’yi kazanınca da irtibatı kopmadı. Okul çıkışları, hafta sonları, ikinci adresi Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisiydi. Sohbetlerini dinlemekle yetinmedi, bir de görev üstlendi. ‘1979-1982 yılları arasında üç yıl boyunca üstadın çaycılığını yaptım. Çayını veriyordum.’ AK Parti kadrolarının önemli bölümü Büyük Doğu’nun müdavimiydi. O döneme ilişkin bir fotoğraf ilginç olabilirdi. Bakan Yıldız, ‘Hiç fotoğrafım yok’ dediğinde şaşırdım. Meğer sorun teknik imkânsızlık değilmiş. ‘Üstad, çok otoriterdi. Bize çok kızdığı olmuştur. Fotoğraf çektirelim demeye cesaret bile edemezdik’ diye açıklıyor gerekçesini.”]

Körün aradığı bir göz...

Edebiyatla ilgili yazı ve kitaplarımı okuyanlar, benim, edebiyatta gelenek bağlamında şeyh/mürşit-mürid ilişkisinden nefret ettiğimi, “Gençliğimde kimsenin müridi olmadım, şimdi yanımda tek bir mürid istemem!” diye konuştuğumu, yazdığımı çok iyi bilirler. Hilmi Yavuz bey biraderimizle yaptığımız “gelenek/gidenek” polemiğini hatırlarlar. Bu okurlar, “İsteyen istediği iple intihar edebilir!” diye yazdığımı da bilirler.

Benim gözümde, bir üstadın dizinin dibinde oturup ağzının içine bakmak, okuldan çıkıp mürîdâne rütbe ve kıdem kazanmak amacıyla “üstad”ın dergi bürosuna kapılanmak ve orada çaycılık yapmak… Sonra, mürid olduğun için, "üstad"tan bir şey istemeye cesaret edememek…

Benim gözümde bunlar, özel saygıya değmez, ama son derece önemli niteliklerdir, itiraflardır. Hastalıklı ilişkilerdir. Bu nedenle, bu türden “kerameti gayrı menkul” durumlar için, “Üstad-ı Azam Abdülmuntazamlık durum” derim.

Örneğin, Necip Fazıl, “Genç Şair” olarak kabul edildiği 1924-1934 yılları arasında bir yığın zırzopluk yapmış ama başta Nurullah Ataç olmak üzere çoğu cumhuriyetçi, devrimci, Kemalist ve solcu olan kuşak arkadaşlarından “dâhî” muamelesi görmüştür. Necip Fazıl, 1954-1964 yılları arasında İkinci Yeni şairleri arasında yaşasaydı kendisiyle dalga geçilirdi. En azından ben kendisine, hakkında atıp tuttuğu Rimbaud konusunda “Reis önce sen şu Rimbaud’yu öğren de gel!” derdim. Oysa 1924-1934 yılları arasında, bütün arkadaşları “genç şair”in yaptığı bütün şımarıklıklara katlanmışlar. Oysa, 1960’ların Sezai Karakoç’u gibi İkinci Yeniciler arasında yaşasaydı ya da ilgi alanımızda olsaydı, çok hırpalanırdı.

Çaycı mürid

Bakan Taner Yıldız’ın, bürosunda çaycılık yaptığı dönemde, Necip Fazıl’ın en önemsiz ve en önemli özelliği, Cumhuriyet ve Devrim Düşmanlığı idi. Bu düşmanlık yeni değildi, kökleri çok eskiye dayanıyordu. Necip Fazıl, “Bâbıâli” adlı kitabında devrim düşmanlığını arkadaşlarına söylüyor, kendi kendine mırıldanıyor ama bu düşmanlığın nedenini bir türlü açıklayamıyor. Basmakalıp şeyler söylüyor.

Şair Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili düşüncelerimi edebiyat dergilerinde yazarım, burada değil. Ama birkaç kitap var, onları bulunca bu konuda birkaç yazı daha yazabilirim.

1978-1982 yılları arasında “Üstad”a hizmet eden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, bu dönemi iftihar ederek anlatıyor. Anladığım kadarıyla, “Üstad”tan öğrendiklerine çok değer veriyor ve hâlâ onun izinden gitmekte. Ve bu çok mu çok belli oluyor!

Sadece Taner Yıldız mı? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da mürşitleri “Üstad Necip Fazıl”ın rahle-i tedrisinden geçmişler. Bunu iftiharla söylüyorlar.

Bu ilişki konusunda büyük araştırmalar yapmak, binlerce sayfa kitap okumak gerekmez. Olgu çok basit: Bir Cumhuriyet Düşmanı “Mürşit” ve bu mürşidin Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan olmuş müridleri. Hepsi bu kadar! Yarın devam edeceğim!