31 Ekim 2016 Pazartesi

Sola Yutturulmaya Çalışılan Zoka: Kimlik Siyaseti- 13

Hüseyin ZERAY
"Gölyazı"
Tual Üzerine Yağlıboya


HDP’nin İDEALİ: KİMLİKLERİN KONFEDERASYONU 3

HDP programında savunulan ekolojik konfederalizm düşüncesi, anarşist bir kuramcı olan Murray Bookchin tarafından formüle edilmişti. Bookchin, insanlığın ekolojik bir yıkımla karşı karşıya olduğunu ve bunun sürdürülemez bir krize dönüştüğünü savunmaktadır. Çare ise insanlığın devletten kurtulması ve demokratik konfederalizmler halinde örgütlenmesidir. Bunun ulus devletlerin eşgüdümü anlamına gelen federasyonla karıştırılmaması lazımdır. Konfederalizm yerel yönetimlere dayalı halk meclislerinin üzerinde yükselir. Sosyal refah devleti döneminin ulusal kalkınmacılığının yerini neoliberal konjonktürde demokratikleşmenin aldığı belirtilmişti. Demokratikleşme, devletin küçültülmesi kadar merkeziyetçiliğin terkedilmesini ve yerelleşmeyi de teşvik eden bir süreçtir. HDP, kimlik siyasetinin önünü açan yerelleşme ihtiyacına uygun bir ideolojik argümana duyduğu ihtiyacı anarşizmin envanterinden karşılamış görünmektedir. Ne siyasi parti şeklindeki disiplinli örgütlenme tarzı ne de yerel yönetimlerde ortaya koyduğu pratik, anarşist olmasına rağmen, kimlik merkezli siyasetin ideolojik meşruiyetine katlı yaptığını düşündüğü her türlü argümanı eklektik biçimde kullanmaktadır.
Benzer bir durum, kapitalizm ve emperyalizm kavramları dolayımında da görülmektedir. Abdullah Öcalan 21 Mart 2015 tarihli Nevruz mesajında ulus devletlerin milliyetçilik temelinde etnik ve dini kimlikleri birbirine düşman ettiğini, böl ve yönet politikası izlediklerini ifade etti. İlginç bir şekilde ulus devletlerin bu politikasını “kapitalist emperyalizmin” son iki yüz yıllık politikası olarak sundu. Öcalan’ın mesajından nasıl olup da dünyanın bütün ulus devletlerinin, salt ulus devlet olmak vasfıyla kapitalist emperyalizm vasfında eşitlendiğini anlamak mümkün değildir. Çünkü bu yaklaşım, emperyalizmin tarihsel oluşum ve gelişimine ve buradan hareketle üretilmiş emperyalizm kuramına temelden aykırıydı. PKK’nın tutarlı siyasal çizgisi, Öcalan’ın yazdığı diğer diğer metinler ve Nevruz konuşmasının bütünü değerlendirildiğinde, okun ucunun ulus-devlete yöneltildiği görülüyordu. Ancak kendisini “sol” bir hareket olarak sunmaya çalışan PKK’nın, mücadelesini “emperyalizme ve kapitalizme” karşı bir mücadeleymiş gibi konumlandırmaya çalıştığı anlaşılmaktaydı. Keza silahlı mücadele yürüten bir örgüt olması hasebiyle son derece sıkı disiplin uygulayan PKK’nın gerek Öcalan’ın gerekse PKK yöneticilerinin ağzından devletsiz toplum, ekolojik konfederalizm vs. argümanları ile konuşmaları, kimlik siyasetinin nelere kadir olduğunu göstermesi bakımından ibretliktir.
Kimlik siyasetinin toplumsal bütünleşme sorununa karşı ilgisiz olduğuna değinilmişti. Gerçekten kamusal alanda anadilinin kullanımını yaygınlaştırmak amacındaki HDP, Kürtçe, Çerkesçe veya Arnavutça anadil eğitimi görmüş kimselerin kamusal alanda da bu anadillerini kullanmalarını istemektedir. Bu durumda bütün Türkiye’nin kamusal alanda birbirlerinin dillerini bilmelerinden başka bir ortak anlaşma yolu kalmamaktadır. Nitekim yaşadığı bölgede anadilde eğitim alarak Tıp Fakültesi bitirmiş bir gencin sözgelimi Tekirdağ Devlet Hastanesi’nde görev yapabilmesi için Türkçeyi de öğrenmiş olması kadar, o yöre halkının Kürtçe öğrenmiş olması da gerekebilecektir. Açıkça anlaşılmaktadır ki, Kürtçe ya da Çerkezcenin bu saatten sonra Türkiye’de bir ortak anlaşma dili düzeyine ulaşması mümkün olmadığına göre, HDP Kürtlerin sosyal bütünleşmeden koparılması temelinde siyaset üretmektedir. ABD’de yaşayan Türk sanatçısı Latif Bolat, anadilde eğitimin (anadil eğitimi ile karıştırılmamalı) bir etnik grubu, toplumsal bütünleşmeden nasıl alıkoyabildiğini ve toplumsal fırsatlar açısından nasıl dezavantaja dönüşebildiğini çok etkili bir biçimde örneklemiştir.

Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251

30 Ekim 2016 Pazar

21 Ekim 1933 Tarihli The Economist'de Cumhuriyet’in 10.Yıldönümü Nedeniyle Türkiye ile İlgili Yayımlanan Bir Makale

   The Economist Dergisi’nin 21 Ekim 1933 Tarihli Nüshasında
Cumhuriyet’in 10.Yıldönümü Nedeniyle Türkiye ile İlgili Yayımladığı Bir Makale





  Türkiye Cumhuriyeti’nin 10.yıldönümü bu ayın sonunda 3 gün 3 gece milli bayram yapılmak suretiyle ve büyük tezahürat ile kutlanacaktır. Bu büyük günün kutlama hazırlığı Ankara liderlerine 10 sene içindeki icraatı ortaya koymak fırsatını vermiştir. Muhabirimizin bildirdiğine göre, 10 sene zarfında Türkiye’de yapılan işler fevkalade memnuniyet verici başarılarla doludur.

  Köylü sınıfının vergileri indirilmiş, büyük inşaat işleri yapılmış olmasına rağmen, devlet bütçesi denk ve gelirler giderlerin üzerindedir.

  Cumhuriyet idaresinin üzerine aldığı eski Osmanlı İmparatorluğu’nun borçları dikkatli bir pazarlık neticesinde hafifletilmiş ve miktarı çok aza indirilerek düyunu hariciye meselesi tamamen ve kesinlikle halledilmiştir.

  Gümrük işlerindeki bağımsızlığına henüz 4 sene önce sahip olan Türkiye Hükümeti, ticarette, hariciye sahasında da muvaffak olmuş ve dış ticaret bilançosunu lehine çevirmiştir. Türkiye’nin dış ticareti, diğer yabancı ülkelerinki kadar azalmamıştır.

 Para meselesine gelince: Birkaç senelik sessizlik döneminden sonra Türk lirası Fransız Frangına bağlanmıştır.

  Her ne kadar, memleketin genel görünümü itibariyle satın alma gücü azalmış ve şehirlilerin vergileri artmış ise de, yaşam çok ucuzlamış olduğundan memlekette hoşnutsuzluk olmamıştır.

 Devlet, birçok inşaat işleri yapmış ve özel teşebbüsler büyük oranda gelişmiştir. Demiryolları, şoseler, köprüler, toplum yararına hizmet eden kuruluşlar, okullar, hepsi, Cumhuriyet idaresinin başlıca canlı eserleridir. Özel teşebbüsün eserleri daha önemli ve kapsamlıdır. Zira, ülke aydınlarının eğilimlerini tamamen değiştirerek, eskiden memuriyet kapısına gözlerini dikmiş olan bu kesimin, günden güne çoğalan bir oranda, memuriyetten çekilerek ticarete, bankacılığa ve sanayiye atılmalarını sağlamıştır. Bu alandaki başarıların örnekleri çoktur. Bugün Türklerin kurdukları ve idare ettikleri bankalarda, halkın küçük tasarrufları toplanmış ve birkaç sene önce bir iki yabancı bankada dört milyonu geçmeyen para mevcudu 38 milyon lirayı aşmıştır.

 Sanayiye gelince; Cumhuriyet idaresinden önce mevcut fabrika ve imalathaneler sayısı 130’u bulmuyordu. Cumhuriyet Hükümeti’nin sanayiyi teşvik kanunu ile sağladığı himaye sayesinde, fabrika ve imalathanelerin sayısı 2.200’ü geçmiştir.

 Ülkede düzenli bir çalışma sistemi vardır. Grev ve buna benzer durgunluk durumu yoktur. Bir iki ufak tefek komünist vakaları meydana gelmişse de hemen bastırılmıştır.

 Yaşamın her safhasında Türk olmayanların faaliyetleri asgariye indirilmiştir.  Bu yöntemler sayesinde halkın ulusal kabiliyeti yeni ufuklara doğru gelişmekte ve Türkler ulusal, ticari ve sınai alanlarda ehil olduklarını ispat ederek asrın gerektirdiği bütün gelişime ulaşmaktadırlar.

 Cumhuriyet rejimi tarafından on sene içinde tedricen kurulan ve son iki sene içinde daha kesin şeklini almış olan milli iktisat politikası: Özel teşebbüsleri serbest bırakan, fakat bu faaliyetleri devlet idaresinin kontrolü altında tutan bir esasa dayanan politikadır. İktisat Bakanlığı, bu hususta, son zamanlarda çok faal ve kurucu bir rol alarak, tüccar ve sanayicileri, dahili üretim ve harici ticaretin icap ve zorunluluklarına, devletin bakış açısına göre uymaya mecbur etmiştir. Her tecrübe döneminde olduğu gibi, bu işlerde de, bazı tereddüdler mevcut olmakla beraber; Türk milleti Cumhuriyet liderlerinin iktisadi ileri görüşlerine ve ülkeyi doğru yollarda ileriye doğru sevk ve idare etme kabiliyetlerine artık tamamen inanmış ve iman etmiş bulunmaktadır.

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi/29.10.1933

“Bir İngiliz Gazetesinin Şayanı Dikkat Makalesi”

(Makale, The Economist’in  21 Ekim 1923 Tarihli Nüshasından Olduğu Gibi Alınmıştır)


Günümüz Türkçesi’ne Uyarlayan: IŞIK

29 Ekim 2016 Cumartesi

29.10.1933 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi ve Yunus Nadi'nin Başyazısı





Türkün kulağına Akseden ses: Kalk, kurtulacaksın !

   Umumi Harbin, bilhassa biz Türkler için, kapkara mütareke günlerinden milli kurtuluş ve Cumhuriyet güneşleri doğmuş olduğunu göz önüne aldıkça insanın, bize o kara günlerin zehir acılarını tattıran o zamanın bazı Avrupa devlet adamlarına adeta teşekkür edeceği gelir. Büyük Harbin dört senelik bin bir felaket ve mahrumiyetinden sonra, eğer o kadar zalim ve kahir (zorunlu) bir akıbetle karşı karşıya bulundurulmamış olsaydık, belki bugün artık olgun hayatının bahtlılığı içinde yüzdüğümüz güzel ve büyük inkılaplarımızın, ne bu kadar çabuk, ne bu kadar mükemmel tahakkukuna (gerçekleşişine) şahit olamamış bulunacaktık.

   İstihlas (kurtuluş) ve istiklal cidali (savaşı) nihayet büyük zaferle bizi Lozana ve kurtuluşa götürdü. Cumhuriyet ile ise Türk milleti hakiki kurtuluşun en kat’i esaslarını elde etti ve böylelikle yepyeni bir hayata doğarak sonsuz saadetlere erişti.

   Türk milletinin, Umumi Harbe katılmadan evvel başkalarının büyük bir harp başlangıcı ile elleri kolları bağlı oluşunu fırsat sayarak, kendi kendine kapitülasyonları kaldırıp atmış olduğunu hatırlarız. Bu hareket, Türk milletinin kalbinde saklı bulunan istiklal aşkından bir işarettir, ve biz o işarete dayanarak imparatorluk tarihinin Avrupa karşısında, bilhassa son zamanlara doğru, adeta esir ve zelil (hor görülen), mütefessih (çürümüş) hayatı ile, Türk milletinin için için bu vaziyetinden nefret eden, daha parlak istikbal ve istiklallere namzet yüksek kabiliyet ve mazhariyetini (başarısını) görebiliriz.

   Başkalarına karşı hürriyetini mukaddes bir hak olarak müdafaa için, insanın evvela kendi kendine ve kendi vicdanında hür olması lazımdır. Şarki (Doğu) Roma İmparatorluğunu istihlaf eden (yerine geçen) Osmanlı İmparatorluğu kendi vaziyetini güya hilafetle takviye edeceği vahimesile (kuruntusuyla) dini bir hükümet olmağa tereddi ettikten (geriledikten) sonra kapitülasyonlar bir zaruret olmuştu. Hakikatte, Türkiye’den kapitülasyonların kalkabilmesi için, bu cemiyetin din ahkamını (kurallarını) kanunlara hakim olmaktan ayırabilmesi lazımdı. Başka dinlere mensup başka memleketler, kendi millettaşlarının Türkiye’de İslam dininin hükümlerine tevfikan (uygun olarak) muamele ve muhakeme görmesine, bihakkın (haklı olarak) tahammül edemezlerdi. Zaten son tahlilde kapitülasyonların ilk konuluş sebebi ancak bu esasa irca olunabilir (dayandırılabilir).

   O halde Türk milleti hakiki istiklaline erişebilmek için evvela Şarki (Doğu) Roma İmparatorluğunun kupkuru bir mabadi (sonra geleni) olmaktan kurtulmalıydı. Bunu tarih –icap ederse kahir (zorunlu) bir tasfiye ile- tekeffül etmişti (zorunlu kılmıştı). İkinci olarak ta Türk milleti saltanatlı ve hilafetli bir devletin kendisini kıskıvrak bağladığı hakiki esaret zincirlerinden kurtulmalı idi, ve bunu da ancak binnefis (bizzat) Türk milletinin kendisi yapabilirdi.

   Mütarekenin kara günlerinde silahlarımız ellerimizden alınmış, memleketimizin en can alacak noktaları düşmanlarımızın işgal pençeleri altında, kalplerimizden kanlar giderek bu modern Ergenekon’dan nasıl çıkacağımızı ıstırap ve hayretle düşünürken memleketin sinesinden fışkıran kuvvetli bir ses duyuldu:

   -Kalk, kurtulacaksın !

   Bu munis ses, Türkün kendi sesi idi, çünkü onu haykıran Türkün bir büyük oğlu idi:

   Mustafa Kemal.

   Türk, kendine, kendi vicdanının derinliklerinden kopup geliyor denilecek kadar yakın görünen bu sesi derhal benimsiyerek onun ahengine ve emrine uydu. Mustafa Kemal Türk milletinin en mükemmel timsalidir.

   İlk iş, yurdu yabancı kuvvetlerin tasallut (tahakküm) ve işgalinden kurtarmaktı. Büyük fedakarlıklara mal olmuş olsa dahi, Türk milleti bu fedakarlıkların hiçbirini asla çok görmeyerek ve daima daha büyüklerini ihtiyara koşarak (seçerek) ilk kurtuluşu temin etti. Burada milli rehberi Halaskar (kurtarıcı) bir Kahraman ve emsalsiz bir Başkumandan olarak görürüz.

   Memleketten düşman çıkıp gitmiş ve Lozan’da Türkün istiklali diğer dünya milletlerince de kabul edilmiş olmakla beraber, bu kurtuluş gene tam sayılamazdı, hiç olmazsa derin ve uzak gören gözlerin önünde. Gazi Mustafa Kemal, ondan sonra, bir sıra inkilap işaretleri ile hakiki halas (kurtuluş) hamlelerini tahakkuk ettirdi (gerçekleştirdi). Türkün yalnız dünya karşısında değil, kendi kendine ve kendi vicdanı önünde de hür ve müstakil olması lazımdı. Bu hakiki ve tam istiklal, ancak Cumhuriyetle ve onu tekmil eden (tamamlayan) inkılap hamleleri ile tekemmül etmiş (olgunlaşmış) oldu. Burada Mustafa Kemal’i bütün dünya tarihinde eşi nadir bulunur en büyük inkılapçılardan biri olarak selamlarız.

   Bugün onuncu yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyet, Türk milletinin hakiki halasının (kurtuluşunun) ve en pürüzsüz istiklalinin ifadesidir denilebilir. Milli kurtuluş cidalini (savaşını) bundan ayırt etmek zor ve çünkü bu onun mantıki bir mabadi (sonucu) sayılacak veçhile (bu yüzden) her ikisi hakiki bir kül teşkil ederlerse de, resmen ifade edilmiş olduğu tarih itibarı ile, Cumhuriyetin bugün hakikaten onuncu yıldönümünde bulunduğumuza da şüphe yoktur.

   Büyük Türk milletinin en yüksek kabiliyetlerini şahsında temessül ettirmiş olan (somutlaştırmış olan) Türkün en büyük oğlu Mustafa Kemal, kurtuluşun olduğu gibi onu ikmal eden inkılapların da şefi olarak, bugün başımızda bulunuyor. Bilhassa bundan dolayı Türk milletinin bugün duymakta olduğu bahtiyarlığa sınır ve son yoktur.

   Yaşasın Cumhuriyetçi Türk milleti !
   Yaşasın ilk ve en büyük Cumhurreisimiz Mustafa Kemal !

YUNUS NADİ

CUMHURİYET / 29.10.1933

27 Ekim 2016 Perşembe

Sola Yutturulmaya Çalışılan Zoka: Kimlik Siyaseti- 12

Hüseyin ZERAY
"Burdur"
Tual Üzerine Yağlıboya


HDP’nin İDEALİ: KİMLİKLERİN KONFEDERASYONU 2


Yeni toplumsal hareketlerin devlet iktidarını değil, sosyo-kültürel kodları dönüştürmeyi hedeflediği biliniyor. Kimlik siyaseti devlete karşı sivil toplumun dönüştürülmesiyle ilgilenmektedir. Nitekim HDP liderlerinden Selahattin Demirtaş’a göre, kadınların özgürlüğü sorunu çözülmedikçe, toplumdaki ilişkiler, devlet-birey ilişkileri, emek-sermaye ilişkileri doğru çözülemez. Çünkü “egemenlik” ilişkisi zannedildiğinin aksine sınıfsal düzlemde değil toplumsal ve kültürel düzlemde üretilmekte ve oradan devlete, iktidara doğru yayılmaya başlamaktadır. Demirtaş’ın egemenlik ilişkisini kadın-erkek eşitsizliğinden doğan ve oradan devlete, iktidara doğru yayılan bir ilişki olarak görmesi, klasik Foucault’cu bir yaklaşım. Mikro iktidar teorisi olarak da tanımlanabilecek olan bu görüş, direnişin sadece siyasi iktidara değil, toplumun içindeki mikro iktidar odaklarına yöneltilmesi gerektiğini söyleyen bir stratejiye sahiptir. HDP’ye göre Suriye’de bir iç savaş yaşanmaktadır. Parti bu savaşın kimlikler konfederasyonu ile sonuçlanmasını arzuladığını bildiriyor. Parti, Rojava (Batı) Kürdistan bölgesindeki özyönetim ve özsavunma deneyimini bir devrim olarak görmektedir. Burada kimlik temelinde inşa edilmiş halk yönetiminin bölge halkları için bir demokrasi modeli olduğunu belirtmekte ve her türlü saldırıya karşı savunulmasını enternasyonalist dayanışma gerekçesiyle istemektedir.

Yerel halk meclislerinin özerkliğini savunan HDP, Kürt etnisitesi dışındaki kimliklerin Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde özerk bir yerel halk meclisi kurmasına önderlik etmiş değildir. Zaten ne cinsel kimliklerin, ne de diğer etnisitelerin belli bir il veya ilçede özerk bir yönetim kurmaları çok zordur. Yani herkese özgürlük ve eşit haklar söylemi, siyasal İslamcıların demokrasisine benzemektedir. Her inanca özgürlük diyenler bir taraftan da Türkiye’nin % 99’unun Müslüman olduğunu hatırlatıyorlardı. HDP’nin dönüp dolaşıp ekoloji ve tüm ezilmişler söylemini dile getirmesi, temel derdinin Kürt kimliği temelinde siyaset yapmayı meşru kılma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Program boyunca önce içleri boşaltılmış sonra yeniden doldurulmuş özgürlük, demokrasi, enternasyonalizm gibi kavramların bağlamlarından kopartılmış olarak arka arkaya sıralandıkları görülmektedir.


Kürt kimliğinin merkeze alındığı bir siyaset, toplumsal ve ideolojik meşruiyet oluşturabilmek için kendisini kaçınılmaz olarak tüm kimliklerin savunusu olarak sunmak zorunda kalmaktadır. Ulus devlete karşı yürütülen mücadele, genelleştirilerek devlet kurumuna karşı bir mücadele görünümü altında “devrimci” görünüme sokulmaktadır. Modern çağın temel uluslararası siyasal örgütlenme biçimi olan ulus devlet bütün kötülüklerin anası olarak ilan edilemeyince, anarşizmden apartılan kuramsal malzemelere başvurulmakta ve devletin kendisi kötü ilan edilmektedir. Anarşistler, bütün kötülüklerin iktidar ilişkilerinden kaynaklandığını savunurlar. Devlet, iktidar ilişkilerinin en yoğun olduğu kurumdur. Ancak iktidar ilişkileri devletin dışında, din, aile, siyasi partiler gibi pek çok kurumda da kökleşmiştir. Anarşistler bunların hepsine karşıdırlar. HDP, devletin olduğu yerde özgürlüğün olamayacağını savunan anarşizme gönderme yapmakla birlikte bir siyasi parti olarak örgütlenmeye devam etmektedir. Her ne kadar eşbaşkanlık uygulamasıyla, genel başkan iktidarını yatay hale getirip hiyerarşiye karşı konumlandığını anlatmaya çalışsa da, parti adını verdiğimiz örgüt iktidar ve hiyerarşi üreten bir yapıdır. Nitekim HDP’nin de bir tüzüğü ve parti disiplini vardır.

Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251

26 Ekim 2016 Çarşamba

Günah Keçisi Arayışı


ABD’yi, Rusya ve Çin ile karşı karşıya getiren anlaşmazlık iki cephede gelişiyor: birinde Washington, Suriye’ye karşı yürütülen savaşın sorumluluğunu yükleyebileceği bir olası günah keçisi ararken, diğerinde Suriye ve Yemen dosyalarını birbirine bağlayan Moskova, şimdi de bunları Ukrayna sorununa bağlamayı denemektedir.

Washington günah keçisi arıyor

ABD, başı dik bir şekilde yükümlülükten kurtulmak için işledikleri suçların sorumluluğunu müttefiklerinden birine yüklemek zorundadır. Önünde üç olasılık var: Şapkayı ya Türkiye’ye ya Suudi Arabistan’a, ya da her ikisine birden giydirecekler. Türkiye, Suriye ve Ukrayna’da mevcut, ama Yemen’de yokken, Arabistan Suriye’de ve Yemen’de mevcut ama Ukrayna’da değil.

Türkiye

Geçtiğimiz 15 Temmuz’da gerçekte yaşanmış olanlara ilişkin artık doğrulanmış bilgilere sahibiz; bu bilgiler bizi başlangıçta vardığımız yargıyı gözden geçirmeye zorluyor.

İlk olarak, Suudi Prens Bender bin Sultan’ı hedef alan saldırıdan sonra cihatçı sürüsünün yönetimini Türkiye’ye emanet etmenin sorun yaratacağı belliydi: gerçekten de Bender itaatkar bir aracıysa, Erdoğan, kendine ait bir 17nci Türk-Moğol imparatorluğunu kurma stratejisini sürdürürken, bu durum cihatçıları görevleri dışında kullanmasına neden oluyordu.

Bunun dışında, ABD, askeri olarak bir NATO üyesi olmasına rağmen, ülkesini Rusya ile ekonomik olarak yakınlaştıran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı cezalandırmalıydı.

Sonuç olarak, küresel iktidar çevresindeki krizle birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye krizinden çıkmak için ideal bir günah keçisi haline geliyordu.

ABD’nin bakış açısıyla sorun, vazgeçilmez bölgesel müttefik olan Türkiye değil, ne de küresel cihatçı hareketi örgütleyen Hakan Fidan’ın MİT’i değil, ama Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Bunun sonucu olarak, National Endowment for Democracy (NED) önce Ağustos 2013’te İstanbul’daki Gezi Parkında gösteriler örgütleyerek bir renkli devrim (« penguenlerin devrimi ») denedi. Operasyon başarısız oldu ya da Washington fikrini değiştirdi.

Bu kez AKP İslamcılarını seçim yoluyla devirme kararı alındı. CİA eşzamanlı olarak hem HDP’nin gerçek bir azınlıklar partisine dönüşümünü örgütledi, hem de bu partiyle CHP’nin sosyalistleri arasında bir ittifak hazırladı. HDP, etnik (Kürtler) ve toplumsal azınlıkları (feministler, eşcinseller) çok açık bir şekilde savunan bir program benimsedi ve buna ekolojik bir perspektif de ekledi. CHP, aynı zamanda Alevilerin parti içerisinde aşırı temsilini maskelemek ve eski Anayasa Mahkemesi başkanının adaylığını desteklemek için yeniden organize edildi. Bu arada, AKP her ne kadar Haziran 2015 seçimlerinden beklediği sonucu elde edememiş olsa da, CHP-HDP ittifakını gerçekleştirmek mümkün olmadı. Sonuç olarak Kasım 2015’te yeni milletvekili seçimleri yapıldı, ama Recep Tayyip Erdoğan tarafından bu seçimlerde çok açık bir şekilde hile yapıldı.

Dolayısıyla da Washington Erdoğan’ı fiziki olarak ortadan kaldırmaya karar verdi. Kasım 2015 ila Temmuz 2016 dönemi arasında üç suikast girişimi oldu. Söylenilenlerin aksine, 15 Temmuz harekatı bir askeri darbe değil, ama sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın ortadan kaldırılması girişimiydi. CİA, tatil sırasında Cumhurbaşkanını infaz etmek üzere Hava Kuvvetleri içerisinde küçük bir grubu devşirmek için, Türk-ABD sınai ve askeri bağlarından yararlanmıştı. Bu arada, bu ekip İslamcı subaylar (ordunun hemen hemen dörtte biri) tarafından ihanete uğradı ve Cumhurbaşkanı, infaz timinin gelişinden bir saat önce haberdar edildi. Bunun üzerine, yönetime bağlı askerlerin koruması altında İstanbul’a getirildi. Başarısızlıklarının öngörülebilir sonuçlarının bilincinde olan komplocular, hazırlıksız bir şekilde ve İstanbul’da halk henüz sokaklarda iken bir askeri darbe başlattı. Doğal olarak başarısız oldular. Bunu izleyen baskının amacı, ne sadece suikast girişiminin faillerini, ne de doğaçlama girişilen askeri darbeye katılan askerleri değil, ama başta Kemalist laikler, ardından de Fethullah Gülen’e bağlı İslamcılar olmak üzere ABD taraftarlarının tümünü yakalamaktı. Toplamda 70 000 kişi tutuklandı ve ABD taraftarlarını cezaevine sokmak için adli suçluların serbest bırakılması gerekti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösteriş çılgınlığı ve baş döndürücü ak sarayı, seçimlere hile karıştırması ve çok yönlü baskısı, onu, Suriye’de yapılan hataların ideal günah keçisi haline getiriyor. Öte yandan, renkli devrime ve üç saldırı girişimine karşı direnişi onu hemen ortadan kaldırmanın çok da mümkün olamayacağını düşündürüyor.

Suudi Arabistan

Suudi Arabistan da, ABD için Türkiye kadar vazgeçilmez bir ülke. Üç nedenden ötürü: önce olağanüstü bir hacim ve kaliteye sahip petrol rezervleri (artık Washington için bunu tüketmek değil ama sadece satışını denetlemek söz konusu), ardından Kongrenin denetimi dışında gizli operasyonları finanse etmeye yarayan, daha önce sahip olduğu likidite (ama gelirleri %70 oranında düştü) ve son olarak da cihatçılığın kaynakları üzerindeki denetimi. Gerçekten de 1962’den ve Dünya İslam Birliğinin (Rabıta) kuruluşundan beri Riyad, CİA hesabına her ikisi de dünyadaki cihatçı kadroların kaynağı iki cemaat olan Müslüman Kardeşleri ve Nakşibendileri finanse etmektedir.

Bununla birlikte, ifade ve din özgürlüğünün ortak kabul gören ilkelerine yabancı bir ailenin özel mülkiyeti olan bu Devletin anakronik niteliği, radikal değişimleri zorluyor.

Ocak 2015’te CİA, Kral Abdullah’tan sonra tahta kimin geçeceğini örgütledi. Kralın öldüğü gece, beceriksizlerin çoğunluğu görevlerinden alındı ve ülke, daha önceden hazırlanan bir plana uygun olarak yeniden düzenlendi. Artık iktidar belli başlı üç aşiret arasında paylaşıldı: Kral Salman (ve sevgili oğlu Prens Muhammet), Prensin oğlu Nayef (diğer Prens Muhammet) ve son olarak da ölen Kralın oğlu (Ulusal Muhafızların Komutanı Prens Mutaib).

Uygulamada, Kral Salman (81 yaşında) ülkenin yönetimi için yerine şen şakrak oğlu Prens Muhammet’e (31 yaşında) bırakacak. Prens Muhammet, Suudilerin Suriye’ye karşı tavrını güçlendirmiş ve ardından Yemen’e karşı savaşı başlatmıştır. Bunun dışında, « 2030 yılı vizyonu » ile uyumlu bir şekilde ekonomik ve toplumsal reformlardan oluşan kapsamlı bir program başlattı.

Ne yazık ki, her şey beklendiği gibi gelişmedi. Krallık Suriye ve Yemen’de çamura saplandı. Yemen Savaşı, Husi’lerin kendi topraklarına sızmaları ve Suudi ordusu karşısında zaferler kazanmalarıyla birlikte savaş geri dönüp kendisini vuruyor. Ekonomik alanda, petrol rezervleri artık sonuna geliyor ve Yemen’deki bozgun, « Rubülhali Çölü »’nün, yani iki ülke toprakları arasındaki kesintisiz bölgenin kullanılmasına engel oluyor. Petrol fiyatlarındaki düşüş, birçok rakibin ortadan kalkmasını sağladı gerçi ama aynı zamanda uluslararası piyasadan borç almak zorunda bırakılan Suudi Hazinesini de kurumasına yol açtı.

Suudi Arabistan, tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar güçlü ve kırılgan olmamıştı. Muhalefet lideri Şeyh El-Nimr’in başının uçurulmasıyla siyasi baskılar doruğa ulaştı. İsyan sesleri sadece Şii azınlıktan değil ama Batıdaki Sünni eyaletlerinden de duyuluyor. Uluslararası alanda Arap Koalisyonunun çarpıcı olduğu kesindir ama bu yapı Mısır’ın geri çekilmesinden beri her yanından su almaktadır. İran’a karşı İsrail ile yaşanan resmi yakınlaşma, Arap ve Müslüman dünyasında büyük bir tepkiye neden olmaktadır. Bu durum yeni bir ittifakın ötesinde, artık herkesin nefret ettiği Kraliyet Ailesine hakim olan paniği ortaya sermektedir.

Washington’dan bakıldığında, Suudi Arabistan’da kurtarılması gerekenleri seçmenin ve diğerlerinden ise kurtulmanın zamanı gelmiştir. Dolayısıyla da aklıselim, daha önceki Sudeyrilerle (Ama beceriksiz olduğunu ortaya koyan Prens Muhammet bin Salman olmaksızın) ve Şammarlar (Kral Abdullah’ın ateş aşireti) arasındaki iktidar paylaşımına geri dönülmesini istiyor.

Washington için olduğu kadar Suudiler için daha da iyisi, Kral Salman’ın vefat etmesidir. Böylece oğlu Muhammet, diğer Prens Muhammet’in (yani Nayef’in oğlu) eline geçecek olan iktidardan uzaklaşmış olacaktır. Bu arada Prens Mutaib görevini koruyacaktır. Yeni Başkanın göreve başlayacağı 6 Ocak 2017’den önce gerçekleşirse bu değişikliği yönetmek, Washington için daha kolay olacaktır. Belge sahibi böylece bütün kabahatleri müteveffanın üzerine atabilir ve Suriye ve Yemen’de barış ilan edebilir. CİA’nin bugün üzerinde çalıştığı bu projedir.

Suudi Arabistan’da olduğu gibi Türkiye’de ve diğer müttefik ülkelerde de CİA taşları fazla yerinden oynatmamayı tercih etmemektedir. Bunun için, yapılara hiç dokunmadan el altından yöneticileri değiştirme girişimlerini örgütlemekle yetinmektedir. Bu değişikliklerin kozmetik niteliği, yaptığı işin görünmezliğini kolaylaştırmaktadır.

Moskova, Ortadoğu ve Ukrayna’yı birlikte müzakere etmeyi deniyor

Rusya, Suriye ve Yemen savaş alanlarını birbiriyle bağlantılandırmayı başardı. Güçleri Levant bölgesinde bir yıldan beri resmi olarak konuşlanmış olsa da, Yemen’de üç aydan beri gayri resmi olarak mevcuttur ve artık çatışmalara aktif olarak katılmaktadır. Halep ve Yemen ateşkeslerini eşzamanlı olarak müzakere ederek, ABD’yi bu iki harekat sahnesini birbiriyle bağlamaya zorlamıştır. Bu iki ülkede de silahlı kuvvetleri, Pentagon ile doğruda bir çatışmadan kaçınarak, konvansiyonel anlamda ABD’nin müttefikleri karşısında üstünlüğünü kabul ettiriyor. Söz konusu kaçınma taktiği, bu üçüncü ülkedeki tarihsel bağlarına rağmen, Rusya’nın Irak’a el atmasına engel oluyor.

Bununla birlikte, iki büyük güç arasındaki tartışmanın kökeni asli olarak önce Suriye’de, ardından da Ukrayna’da iki ipek yolunun da kesilmesidir. Mantıken Moskova her iki sorunu da Washington ile yaptığı müzakerelerde birlikte ele almayı denemektedir. CİA’nin Türkiye aracılığıyla her iki savaş alanı arasında daha önce zaten bir bağ kurduğunu düşündüğümüzde bu daha da mantıklıdır.

19 Ekim’de Berlin’e giden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’yi olmasa da Almanya ve Fransa’yı bu iki sorun arasında bağ kurma konusunda ikna etme niyetindeydi. Dolayısıyla da Suriye’deki ateşkesin uzatılmasını, Ukrayna’nın Minsk mutabakatlarını engellemesine son vermesiyle değiş tokuş ettiler. Bu trampa, bunu sabote etmek için elinden geleni yapacak olan sadece Washington’u rahatsız edebilir.

Tabii ki, nihayetinde Berlin ve Paris NATO’lu efendilerinin sözünü dinleyecektir. Ancak Moskova’nın bakış açısıyla, geçici olarak dondurulmuş bir anlaşmazlık, bir bozgundan iyidir (örnek olarak Transdinyester’de olduğu gibi Ukrayna’da) ve NATO’nun birliğine zarar veren her şey, ABD’nin üstünlükçülüğünün sonunu hızlandırmaktadır.

Thierry Meyssan
voltairenet.org
22 Ekim 2016

NATO'dan Çıkmadan FETÖ Çözülemez!



Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Danışmanı Alexander Dugin, TBMM'de kurulan Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nda dinlenmeden önce Aydınlık'a konuştu.

Bugün Türkiye’ye gelecek olan Dugin, 15 Temmuz girişimiyle ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. 

Sayın Dugin, Türkiye’deki darbe girişimini araştırmak üzere kurulan komisyon tarafından dinlenmek için çağırıldınız. Bununla ilgili fikirlerinizi öğrenebilir miyiz, sizce Türkiye neden bu konuda Rusya’nın yardımına ihtiyaç duyuyor?

Çünkü Türkiye’deki darbe girişimi sadece Türkiye’nin siyasi bir meselesi değil, kesinlikle jeopolitik bir mesele. Erdoğan’ı indirmeye, Türkiye’de iç savaş çıkarmaya çalışan FETÖ’nün arkasında çok büyük bir oyuncu, çok ciddi bir jeopolitik güç vardı.  

ABD'nin savaş ilanı

Türkiye’deki darbe girişimi soruşturmasına neden Rusya’nın katılmasının istendiğine gelince, bu çok önemli bir soru. Bu sadece Türkiye’nin iç meselesi değildi, sadece bir siyasi güç diğerini alt etmeye çalışmadı. Darbe girişiminin arkasında jeopolitik bir ajanda vardı. Çünkü FETÖ’nün merkezi ABD’de bulunuyor ve arkasında CIA ajanları var. 

Bu darbe girişimi ABD’nin Erdoğan’a  rejimine yaptığı bir savaş ilanıydı. Fetullah Gülen’in iadesi talep edildiğinde de bu konu iyice netleşti, çünkü iade talebi reddedildi. Bu nedenle bu darbe girişiminin Amerika’nın Erdoğan ve Türkiye’ye yönelik bir girişimi olduğu artık çok açıktır. 

SADECE TÜRK İSTİHBARATIYLA ÇÖZÜLMEZ

Darbe girişimi jeopolitikti diyorum, çünkü ABD bir nedenden ötürü Erdoğan’dan memnun değildi ve onu kendi kuklası ile değiştirmek istiyordu. Bu kukla, ABD’nin Ortadoğu politikalarını Erdoğan’ın yapmadığı biçimde takip edecekti. Bu durumda jeopolitik bir darbe girişimi ile uğraşıyoruz demektir. Bu da diğer büyük jeopolitik güç olan Rusya’nın davet edilmesini gerektiriyor. Darbe girişiminin arkasındaki gerçek stratejiyi ve paradigmayı örneğin sadece Türk istihbaratına dayanarak çözemeyiz. Çünkü bir NATO üyesi olan Türkiye’de Amerikan ajanları cirit atıyor. Türkiye, NATO kampında olarak, ABD’nin tarafında olarak, bu darbecilerin arkasındaki güçleri araştırmak için doğru yolları bulamaz. Ankara, bu darbe girişiminin gerçek ve en yakın sebepleri konusunda adaleti sunabilecek olan diğer büyük jeopolitik güce ihtiyaç duyuyor. 

ABD SORUŞTURMAYI SAPTIRABİLİR

ABD hem içeride hem de dışarıda faaliyet gösteren ağları vasıtasıyla bu soruşturmayı saptırabilir. Amerikan etkisine karşı denge oluşturabilecek tek güç Rusya’dır. Aynı zamanda FETÖ’nün Sovyetler sonrası dönemden itibaren Rusya’da da mevcut olduğunu biliyoruz. Rusya’nın soruşturmaya katılması Rusya açısından da kendini güvenceye almak anlamında çok önemli. Çünkü burada da aynı Amerikancı, Gülenci ağlar mevcut. O nedenle bu soruşturmayı gerçekçi, tarafsız ve adil yapmak için birlikte yürütmeliyiz.

GÖREVİNİ TAMAMLAMIŞ ABD ÖRGÜTÜ

FETÖ’nün geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence örgüt Rusya’da, Türkiye’de ve diğer ülkelerde ateş altında. Ben Amerikalıların bunu gelecekte ciddi olarak kullanacağını düşünmüyorum. FETÖ,  görevini çoktan tamamlamış olan çok önemli bir Amerikancı terör örgütüydü. Erdoğan’ı indirmeye çalıştılar ve başarısız oldular. 

YENİ ÖRGÜTLER YARATIR

Ben bu örgütün artık sahiplerinin işe yaramayacağını düşünüyorum. Bence örgüt çözülecek, ABD de bu örgütün yerine başka bir şey yaratacak. ABD tamamen liberal veya Amerikancı olmayan bir örgütü de kullanabildiğini gösterdi. Çıkarlarına hizmet eden politik, jeopolitik veya sosyal bir güç yaratmak için İslami,  gelenekçi veya dini bir hareketi de kullanabilirler. Bu nedenle tarikatın dağılacağını düşünüyorum, ama nihai çözüm bu değil. ABD Taliban veya El Kaide’yi kullanmıştı, bir süre sonra da bunlara yatırım yapmayı bıraktılar. Bu örgütler aşağı yukarı bağımsız hale gelmekle birlikte terör örgütü olmaya ve etraflarındaki her şeyi yıkmaya da devam ettiler. Fakat bence FETÖ Türkiye’de tamamen yasaklandığı için hiçbir geleceği yok. Türkiye’nin desteği olmadan var olması, ilerlemesi mümkün değil. ABD’nin desteği de gelecekte var olabilmesini sağlamak için yeterli değil. 
_________________________________________________________________________

MUSUL'DA 4 HEDEF

Musul operasyonuyla ilgili düşünceleriniz neler? Operasyonun gerçek amacı ne?

Bence ABD Musul'da aynı anda farklı amaçlar gözetiyor. Öncelikle Irak'taki petrolün en önemli merkezi olan Musul ve Kerkük’ü ellerinde tutmaları gerekiyor. İkincisi, orada bir şeyleri yönetebileceklerini göstermek istiyorlar, çünkü Suriye'de hiçbir amaçlarına ulaşamadılar. Arap dünyasına ABD'nin hala süper güç olduğunu ve düşman ilan ettiği güçlere öldürücü darbeyi vurabileceğini göstermek istiyorlar.

CLİNTON'UN BAŞARI HİKAYESİNE İHTİYACI VAR

Hillary Clinton'un seçim kampanyası da ayrıca önemli. Çünkü şu anda Trump ve diğer rakipleri Obama yönetiminde Demokratların askeri alanda stratejik hedeflerde hiçbir başarı elde edemediği görüntüsünü yaratıyorlar. Yani Clinton’un Musul'da bir başarı öyküsü elde etmeye ihtiyacı var. Üçüncüsü, Irak’taki Kürt Yönetimini kontrol etmeleri gerekiyor, çünkü Türkiye'nin bu bölgedeki varlığı ABD için bir tehlike. ABD'nin Büyük Ortadoğu projesi kapsamında büyük Kürdistan'ın yaratılmasına engel oluyor. 


Dördüncüsü, cihatçı kuvvetleri harekete geçirerek Halep'e ya da Rakka'ya yerleştirmeye ihtiyaçları var. Çünkü orada IŞİD'i güçlendirmek istiyorlar. Bu Amerikancı terörist grupların bir nevi başka bir bölgeye nakli anlamına geliyor. Bunun sebebi de Türk kuvvetlerinin de kısmen katıldığı Suriye ve Rusya ordularının Suriye’de Şam, Moskova ve Ankara lehine spesifik güç dengeleri oluşturmasını engellemek. 
_________________________________________________________________________


KENDİ  KÜRT BİRLİĞİMİZİ OLUŞTURMALIYIZ

Bir başka önemli konu da ABD'nin Suriye ve Irak'ta Kürtler ve IŞİD dışında başka müttefiki olmaması. Sadece radikal İslamcı kuvvetler Amerika'nın amaçlarına hizmet ediyor, bu da zayıf bir pozisyon. Eğer Rusya, Esad, Şiiler, Hizbullah ve İran kuvvetleri Türkiye ile birlikte stratejik bir anlaşma yapabilir ve ortak bir strateji geliştirebilirlerse ABD bölgede kendi planlarını dayatma şansına sahip olmaz. 

BÖLGEDE ORTAK VİZYON

Burada önemli olan sadece Şam, Ankara ve Moskova’nın geleceği değil aynı zamanda Irak’ın da geleceği hakkında ortak bir vizyona sahip olmak. Musul’daki faaliyetlerimizi de koordine etmeliyiz. Bu yüzden bence Musul ABD'nin elinde olmamalı. ABD tüm bölgeden dışarı atılmalı. Bunu yapabilmek için de öncelikle Rusya ve Türkiye arasında, sonra da artık Amerikan etkisinden kurtulması gereken Irak hükümetiyle de çok güçlü ve sağlam bir işbirliğine ihtiyacımız var. 

AVRASYALI ORTADOĞU

Aynı zamanda Kürt faktörünü de bir şekilde halletmeliyiz, fakat ABD'nin planladığı şekilde değil, Rusya ve Türkiye olarak kendi Kürt planımızı oluşturmalıyız. Kürtler ile Türkler arasında birçok fikir ayrılığı olduğunun farkındayım, fakat Türklerle Kürtlerin işbirliğinin olumlu biçim ve örnekleri de mevcut. Ortadoğu’nun Avrasyalı olabilmesi için genel bir plan geliştirmemiz gerekiyor. Bu plandaki ana aktörler Rusya, Türkiye ve İran ile bu ülkelerin vatandaşları olmalı. Burada gerçek Arap dünyası, gerçek Araplar da olmalı ama ABD ve NATO olmamalı. Ortadoğu problemini ancak böyle çözebiliriz.

Damla İNCE/AYDINLIK
26.10.2016

25 Ekim 2016 Salı

İç Cephe Tartışması

Kurtuluş Savaşı’nda iç cephe silah zoruyla kuruldu. İngilizlerin kışkırttığı, Padişah’ın desteklediği ya da bir kısmını “başıbozuklar”ın çıkardığı otuzdan fazla isyan bastırıldı. Bazıları yine silah zoruyla tasfiye edilen bütün seyyar kuvvetler Kuvvayı Milliye’de toplandı. Böylece iç cephe tahkim edildi ve ancak ondan sonra Millet Meclisi orduları Bolşeviklerin de desteğiyle işgalci güçlerin karşısında mevzilendi.

Bugün de iç cephe sorunu var. Ülke içinde teröre, sınırların ötesinde ise ABD’nin kara ordusu PKK/PYD’ye karşı, ABD-İsrail koridorunu dağıtmayı amaçlayan bir savaş sürüyor. Bu savaşta cephe bütün güney sınırı, cephe gerisi ise bütün ülkedir. Savaş hâlinde siyasi merkezin birleştirici olması, iç cepheyi tahkim etmesi, cephe gerisinin düşman unsurlardan temizlenmesi kuraldır. Emperyalist paylaşım savaşının zamanla yayılacağını, bizi doğrudan ilgilendiren bölümüyle Kırım üzerinden Karadeniz’i ve ayrıca Kafkasya’yı kapsayacağını gösteren belirtiler var.

Demek ki savaş halindeyiz ve siyasi merkezin birleştirici olması, iç cepheyi bölmemesi lazım. Peki, siyasi merkez kim?

NORMAL VE ANORMAL OLAN

AKP’nin “normal” bir parti, Saray’ın ise “normal” bir siyasi merkez olmadığını bunca zaman içinde herhalde herkes anlamıştır.

“Normal”den anladığımız şudur: Anayasa’da yazıldığı gibi, “başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” anlayışına bağlı, kuvvetler ayrımını benimsemiş, yurttaşın dini inancına, fikir özgürlüğüne, hayat tarzına saygılı bir siyasi merkez. Geçmişte Menderes’in, Demirel’in, hatta Özal’ın, Çiller’in, Erbakan’ın partileri bile bu bağlamda ve son tahlilde normaldi.

Anormal olan ise şudur: Anayasa’yı kendi yarattığı fiili duruma göre değiştirmeye çalışan, laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmayı sürdüren, yasama yürütme ve yargıyı tek merkezde toplamaya ve toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurmaya çalışan, ülkenin sınırları dahil bütün geçmişini sorgulayarak kendi “resmi ideoloji”sini yurttaşlara dayatan, insanların hayat tarzını ve fikirlerini tek tip hale getirecek şekilde eğitim kurumlarını dönüştürmeye çalışan bir siyasi merkez.

Şimdi biz bu siyasi merkezden savaş koşullarında “iç cephe”yi bölmemesini, tahkim etmesini talep ediyoruz. Aslında talep etmemize gerek yok. Bunu zaten yapıyor. Kendi iç cephesini kuruyor. Devletin baskı aygıtlarını parçalayıp kendi siyasi iradesine bağlayarak, idam cezasını överek, toplumu baskı altına alarak, orta öğretimi imam hatipleştirerek, üniversiteleri medreseleştirerek, toplumun en gerici ve bağnaz kesimlerini öne çıkarıp sosyal ve kültürel hayatı dönüştürerek, tarikatları devlet dairelerine doldurarak, klasik faşizme denk düşen bir “fetih” ve savaş ajitasyonuyla bunu zaten yapıyor: kendi iç cephesini güçlendiriyor.
“Laikler”i, Mustafa Kemal’in askerlerini de kapsayan, Devrim Kanunları’na ve Kuruluş ilkelerine bağlı geniş bir iç cephe arayışı var mı? Kesinlikle yok... Peki, Saray’ı sınırlayan, dengeleyen, geniş bir iç cepheye zorlayan, 2007’de ve 2013’te kendisini gösteren aydınlanmacı kesimlerin örgütlü bir cephesi var mı? O da yok, bu yönde anlamlı bir çaba da yok.

“Koridor savaşı” sürerken Saray’ı takıntı haline getirmeyelim. Tamam, getirmeyelim, Saray’ın iç cephesini bölmeyelim. O zaman Osmanlı Ocakları’nın “Vatan için, bayrak için, Erdoğan için silahlanın” mesajını da görmeyelim. Rize Valisi’nin Köylere Hizmet Götürme Birliği’ne bağış yapılması karşılığında silah ruhsatı dağıtmasına aldırmayalım. Melih Gökçek, “Muazzam bir silahlanma oldu,” diyor mesela. “Pompalı tüfeği alan evine atıyor... Ben bunun yasal hale gelmesi için her televizyonda anlatıyorum.” “Ateist olan Alevi dernekleri”nin (!) Türkiye’de çatışma çıkarmak istediklerini de söylüyor, başkentimizin belediye başkanı.

Hepimiz (ben dahil) birer strateji uzmanı gibi dış cepheyi izliyoruz. Büyük tarihi/jeostratejik değişimlerin diliyle konuşuyoruz. Bu arada mevcut siyasi merkezin kurmaya çalıştığı iç cepheyi, siyasetin hızla değişen ideolojik yapısını gözden kaçırıyoruz. Kendimizi o iç cephenin bir parçası gibi görmeye çalıştığımız her defasında karşımıza Abdülhamit’le, Osmanlıcılıkla, mezhepçilikle, Lozan’ın inkârıyla, başkanlık anayasasıyla, proje okullarıyla çıkılıyor. 1930’larda hâlâ çok güçlü olan Alman sosyal demokratları ve komünistleriyle iç cephe kurarsa Almanya’nın daha güçlü olacağına Hitler’i ikna etmeye çalışmak gibi bir şey!

PEKİ, NE OLACAK?

Mevcut siyasi merkezin tam bir hegemonya kurması, kendi siyasi programını kabul ettirebileceği bir uluslararası ittifak sistemi bulabilmesine bağlıdır. Kabul ediyoruz; son birkaç aydır ABD ile Rusya’nın çıkarlarını birbirine karşı gayet iyi oynadı ve önemli mevziler elde etti. Türkiye’nin bölünmeyi asla kabul etmeyeceğini, hatta neredeyse Selanik’ten Musul’a kadar genişlemek niyetinde olduğunu bütün dünyaya ilan etti. Fakat ittifak sistemleri arasında kurduğu pazarlık dengesini nereye kadar sürdürebilir?

Bir an için mevcut siyasi merkezin Türkiye’yi NATO ve Atlantik sisteminden çıkardığını, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) soktuğunu farz edelim. Sonra ne yapacak? Kemalist devrimi mi tamamlayacak? Laik bilimsel eğitim sistemine mi dönecek? Bizim bunları yapabilmemize fırsat mı verecek? Yoksa kendi ideolojik hegemonyasını mı tamamlayacak? Avrasya’da İran’ın teokratik/mezhebi yapısını sorgulayan var mı?

Saray’ın iç cephesinde yer almak istemeyen, AKP’nin her görüşten yurttaşı (yurttaşı!) kapsayan dünyevi bir iç cephe kurma derdinde olmadığını gören, ulusalcı, aydınlanmacı sıradan yurttaşın kaygıları bunlardır.

Yavuz ALOGAN
Aydınlık/25.10.2016