Ülkemiz bir şeriatçı diktatörlüğe sürükleniyor mu?
Evet.
Ülkemiz ve ulusal devletimiz (ulusal devlet, ulusal varoluştur, bugün bunun dışındaki varoluşlar başka bir ulusal devletin çatısı altına girmektir) bir bölünme ve yıkıma doğru sürükleniyor mu?
Evet.
Devletin ‘sosyal’ denen özellikleri her gün daha çok budanarak iç sömürü yükseliyor, keskinleşiyor mu?
Evet.
Özelleştirme adı altındaki yabancılaştırmalarla ülke yağmalatılarak dış sömürü azgınlaşıyor mu?
Evet.
Bu süreçte, cumhuriyetin kurucusu parti kendinden beklenen refleksi verebiliyor mu?
Hayır.
İşte burada oluşan boşluğa, iki Marksçı parti gözünü dikmiş, o boşluğu doldurmaya soyunmuştu.
Biri, Milli Cephe adıyla İşçi Partisi. Sonradan bu yönelişin gereği görüp adını da Vatan Partisi olarak değiştirdi.
Öbürü, Sol Cephe adıyla Türkiye Komünist Partisi (TKP).
İşçi Partisi öteden beri ulusal bayrakla barışıktı. Gezi’de bayrakla yer aldılar.
TKP, o Haziran’ın ortasındaki Gezi yürüyüşünde Dolmabahçe’ye, partiyi tanıtıcı simgelerini almadan, yalnızca ulusal bayrakla çıktı. Böylece ulusal bayrakla tanıştı. Bu tanışmadaki utangaçlık onlara “Ayyıldızlı bayrağı ırkçıların, milliyetçilerin elinden kurtardık” gibi, ırkçılıkla milliyetçiliği/ulusalcılığı birbirine karıştırdırdıklarını, azgelişmiş ülke ulusalcılığının emperyalizm karşıtlığıyla örtüştüğünü göremediklerini açığa vuran bir savunma yaptırdıysa da, sömürgen için önemli olan, kızıl komünistin ulusal bayrağı havaya kaldıracak bir savaşım çizgisine gelmiş olmasıydı.
Sömürgen bu noktaya mim koydu. Komünist o mim’i göremedi.
Bu komünistin sömürgen açısından başka suçları da vardı: PKK işbirlikçiliğinin karşısına eylemlilikle geçip geçmeme kararsızlığını yenememiş olsa da, bu işbirlikçiliğin uzağında duruyor, emekçi sınıfların yararına değil, zararına bir devlet kurulmak istendiğini yayınlarında apaçık söylüyordu.
Günlük gazetesi vardı ve bu gazetesiyle, marjinalliğinden kurtulma tehdidi saçıyordu. İşbirlikçi ayrılıkçılığa vagon olmuş yorumlar yerine, güncel sorunlar üzerine işlevsel yorumlar üretebilmesi, bayrakla birleşmişliği, sömürgen açısından yeterli tehditti.
Ama komünist, suçlarına yeni bir suç ekledi. Komünist olmayan sola açılarak işbirlikçileşmemiş solu büyütmeye ve bu sola önderlik etmeye soyundu. Bir Sol Cephe kurdu.
Tıpkı, Marksçılık kökenli öbür sol parti gibi. O zaten sol çizgide olmayan yurtseverliğe de açılmıştı. Yeni cephe, Marksçı olmayan sola açılırken emperyalizm karşıtı yurtsever söylemlerine ağırlık vererek bu yeni açılımın gereğini yerine getirdi. Yurt yüzeyinde cephe örgütlenmesini başlattı. Bir yandan cepheye, bir yandan partiye katılımlar arttı, parti de, cephe de hızla büyümeye başladı.
Biri, Marksçı söylemleri çoktan bırakmış ama sosyalist ve antemperyalist. Günlük gazetesi, televizyonu var.
Öbürü, ayrılıkçı sola bağlanmamakta direttiği yetmiyormuş gibi, emperyalizm karşıtı söylemlerle günlük gazete çıkarıyor, bayrakla buluşuyor, marjinalliğini aşma, dahası öbürüyle buluşma tehlikesi var.
Bu, sömürgen için, oturup düşünme, toplanıp karar alma zamanıdır.
*
TKP’nin neden bölündüğüne ilişkin, akla yatkın, dişe dokunur, yani büyümekte olan bir partiyi bölebilecek, bölen taraftan da, bölünen taraftan da tek bir gerekçe duyamadım, okuyamadım. Tek duyduğum, “Ne güzel, kavgasız dövüşsüz, ne uygarca, ne efendice bölündük ama değil mi?” avunmalarıydı. Bu avunmayla yetinmeyi de o çok okuyan, çok yazan insanlara yakıştıramadım.
Duyduğumuz, bölünen tarafta kalan merkez yöneticilerini kişisel diktacılıkla, ben yaptım oldu’culukla suçlayan eleştiriyi ise, büyüyen, etkisiyle marjinalliğini aşma yolunda bir partiyi bölme gerekçesi olabilecek ciddiyette bulamayız.
Ama bölen tarafın, bölmeyi başardıktan sonraki ilk iş olarak işbirlikçi ayrılıkçılığa “devrimci selamlarımızla” diye biten bir açık mektup yolladığını da, değerlendirme dışı tutamayız.
*
Şimdi ne oluyor?
Hâlâ bir sürü karanlık noktası bulunan, evlere şenlik bir darbe girişimi yaşadık. Emperyalizmin başını çeken süper devletin güdümündeki ılımlı İslamcı gizli örgütün darbesi önlendi, ama şeriat devletine doğru siyasal iktidar eliyle sürüklenişimiz durmadığı gibi, korkutucu bir hız kazandı.
Bu ortamda… TKP’yi bölen tarafın komünist partisi, laikliğin kurucusu Mustafa Kemal’i hiç anımsamadan, onunla buluşmadan, onun çoğaltıcı, sonuca götürücü, karşıtlarını caydırıcı desteğini yanına almadan, Gezi’nin iyice zayıflamış Haziran bileşimiyle birlikte ‘laiklik’ eylemleri yapıyor. Nerede? Adı silahlı sol bir örgütün adıyla çağrışıma giren semtlerden Gazi Mahallesi’nde. Düşünebiliyor musunuz, savunulan konu laiklik ve o savunmada Mustafa Kemal istenmiyor!.. Sanki savunuluyor görünüleni hedef yaptırtmak ister gibi… Sanki laikliği vurdurtmak ister gibi… Nitekim komünistler, laiklik eyleminde polisin saldırısı altında yerlerde sürükleniyorlar.
*
Bütün iktidarlar, işlerini kamuoyu ile yaparlar. Kamuoyu öyle ille de seçimle ölçülen bir şey değildir ama sürekli ölçülen bir şeydir. Her gün televizyondan, gazetelerden, kentlerin alanlarından, sokaklardan ölçülür, kahvelerdeki, evlerdeki tartışmalara yansır.
Şimdi şeytanın avukatlığını yapıyorum, bir kahve tartışmasını kurguluyorum:
Biri:
“Senin laiklik dediğinin ne olduğu anlaşıldı.”
Öbürü:
“Nasıl anlaşıldı?”
“Komünistler savunuyor laikliği. CHP bile savunmuyor artık.”
Öbürü bir an düşünür, Gezi’yi anımsamaya çalışır. Gezi’de laiklik savunulmuştur ama, başı çeken komünistler değildir orada, halktır. Komünistler de komünist olmayan çoğunluğun, halkın yanına gelmiştir. Şimdi laikliği komünistler yalnız başlarına savunuyorlarsa, o laiklik vurulmak istenen kuş gibi komünistlerin eline verilmiş olmasın sakın?
“Nerede olmuş bu?” der öbürü…
“Nerede olacak? Silahlı anarşistlerin yuvalandığı Gazi Mahallesi’nde?”
Gazi Mahallesi halkının ve orada gerçekten laikliği savunduğunu düşünen içtenlikli komünistlerin uğrayacağı yeni saldırılara mı üzülsün şimdi, vurulmak için yükseltilsin diye bir avuç komünistin eline verilmiş laiklik kuşuna mı?
Gel çık işin içinden!..
*
Komünistler, laikliğin kurucusu Mustafa Kemal’i unutarak, eylemlerde azaltıcı komünizm şemsiyesiyle Türkiye’de laikliğin savunulamayacağını bilecek kadar zeki olmak zorundalar. Yoksa birilerinin, laikliği vurmak için kurdukları oyuna geldikleri düşünülür. Çünkü, savunulanı vurdurtmak ister gibi bu kadar akılsız laiklik savunması olmaz.
Not: Bu yazı yazıldıktan sonra başka komünist yapılanmalar ve işbirlikçi Kürtçülükle yönünü birleştirmiş çeşitli “sol” odaklar da laiklik savunusuna girişti. Bu gelişmeler beni, kimi arkadaşların eğilimindeki gibi “laikliği savunsun da kim savunursa savunsun” diye değil, “Ne oldu bunlara birdenbire böyle?” diye düşündürüyor. Mustafa Kemal’le ve 1923 devrimiyle buluşmayan tüm laiklik savunuları, laiklik düşmanlarının işini kolaylaştıracak, şeriat devleti sürecini hızlandıracaktır.
Hürriyet Yaşar
insanbu.com- 04.10.2016