30 Temmuz 2017 Pazar

Suriye’ye Karşı Milyarlarca Dolarlık Silah

Yedi yıldan beri milyarlarca dolarlık silah yasadışı bir şekilde Suriye’ye sokuldu; sadece bu somut veri bile savaşın bir demokratik devrim olduğuna ilişkin anlatımı yalanlamaya yetmektedir. Birçok belge bu kaçakçılığın, önce Başkanı olduğu CIA aracılığıyla devlet adına, ardından da özel olarak üst düzey memurların yardımıyla KKR adlı finans şirketi üzerinden olmak üzere General David Petraeus tarafından örgütlendiğini ortaya koymaktadır. Böylece başlarda ABD ve Birleşik Krallık’ın bir emperyalist operasyonu olan anlaşmazlık, Washington’da derin devlet Beyaz Saray’ın otoritesini tartışılır hale getirirken, özel bir kapitalist operasyona dönüştü. Ortaya çıkan bazı yeni unsurlar, Azerbaycan’ın bu savaşın gelişiminde üstlendiği gizli rolü gün ışığına çıkarmaktadır.

Halep’in kurtarılması ve burada bulunan Suudi karargahının ele geçirilmesi sırasında, Bulgar gazeteci Dilyana Gaytanzieva, cihatçıların terk ettiği dokuz depoda ülkesine ait silahların varlığını tespit etti. Kasaların üzerindeki bilgileri titizlikle not aldı ve ülkesine dönünce bunların Suriye’ye nasıl ulaştırıldığını araştırdı.

2009’dan beri –Mart 2013 ila Kasım 2014 arasındaki istisnai kısa dönem dışında- Bulgaristan, Avrupa’nın başlıca suç örgütlerinden biri olan SIC kökenli çok renkli bir kişilik olan Boyko Borisov tarafından yönetildi. Bulgaristan’ın aynı zamanda hem NATO, hem Avrupa Birliği’ne üye olduğunu ve bu örgütlerden hiçbirinin, uluslararası polis birimlerince uzun süredir kimliği belirlenen mafya liderlerinden birinin iktidara gelmesi karşısında bugüne kadar en küçük bir eleştiride bulunmadığını hatırlatalım.




Dolayısıyla da yaşamını açıkça tehlikeye atarak, Dilyana Gaytanzieva adım adım ilerleyip şebekeyi ortaya çıkarmış ve Sofya’daki Trud gazetesi de hazırladığı dosyayı yayınlamıştır [1]. Bulgaristan Suriye’ye yönelik en önemli silah ihracatçılarından biri olmuşsa, bu konuda Azerbaycan’ın yardımından yararlanmıştır.

CIA’nın Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve Hindistan’a yönelik devasa silah kaçakçılığı

CIA ve Pentagon, Arap Baharlarının başından beri, BM Güvenlik Konseyinin birçok kararını ihlal ederek devasa bir silah kaçakçılığını örgütlediler. Burada özetleyeceğimiz tüm operasyonlar, Pentagon tarafından resmi olarak örgütlenenler de dahil olmak üzere uluslararası hukuka göre gayrimeşrudur.

Silah kaçakçılığında, özel şahıs ya da şirketler paravan olarak kullanıldığında ilgili hükümetlerin rızası olmaksızın hassas malzemelerin ihraç edilmesi olanaksızdır. Tanım olarak bu teslimatların nihai alıcılarının NATO tipi silaha sahip ordular olduğu iddia edilse de, bu olanaksızdır. Bu ordular sadece kaçakçılığı gizlemeye yaramaktadırlar.

CIA’nin önce Libya’daki sonra da Suriye’deki cihatçılara gönderilmek üzere acilen Captagon üretilmesi için SIC ve Boyko Borisov’dan talepte bulunduğunu zaten biliyoruz. Maria Petkova’nın Balkan Investigative Reporting Network (BIRN)’te yayınlanan araştırmasından hareketle, CIA ve SOCOM’un (Pentagon’a bağlı Special Operations Command) cihatçılar için 2011 ve 2014 yılları arasında Bulgaristan’dan 500 milyon dolarlık silah satın aldığını biliyoruz. Ardından Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinin başka silahların bedelini ödediğini ve bunları Saudi Arabian Cargo ve Etihad Cargo aracılığıyla naklettiğini de [2].

Zagreb Jutarnjilist gazetesinden Krešimir Žabec’e göre, 2012 sonunda Hırvatistan, Suriyeli cihatçılara 6,5 milyon dolar değerinde 230 ton silah teslim etmişti. Bunların Türkiye’ye nakli Jordan International Air Cargo şirketine ait üç İlyuşin uçağıyla gerçekleştirilmiş, ardından silahlar sahaya Katar Ordusu tarafından paraşütle atılmıştı [3]. New York Timesten Eric Schmitt’e göre bu düzeneğin tamamı CIA Başkanı General David Petraeus tarafından kurgulanmıştı [4].

2012’de Hizbullah CIA ve SOCOM’un silah kaçakçılığını gün ışığına çıkarmaya kalkışınca, kaçakçılığın sinir merkezi Burgaz Havaalanında İsrailli turistlere yönelik bir saldırı gerçekleştirildi. Bulgar Polisinin soruşturması ve adli tıbbın tespitlerine karşın, Borisov Hükümeti bu saldırıyı Hizbullah’a isnat etti ve Avrupa Birliği Lübnan Direnişini « terörist örgüt » olarak sınıflandırdı. Dışişleri Bakanı Kristian Vigenine’nin bu suçlamanın temelsiz olduğunu vurgulaması için Borisov’un geçici olarak hükümetten düşmesini beklemek gerekecekti.

PKK’ya yakın bir kaynağa göre, Mayıs ve Haziran 2014’te Rakka’ya yani o dönem kendini Irak ve Şam’da İslam Devleti olarak adlandıran ve bugün DAEŞ olarak da bilinen örgüte bedeli Suudi Arabistan tarafından ödenmiş Ukrayna menşeli silahları ve çöl kumuna dayanıklı olması için özel olarak düzenlenmiş binden fazla Toyota Hilux’un (çift kabin pikap) teslimatı için Türk istihbarat servisleri özel trenler kiraladılar. Bir Belçikalı kaynağa göre araçların satın alımı pazarlıklarını Suudi Abdul Latif Jameel Şirketi Japon Toyota şirketiyle doğrudan yürüttü.

Oriental Review’den Andrey Fomin’e göre, geri kalmak istemeyen Katar, cihatçılar için Ukrayna Devletine ait UkrOboronProm şirketinden “Pechora-2D” Kompleks Hava Savunma Füzesinin en son modelini satın aldı. Söz konusu silahların teslimatı Kıbrıslı Blessway Ltd şirketi tarafından gerçekleştirildi [5].

Jane’s profesyonel silahlanma dergisinden Jeremy Binnie ve Neil Gibson’a göre, US Navy Military Sealift Command, 2015 yılında Romanya’nın Köstence Limanından Ürdün’ün Akabe Limanına silah nakli için iki ihale düzenledi. İhaleleri Transatlantic Lines kazandı [6]. Sözleşme, Washington’un verdiği taahhütleri ihlal ederek, ateşkesi imzalamasından hemen sonra 12 Şubat 2016’da yürürlüğe sokuldu.

Asia News’tan Pierre Balanian’a göre, Mart 2017’de Liberty Global Logistics adlı ABD’li şirketin Livorno (İtalya) / Akabe (Ürdün) / Cidde (Suudi Arabistan)’yi birbirine bağlayan düzenli bir denizyolu hattının açılmasıyla bu düzenek sürdürüldü [7]. Coğrafyacı Manlio Dinucci’ye göre bu hat özellikle Suriye ve Yemen’e yönelik zırhlı araçların teslimatına yönelikti [8].

Yörük Işık ve Alper Beler adlı Türk gazetecilere göre, Obama dönemine ait son sözleşmeler, Chemring ve Danish H. Folmer & Co aracılığıyla Burgaz (Bulgaristan) ve Cidde (Suudi Arabistan) arasında bir düzenli hat kuran Orbital ATK tarafından gerçekleştirildi. Burada ilk kez sadece Vazovski Machine Building Factory (VMZ) (Bulgaristan) tarafından değil ama Tatra Defense Industrial Ltd (Çekya) tarafından üretilmiş silahlar söz konusudur [9].

Lübnan Deniz Kuvvetleri tarafından 27 Nisan 2012’de durdurulan Lutfallah II şilebi ve Yunanistan tarafından 1 Mart 2016’da durdurulan Togo bandıralı Trader şilebi örneklerinin de ortaya koyduğu gibi bunların dışında daha başka birçok operasyon da gizlice yürütülmüştür.

Bu operasyonların tamamı, sözde bir « demokratik devrimi » desteklemek iddiasıyla bedeli en başta Körfez’deki mutlak monarşiler tarafından ödenen yüzlerce ve hatta belki de binlerce ton silah ve cephaneye karşılık geliyor. Aslında petrol diktatörleri sadece Obama yönetimini ABD Kongresi önünde hesap vermekten (Timber Sycamore operasyonu) muaf tutmak ve büyük oranda yanıltmak için bu konuya müdahil oldular [10]. Bu kaçakçılığın tamamı, başlangıçta başkanı olduğu CIA aracılığıyla, sonra da bünyesine katıldığı KKR finans yatırım şirketi aracılığıyla General David Petraeus’ın bizzat denetiminde gerçekleşti. Bu konuda, kısmen Barack Obama’nın başkanlık döneminde, ardından da büyük oranda Donald Trump’ın yönetiminde üst düzey memurların yardımlarından yararlandı.

Bugüne kadar Azerbaycan’ın üstlendiği gizli rol

Eski FBI yetkilisi ve National Security Whistleblowers Coalition kurucusu Sibel Edmonds’a göre, 1997’den 2001’e dek Devlet Başkanı Haydar Aliyev yönetimindeki Azerbaycan, CIA’nin talebi üzerinde El Kaide’nin 2 numaralı ismi Eyman el-Zevahiri’ye ev sahipliği yaptı. Resmi olarak FBI tarafından aranıyor olsa da, o dönem küresel cihatçı ağın 2 numaralı ismi NATO’ya ait bir uçakla düzenli olarak Afganistan, Arnavutluk, Mısır ve Türkiye’ye seyahat ediyordu. Aynı şekilde Suudi Arabistan Prensi Bender bin Sultan da sık sık kendisini ziyaret ediyordu [11].

Azerbaycan –nüfusunun çoğunluğu Şii olmasına karşın- Washington ve Riyad ile sürdürdüğü güvenlik temelli ilişkilerine, Arsak Cumhuriyetinin (Yukarı Karabağ) ayrılması konusunda Ermenistan’la arasındaki anlaşmazlık konusunda kendisini destekleyen Sünni Ankara’yı da ekledi.

Haydar Aliyev’in 2003’te ABD’de ölmesinden sonra oğlu İlham Aliyev onun yerini aldı. ABD-Azerbaycan Ticaret Odası, Devlet Başkanı Aliyev’in yanında yer alan Richard Armitage, James Baker III, Zbigniez Brzeziński, Dick Cheney, Henry Kissinger, Richard Perle, Brent Scowcroft ve John Sununu ile birlikte Washington’un arka bahçesi haline geldi.

Dilyana Gaytanzieva’ya göre, Ulaştırma Bakanı Ziya Mammadov 2015 yılında devlet şirketi SilkWay Airlines’ı, masrafları Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Cumhuriyeti tarafından karşılanmak üzere CIA’nin emrine verdi. Hiç de vesveseli olmayan Dışişleri Bakanı Elmar Mammadyarov ülkesindeki büyükelçiliklerin birçoğuna « diplomatik uçuşlara » ait onay talepleri gönderdi, bu da bu ülkelerin Viyana Sözleşmesi kapsamında uçaklarda arama yapmalarına engel oldu. Üç yıldan kısa bir sürede gerçekleştirilen 350’den fazla uçuş bu olağanüstü ayrıcalıktan yararlanacaktır.

Her ne kadar uluslararası anlaşmalara göre ne sivil uçaklarda, ne de diplomatik uçaklarda askeri malzeme taşıma izni verilmese de, « diplomatik uçuş » olarak tanınma taleplerinde taşınan yüklere ait açıklayıcı bilgiler yer alıyor. Öte yandan ABD Dışişleri Bakanlığının talebi üzerine, bilebildiğimiz kadarıyla en azından Afganistan, Almanya, Suudi Arabistan, Bulgaristan, Kongo, Birleşik Arap Emirlikleri, Macaristan, İsrail, Pakistan, Polonya, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Çekya, Türkiye ve Birleşik Krallık, CIA’nın gizli hapishaneleri arasında gerçekleştirdiği uçuşlara yaptıkları gibi uluslararası hukukun ihlaline göz yummuşlardır.

Üç yıldan kısa bir süre içerisinde, Silk Way Airlines şirketi en 1 milyar dolar tutarında silah taşımıştır.

Gazeteci Dilyana Gaytanzieva sadece Irak ve Suriye’de değil ama aynı zamanda Afganistan, Pakistan ve Kongo’da, yine Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri hesabına cihatçılara silah tedarik eden geniş kapsamlı bir sistemi gün ışığına çıkardı. Arabistan’a teslim edilen bazı silahlar buradan tekrar Güney Afrika’ya sevk edilmiştir.

Afganistan’a nakledilen silahların, onlarla savaştığını iddia eden ABD’nin denetimi altında Talibanlara ulaştığı anlaşılıyor. Pakistan’a teslim edilen silahlar, muhtemelen Hindistan’da İslamcı saldırılar düzenlenmesine yönelikti. Kongo’da Devlet Başkanı Sassou N’Guesso’nun ve Güney Afrika’da Devlet Başkanı Jacob Zuma’nun Cumhurbaşkanlığı Muhafızlarına teslim edilen silahların nihai alıcılarının kim olduğunu bilmiyoruz.

Başlıca tedarikçiler ABD’li Chemring (daha önce adını andığımız), Culmen International, Orbital ATK (aynı şekilde daha önce adını andığımız) ve PurpleShovel şirketleridir.

Bulgaristan üretimi Sovyet tipi silahlar dışında, Azerbaycan, Savunma Sanayii Bakanı Yaver Cemalov’un sorumluluğu altında Sırbistan, Çekya’dan ve nadiren de başka devletlerden silah stokları satın almıştır ve her seferinde bunların nihai alıcısı olduğunu beyan etmiştir. Elektronik istihbarat malzemeleriyle ilgili olarak, Azerbaycan’ı bu tür malzemeleri satın alma hakkı olmadığı için, İsrail, nihai alıcı olduğunu iddia eden ElbitSystems adlı şirketi kullanıma sundu. Bu istisnalar, eğer ABD ve Suudi Arabistan’ın talebiyle gerçekleştirildiyse Azerbaycan programının baştan sona Tel Aviv tarafından kontrol edildiğini açıkça ortaya koyuyor.

Suriye anlaşmazlığının tamamı süresince tarafsız olduğu iddiasını sürdüren İbrani devleti, buna karşın Suriye Arap Ordusunu defalarca kez bombalamıştır. Tel Aviv her defasında yaşananları kabul etmiş, Lübnan Hizbullah’ına yönelik silahları imha ettiğini iddia etmiştir. Gerçekte belki bir tanesi hariç bütün bu operasyonlar, cihatçılarla eşgüdüm içerisinde yürütülmüştür. Dolayısıyla bugün, her ne kadar onları desteklemek için Hava Kuvvetlerini kullanmakla yetinse de, Tel Aviv’in aynı cihatçılara yönelik silah sevkiyatlarını da denetlediğini ve aslında savaşta merkezi bir rol oynadığını öğrenmiş bulunuyoruz.

Uluslararası sözleşmelere göre nihai teslimat belgeleri üzerinde tahrifat yapılması ve meşru hükümetleri devirmeleri ya da uluslararası olarak tanınmış devletleri yıkmak için paralı asker gruplarına silah gönderilmesi uluslararası suç kapsamına girmektedir.

Thierry Meyssan

Çeviri
Murat Özdemir

voltairenet.org/18.07.2017


[1] “350 diplomatic flights carry weapons for terrorists”, Dilyana Gaytandzhieva, Trud, July 2, 2017.

[2] “War Gains : Bulgarian Arms Add Fuel to Middle East Conflicts”, Maria Petkova, Balkan Investigative Reporting Network, December 21, 2015.

[3] “TAJNA LETOVA JORDANSKIH AVIONA S PLESA Sirijski pobunjenici dobivaju oružje preko Zagreba!”, Krešimir Žabec, Jutarnji list, 23 veljača 2013. «TRANSFER HRVATSKOG ORUŽJA POBUNJENICIMA U SIRIJI Sve je dogovoreno prošlog ljeta u Washingtonu!», Krešimir Žabec, Jutarnji list, 26 veljača 2013. “VIDEO: JUTARNJI OTKRIVA U 4 mjeseca za Siriju sa zagrebačkog aerodroma Pleso otišlo 75 aviona sa 3000 tona oružja!”, Krešimir Žabec, Jutarnji list, 7 ožujak 2013. “PUT KROZ ASADOVU SIRIJU Nevjerojatna priča o državi sravnjenoj sa zemljom i njezinim uništenim ljudima: ’Živote su nam ukrali, snove ubili...’”, Antonija Handabaka, Jutarnji list, 9 ožujak 2013.

[4] “In Shift, Saudis Are Said to Arm Rebels in Syria” and “Airlift To Rebels In Syria Expands With C.I.A.’S Help”, C. J. Chivers & Eric Schmitt, The New York Times, February 26 and March 25, 2013.

[5] “Qatar and Ukraine come to deliver Pechora-2D to ISIS”, by Andrey Fomin, Oriental Review (Russia), Voltaire Network, 22 November 2015.

[6] “US arms shipment to Syrian rebels detailed”, Jeremy Binnie & Neil Gibson, Jane’s, April 7th, 2016.

[7] “Jordan strengthens military presence on border with Syria and Iraq”, Pierre Balanian, AsiaNews, April 11, 2017.

[8] “Camp Darby’den, Suriye ve Yemen’e karşı savaşlar için ABD silahları”, yazan Manlio Dinucci, Tercüme Osman Soysal, Il Manifesto (İtalya) , Voltaire İletişim Ağı , 19 Nisan 2017.

[9] “Pentagon cihatçıların silahlanmasına yönelik Obama dönemindeki anlaşmaları uygulamaya devam ediyor”, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 30 Mayıs 2017.

[10] “U.S. Relies Heavily on Saudi Money to Support Syrian Rebels”, Mark Mazzetti & Matt Apuzzojan, The New York Times, January 23, 2016.

[11] Classified Woman. The Sibel Edmonds Story: A Memoir and The Lone Gladio, Sibel Edmonds.


Barzani Muhalifi Partilerden Ortak Açıklama



YDH- Kurdpress haber ajansının bildirdiğine göre Kürdistan Yurtseverler Birliği, Goran Hareketi ve Cemaat-ı İslami, Irak Ulusal Koalisyonu Başkanı Ammar el-Hekim’le yaptıkları toplantıyla ilgili açıklamaların yer aldığı ortak bildiride Ammar el-Hekim’in Kürdistan Bölgesi’ne yönelik tehdit edici bir dil kullanmadığı vurgulandı.

KYB Grup Başkanı Ala Talabani, Goran Hareketi Grup Başkanı Serve Abdulvahid ve Cemaat-i İslami Grup Başkanı Ahmed Hacı Reşid tarafından hazırlanan bildiride Seyyid Ammar el-Hekim Kürdistan Bölgesine yönelik tehditkar bir dil kullanmadı. Aksine Kürdistan Bölgesi’nin karşı karşıya bulunduğu tehlikelere dikkat çekti ve her türlü diyaloga hazır olduğunu söyledi” denildi.

Bildiride şu ifadelere yer verildi:Seyyid Ammar el-Hekim’le görüşme, Bağdat’taki Kürtlerin siyasi faaliyetlerinin bir parçası olarak gerçekleştirilmiştir ve iki özel hedefe yöneliktir. Birinci hedef, Feyli Kürtlerinin savunulması ve korunması ve Şii Koalisyonunun buna desteğinin sağlanması. İkinci hedef ise bu koalisyonun referandum konusundaki tutumunun ve bu konuda diyaloga ne ölçüde hazır olduklarının öğrenilmesidir.”

Dört maddeden oluşan ortak bildiride ise şu ifadelere yer verildi:

1- Ammar el-Hekim bu toplantıda Kürdistan Bölgesine yönelik herhangi bir tehdit edici dil kullanmadı. Aksine Kürdistan Bölgesi’nin önündeki tehlikeleri sıraladı ve İran’ın buna razı olmadığının bilgisini verdi. Çünkü Kürdistan Bölgesi’ndeki bağımsızlık referandumu, İran’ın ulusal güvenliğini tehdit ediyor ve onlar da son derece açıkça buna karşı çıkıyorlar. Kürdistan Bölgesi’ndeki güvenliğin bozulması uzak bir ihtimal değildir.

2- Ammar el-Hekim komşu ülkelerin bakış açısını ve tavrını da açıkladı. Bölge ülkelerinin bu konudaki kaygılarını belirterek Kürdistan Bölgesi liderlerinin bu konuda yeterli araştırma yapmadığını söyledi.

3- Irak Şiileri Ulusal Koalisyonu Başkanı, Iraklı siyasi liderlerin Kürdistan Bölgesi’ndeki bağımsızlık referandumu ile ilgili olarak görüşlerini de şöyle açıkladı: Kürt liderler, Irak merkezi yönetiminin mevcut zayıflığından istifade ederek Irak’ı bir oldu bitti ile karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Toplum içinde karışıklığa sebep olan bu durum da felaket getirecektir.

4- O, Kürdistan Bölgesi’ndeki siyasi partiler arasındaki ilişkilere değinerek şunları söyledi. Şu anda Kürt partiler arasında ayrılıklar bulunmaktadır. Parlamento kapalıdır, hatta bazı siyasi liderlerin Erbil’e girme izni bile bulunmamaktadır.

Bildiride daha sonra şu ifadelere yer verildi:

“Yukarıdaki sebeplerden dolayı Ammar el-Hekim, bu konuda gerekli araştırmaların yapılmadığına ve gerekli araçların hazır olmadığına inanmaktadır. Biz de şuna inanıyoruz ki bu sözler ile bu tür çekinceleri değerlendiren bazı Kürt aydınlarının söyledikleri arasında bir fark bulunmamaktadır. Fakat bazıları bu sözleri bir tehdit dili olarak değerlendiriyor. Eğer bu bir tehdit ise Erdoğan’ın ve Sünni liderlerin dili de tehdittir. Biz Bağdat’taki Kürtler olarak yalnızca Kürtlerin temsilcileriyiz ve başka hiçbir akımın temsilcisi olma niyetinde de değiliz.”

Yakın Doğu Haber
12.07.2017

‘Fiili Durumlar’ Diyarında Bağımsız Kürdistan Kumarı



Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu kararından vazgeçmemesi halinde, Kürtlerin modern tarihteki tek ‘de jure’ kazanımı olan Kürdistan Bölgesi, 25 Eylül’den sonra bir ‘de facto’ duruma dönüşecek.

Kürdistan Bölgesi, 2005’te hazırlanan Irak anayasasının sonucu olduğu için ‘de juro’ idi. Yani ilgili tüm tarafların tanıdığı bir hukuksal zemine dayandığı için yasaldı.

25 Eylül’de yapılacağı açıklanan bağımsızlık referandumu ise Barzani’nin tek taraflı kararı olduğu için ‘de facto’ yani yazılı hukuka dayanmayan bir ‘fiili durum’ oluşturuyor.

Bağımsızlık referandumu neden bir ‘fiili durum’

Barzani’nin bağımsızlık referandumu kararının bir ‘fiili durum’ sayılmaması ve hukuksal bir nitelik kazanabilmesi, Kürdistan Bölgesi içerisindeki konsensüsle ve Irak merkezi hükümetiyle uzlaşmaya varılmasıyla doğrudan ilgili.

Ancak Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), Goran Hareketi ve Cemaat-ı İslami gibi muhalif partiler, referandum konusunda Kürdistan Bölgesi içinde konsensüs olmadığını, Irak merkezi hükümetiyle uzlaşma aranmadığını vurgulayıp Türkiye ve İran gibi ülkelerin aleyhtar tutumuna dikkat çekerek referandum kararına tepki gösteriyor.[1]

Kürdistan Bölgesi’ndeki muhalif partiler, Barzani’nin referandum girişiminin konsensüs ve uzlaşmadan yoksun olduğunu düşünüyor ve bunu Barzani’nin iç politika manevrası olduğunu öne sürerek şunları söylüyor:

“Kürdistan Bölgesi’ndeki başkanlığının yasadışılığını ve bu makamın gayri meşruluğunu örtbas etmeye yöneliktir. Kürdistan Bölgesi halkı seçimlere katılarak ve meclise milletvekillerini gönderdi; ama Barzani bu meclisi kapattı. Mesud Barzani, başkanlıktaki yasal süresi biteli iki yıl olmasına rağmen iktidardan çekilmeye yanaşmıyor.”

“Kürdistan Bölgesi halkının kendi kaderini tayin konusunda birlik ve beraberliğini koruyarak karar vermesi gerekiyor; ancak bu iş, Irak’taki Arap komşularımızla görüşüp istişare edilerek yapılmalı ve Kürdistan Bölgesi halkı bu şekilde kendi kaderini belirlemelidir. Çünkü bu hak, Brüksel’de, Amerika’da, İran’da, Türkiye’de ya da dünyanın başka bir yerinde gerçekleştirilemez”[2]

Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, Kürdistan Bölgesi’nin yasal dayanağı olan Irak anayasasının “tek taraflı referandum yapma ve ayrılma yetkisi vermediğini” belirterek “Kürdistan Bölgesi'ndeki referandum yasal değil ve bunu tanımayacağız”[3] diyor.

Irak ve Kürdistan Bölgesi içerisindeki bu şartlar, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini vurgulayan Türkiye ile İran’ın resmi tutumu ve Amerika’nın da meselenin özüne değil zamanlamasına itiraz eden yaklaşımı,[4] 25 Eylül sonrası ortaya çıkacak bağımsız Kürdistan’ın bir ‘fiili durum’ olacağını gösteriyor.

Fiili durumlar ülkesi

Elbette adeta bir ‘fiili durumlar’ ülkesi olan Irak’ta ‘fiili durumların’ yasal durum haline gelmeden de kabul gördüğü düşünüldüğünde 25 Eylül’deki fiili durumun yaratacağı sonuçlar Kürdistan Bölgesi’nin varlığını riske sokabilecek sonuçlar doğurmayabilir.

Ancak bölge tarihi, kalıcı hale gelmesi umuduyla fiili durumlar yaratarak kumar oynayan yerel aktörlerin bölge dışı aktörlerin yarattığı fiili durumlar sebebiyle ellerindekini de kaybetmesinin örnekleriyle de dolu.

Irak’ın mevcut sınırları Sykes-Picot ‘fiili durumu’ ile çizildi. Saddam, 1980’li yılların başında İran topraklarını işgal ederek yarattığı ‘fiili durum’ ile sınırlarını genişletmek isterken Amerika’dan, Sovyetlerden, Avrupa’dan ve Suriye dışındaki tüm Araplardan destek gördü.

Fiili durum kumarı

İran, savaşta yenilseydi muhtemelen Saddam’ın fiili durumu kalıcı hale gelebilirdi; ancak Irak’ı İran’a karşı destekleyenler, Saddam’ın 1990’da Kuveyt’i işgaliyle yaratmak istediği fiili duruma izin vermedi.

Kuveyt’te yarattığı fiili durumla sınırlarını genişletme kumarı oynayan Saddam, Amerika’nın 36. Paralelin kuzeyinde oluşturduğu fiili durumla Irak’ın kuzeyini kaybetti.

Saddam, 1970’te Baas partisi adına Molla Mustafa Barzani ile imzaladığı özerklik anlaşmasına bağlı kalsaydı, özerk bölgenin sınırlarını ve yetkisini kendisi belirlemiş olacaktı; ancak bugünkü Kürdistan Bölgesi sınırlarını 36. Paralelin kuzeyine uçuş yasağı getiren Amerika belirledi.

Irak ordusunun IŞİD saldırıları sebebiyle Neyneva ve Kerkük’ten çekilmesinden hemen sonra buralara peşmerge güçleri gönderen Mesud Barzani, tartışmalı bölgeler sorununun çözümüyle ilgili olan anayasanın 140. Maddesinin kendiliğinden uygulanmış olduğunu söyledi.[5]

Peşmerge Bakanlığı Genel Sekreteri Cabbar Yaver, tartışmalı bölgeler kategorisinde yer almayan yerler de dahil olmak üzere peşmerge güçlerinin ele geçirdiği hiçbir yerden çekilmeyeceğini söyledi. Bunu da şu gerekçeyle açıkladı: “çünkü peşmerge, Irak’ın güvenlik ve savunma güçleri içerisinde yer almaktadır ve Kürdistan Bölgesi de Irak’ın bir parçasıdır.”[6]

Irak merkezi hükümetinden bütçe talebi ve IŞİD’den kurtarılan yerlerden çekilmeme konularında Irak devletinin bir parçası olmayı gerekçe gösteren Erbil, petrol ticareti yaparken ve tartışmalı bölgelerle ilgili karar alırken fiili bir durumla bağımsız bir devlet gibi davrandı.

25 Eylül fiili durumunun avantajları

Barzani hem Kürdistan Bölgesi içinde hem de Irak’ta tek taraflı kararlar alarak yarattığı fiili durumu en azından uzun vadede kalıcı hale getirebilir.

Çünkü Amerika, IŞİD’le savaşın sürdüğü mevcut konjonktürde Kürdistan’ın bağımsızlığının zamanlamasına itiraz etse de başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinin birbirine düşman devletçikler şeklinde bölünmesini kolaylaştıracak adımlar atıyor.

Amerika’nın bölge politikalarının eksenini oluşturan İsrail[7] ile ABD’nin en önemli finansal kaynağı olan Suudi Arabistan[8] da Kürdistan’ın bağımsızlığını başta İran olmak üzere bölge ülkelerini istikrarsızlaştıracak ve dış müdahalelere gerekçe oluşturacak bir gelişme olarak destekliyor.[9]

Türkiye ise resmi söylem düzeyinde Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı olduğunu ifade etmekle birlikte Bağdat’ı devre dışı bırakarak Erbil’le kurduğu ticari ilişki biçimiyle Kürdistan’ı bağımsızlığa götüren yola asfalt döşeyen bir ülke olarak biliniyor.

Türkiye’nin Kerkük konusunda bile ekonomik yaptırım düzeyinde herhangi bir adım atmaması ve sadece resmi açıklamalarla yetinmesi, Ankara ile Erbil arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisinin Erbil lehine geliştiğini gösteriyor.

Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması yönünde resmi bir tutumu olmakla birlikte Ankara’nın bölgedeki her sorunda Suudi Arabistan safında ve İran’a karşı tavır alması da Kürdistan’ın bağımsızlığı açısından önemli bir avantaj oluşturuyor.

Çünkü Ankara Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda Tahran’la aynı lisanı konuşuyor olsa da hem Suriye’de hem de Irak’ta lisan-ı hal ile Tahran’a karşıt pozisyonlarda yer alıyor. Örneğin Irak’ta Tahran’ın müttefikleri oldukları gerekçesiyle Bağdat’a ve Irak’ın toprak bütünlüğünü vurgulayan Haşd Şabi’ye karşı Peşmerge’nin; Suriye’de ise Suriye ordusuna karşı silahlı grupların yanında yer almayı sürdürüyor.

Kürdistan’ın bağımsızlığına yönelik tek ciddi itirazın Tahran’la sınırlı kalması, Ankara’nın bağımsızlığına rağmen Erbil’le ilişkilerini ‘fiili duruma’ emanet etmeye hazır olması, Washington’un sadece zamanlamaya itiraz etmesi ve Suudiler ile İsrail’in güçlü desteği, 25 Eylül sonrasında oluşacak fiili durumun yasal bir nitelik kazanmasa bile kalıcı hale gelebileceğinin göstergeleri olarak okunabilir.

Elbette Barzani’nin 25 Eylül’de yaratacağı fiili duruma dair kötü senaryolar da yok değil.

Tüm uluslararası ve bölgesel faktörler, Irak özelindeki şartlar ve hatta Türkiye ile Suriye kökenli Kürt hareketlerinin denkleme olan etkisi bir tarafa bırakıldığında dahi, salt Erbil-Süleymaniye çelişkisi[10] üzerine Kuveyt’i alayım derken kuzey Irak’ı kaybeden Saddam’ın kumarını hatırlatan kötü senaryolar yazmak da mümkün.

Alptekin DURSUNOĞLU
Yakın Doğu Haber
30.07.2017



[1] YDH. 12 Temmuz 2017. Barzani muhalifi partilerden ortak açıklama
http://ydh.com.tr/HD15337_barzani-muhalifi-partilerden-ortak-aciklama.html

[2] YDH. 10 Temmuz 2017. “Barzani, Brüksel’e değil Süleymaniye’ye gitmeli” 
http://ydh.com.tr/HD15329_barzani-bruksele-degil-suleymaniyeye-gitmeli.html

[3] Sputnik. 26 Temmuz 2017. Irak Başbakanı İbadi: Referandum yasal değil ve bunu
tanımayacağız
https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201707261029428469-irak-ibadi-referandum-yasal-degil-bunu-tanimayacagiz/

[4] NTV 8 Haziran 2017. ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan IKBY'nin "bağımsızlık referandumu"
açıklaması 
http://www.ntv.com.tr/dunya/abd-disisleri-bakanligindan-ikbynin-bagimsizlik-referandumu-aciklamasi,8qnVNvWSjk2vYpoJhV1H3Q

[5] YDH. 27 Haziran 2017. Barzani: Anayasanın 140. maddesi uygulanmış oldu
http://www.ydh.com.tr/HD12953_barzani--anayasanin-140--maddesi-uygulanmis-oldu.html

[6] YDH. 4 Ocak 2015. Peşmerge hiçbir yerden çekilmeyecek
http://ydh.com.tr/HD13529_pesmerge-hicbir-yerden-cekilmeyecek.html

[7] Habertürk. 29 Haziran 2014. İsrail Başbakanı Netanyahu: Kürdistan kurulmalı 
http://www.haberturk.com/dunya/haber/963559-israil-basbakani-netanyahu-kurdistan-kurulmali

[8] Nerinaazad, 7 Aralık 2015. Suudi Kralından Kürdistan'ın bağımsızlığına destek 
http://www.nerinaazad.net/news/kurdistan/bashur/suudi-kralindan-kurdistanin-bagimsizligina-destek

[9] Sputnik. 18 Haziran 2015. Suudi Kralı Selman'ın danışmanı Eşki: Bağımsız Kürdistan'ın 
kurulması kaçınılmaz 
https://tr.sputniknews.com/roportaj/201506181016078033/

[10] Denise Natali Al Monitor. 25 Eylül 2015. Irak Kürdistanı yeniden bölünebilir mi?
http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2015/09/iraq-kurdistan-region-splitting-apart.html

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Ülkücülük mü Milliyetçilik mi?

Türkiye’nin yaşadığı bütün siyasi krizlerde antiemperyalist çizgiye gelen kitlelerin Atatürk’ü keşfetmesi tesadüf değil.
Haziran 2013 eylemleri bunun bir örneğiydi. Gezi Parkı’nın yıkılması projesine karşı başlayan hareket, hedef genişledikçe, en sonunda Atatürk’ü en büyük sembol olarak benimsemişti. 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin bastırılması ise, Türkiye’nin Atlantik’e bağlanmasıyla birlikte, ideolojik kurgusu Amerika’nın siyasal denetimi çerçevesinde örülen muhafazakâr-milliyetçi kitleleri ABD karşıtı mevzilere getirmişti. Bu yaygınlaşan antiemperyalist bilincin, “AKP’yi Atatürk’e teslim olmak” mecburiyetinde bıraktığını herkes hatırlayacaktır.
Antiemperyalizmden uzaklaşanların ise Atatürk’ten de uzaklaştıkları sıklıkla tanığı olduğumuz gerçeklerden biri. CHP’nin “Adalet Yürüyüşü”nün Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nden tutun PKK’nın yasal kolu HDP’ye, Öğrenci Kolektifleri’nden tutun Hasan Cemallere kadar Atatürk ve Türkiye düşmanı bütün kuvvetleri ve şahsiyetleri kendisine çekmesi bunun örneğidir. Yürüyüşe önderlik eden, rengini veren, yürüyüşün hedefini belirleyen esas kuvvetin retoriğinin sadece Batı’dan medet umma, Batı’ya çağrılar yapma, Türkiye’nin gerçeklerinden ve önceliklerinden kopma üzerine kurulması, emperyalizm karşıtlığıyla uzaktan yakından ilişkisinin olmaması bu yürüyüşün emperyalizmi sevindiren küme içerisinde olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla emperyalizmin suni muhalefetinin yürüyüşü bu denli sahiplenmesi anlamlı oluyor. Mustafa Karasu’nun yürüyüş övgülerinden sonra tartışılacak çok bir şey kalmamış olmalı.
Özetle; antiemperyalizm Atatürk’le buluşturur, emperyalizm, Atatürk’ten uzaklaştırır.
ANTİEMPERYALİZM ATATÜRK’Ü KEŞFETMEKTİR
Bu girişi, Vedat Bilgin’in Akşam gazetesinde yayınlanan 21.06.2017 tarihli “Ülkücüler Kemalistleşiyor mu?” yazısından yola çıkarak yaptım. Çünkü Bilgin de benzer tahlili yapıyor olmalı ki, ülkücülerin Atatürk’ü keşfetmesinden duyduğu rahatsızlığı yazmış. Aslında Bilgin ülkücülere şunu söylüyor: Bırakın antiemperyalizmi! ABD denetiminde devam!..
Bilgin kendi deyimiyle “bir zihinsel kriz” yaşıyor. Yazı neresinden tutsanız, orasından dökülüyor. Bir kere kavramlar üzerinden olağanüstü boyutlarda sapmalara gidiyor, özetle şunları söylüyor:
1)Ülkücüler Kemalistleştirilmek isteniyor.
2)Bu, ülkücü hareket içine sızan Gladyo’nun projesidir.
3)Kemalizmle milliyetçilik tahrip edilecektir.
4)Kemalizm ile milliyetçilik başka şeylerdir.
5)Kemalizm demokrasi karşıtı, otoriter ve militaristtir.
Amacımız “dünün akil” adamı, Davutoğlu’nun danışmanı Vedat Bilgin’e cevap vermek değil. Milliyetçilik, ülkücülük, Kemalizm kavramlarını yukarıda yaptığımız tespitler üzerinden tartışmak.
Ezilen ulus milliyetçiliğin esası antiemperyalizmdir. Antiemperyalistleşen kitlelerin Atatürk’ü keşfetmesinin en önemli nedeni bu. Keşfedemeyen kesimler de bu yüzden keşfedemiyor. Solun bir kesimi, PKK ile ittifak üzerinden ABD emperyalizminin denetimi içerisinde hareket ederken, bu denetimin dışına çıkan milyonların tecrübesinden tam tersi yönde, kendi iş birlikçi teorilerini kuvvetlendirecek sonuçlar çıkardı. Haziran Direnişini dar bir çerçeveye sıkıştıran ve 15 Temmuz sürecini İslamcı iki fraksiyon arası kapışma olarak okuyan akıl, bu durumu değerlendirebilecek ideolojik bir berraklığa bu yüzden sahip değildi. Sağın bir bölümü ise “Washington Mutabakatı”na bağlılığını sürdürdü. Türkiye içinde silahlı gücü (Gladyo) büyük ölçüde tasfiye edilen, tahakküm zincirleri devlet katında da kırılan ABD’nin denetimindeki iktidar seçeneklerinde roller üstlendi.
Geleceği açıklayan biricik olgu yukarıda ifade ettiğimiz, kendi tecrübesi içerinde antiemperyalistleşen kitlelerin Atatürk’ü keşfetmesi durumdur. Bu yeni durumun dışında bir gelecek öngörüsü, ABD’nin bölge siyasetlerinin aparatlığına savrulmaktan ve yenilgiden başka bir şey değildir.
MİLLİYETÇİLİK
Türkiye’de milliyetçilik ideolojisinin ilkeleri antiemperyalist savaş içerisinde berraklaşmıştır. Milliyetçiliği antiemperyalizm düzleminde, millet ve vatan kavramını değer sisteminin merkezine koyan siyasal bir konumlanma olarak ele alabiliriz. Milliyetçilik, modernizmin bir sonucu olan millet kavramını yaratma ideolojisidir ve Türkiye’deki kökleri, Kemalizm’in ilkeleriyle birlikte şekillenmiştir.
20. yüzyılın başında Türkiye’nin en büyük gerçeği, imparatorluklar çağının kaçınılmaz olarak kapanması ve ulusal devrimlerin zorunluluğuydu. Bu zorunluluk Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarını siyasal hayatın dışına iterken, milliyetçiliği gerçek bir siyasal kimliğe ve programa kavuşturdu. Denilebilir ki milliyetçilik, Osmanlıcılık ve İslamcılıktan ayrılarak bir siyasal seçenek halini aldı. Aksi halde, siyasal hayatın dışında bir anı olacak kalacaktı. Bu tespit, bugün için de, Yeni Osmanlıcı ve İslamcı bir ülkücülük açısından derin bir derstir.
Türkiye 20. yüzyılın ilk çeyreğinin yarısında toprakları Anadolu’ya çekilen ve işgal altında olan bir ülke durumundaydı. Türkiye’nin bu gerçeği kurtuluş programını iki düzleme oturtmuştu: Bir, emperyalizmin işgaline karşı silahlı bir direnişle bağımsızlaşmak; iki, bağımsızlığın kazanıldığı sınırlar içerisinde yaşayan halklardan bir millet yaratmak. Bu program kısaca Demokratik Devrim programıydı ve milliyetçilik Türkiye’de bu program etrafında olgunlaştı.
Türkiye’nin 150 yıllık bağımsızlık ve demokrasi atılımlarını kıskaç altına alan emperyalizmle nihai hesaplaşma son tahlilde doğru bir program temeline dayanıyor. Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu emperyalist tehditleri bertaraf etmek, yeniden bağımsız bir ulusal devlet kurmak, Orta Çağ ilişkilerinden bütünüyle kurtulmuş özgür ve laik bir toplum yaratmak cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve devrimci bir bileşimi biricik seçenek olarak önümüze koyuyor. Milliyetçiliği bu bağlamda diğer beş ilkeden ayrı bir tasarıma tabi tutmak, karşı devrimci bir düzleme hapsetmek anlamı taşıyor. Vedat Bilgin, karşı devrimin düzlemine hapsedilmiş bir milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu için, onu köklerinden koparmaya çalışıyor.
MİLLİYETÇİLİK VE ÜLKÜCÜLÜK
Vedat Bilgin yazısının başlığında “Ülkücüler Kemalistleşiyor mu?” diye sormasına rağmen, yazının tamamında milliyetçiliği tartışıyor. Bu iki kavram eş anlamlı değil. Bilgin’in bu iki kavramı eş anlamlı kullanmasının iki sebebi var: Birincisi, Kemalizmle milliyetçiliğin kopmaz bağlarının olduğunu biliyor ve o bağları tahrip etmeye çalışıyor; ikincisi, ülkücülüğün de Kemalizm’den ve milliyetçilikten uzak bir pratik içinde kurgulandığının farkında. Acaba gerçek bu mu? Birincisine cevap verdik, gelelim ikincisine…
Milliyetçilik ve ülkücülük arasındaki ilk belirleyici ayrım şudur: Milliyetçiliğe esas rengini devrimci bir program temelinde örgütlenmek verirken, ülkücülük gerici bir mutabakat temelinde bir karşıtlık üzerinden örgütlenmiştir.
Milliyetçiliğin antiemperyalist, laik, aydınlanmacı içeriği bir devrim programıydı. I. Meşrutiyet’ten bu yana adım adım örülen, her hata sonucunda eksiklikleri giderilen, her devrimci atılımla birlikte olgunluğuna erişen bu program Kemalist Devrim’i gerçekleştirdi. Ülkücülük ise Türk-İslam sentezine dayanan ve esas rengini antikomünizmin verdiği; antikomünizm üzerinden NATO konseptine bağlanan, ABD’nin Sovyetleri çevreleyen Yeşil Kuşak projesinde rol alan, hem söylem hem içerik açısından milliyetçiliğin bozulması haliydi.
İsmail Gaspıralı’nın, Yusuf Akçura’nın, Ziya Gökalp’in, Ağaoğlu Ahmet Bey’in, Atatürk’ün milliyetçiliği ile, Ahmet Kabaklı’nın, Erol Güngör’ün, Nurettin Topçu’nun, Necip Fazıl’ın, Arvâsî’nin Türk-İslam sentezci ülkücülüğü arasındaki fark, aslında, Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin iki karşıt mevzisinin ideolojik perspektifini yansıtmaktadır. Ülkücülüğün Türk-İslam sentezci içeriği onu, Atatürk devrimciliğinden ve milliyetçiliğin ilerici, devrimci programından ve ideologlarından koparmıştır.
Bugün milliyetçilik/Atatürkçülük ile ülkücülük arasındaki ayrımı şu iki ve temel karşıt siyasetler üzerinden ele almak gerçeğe uygundur: Yeni Osmanlıcılık ile Cumhuriyetçilik, Abdülhamitçilik ile Atatürkçülük, Devrimcilik ile İdare-i Maslahatçılık, Devletçilik ile Özelleştirmecilik, Laiklik ile Ümmetçilik, Atlantikçilik ile Avrasyacılık, Batıcılık ile Üçüncü Dünyacılık
Abdülhamit’e yaklaşım ise birçok gerçeği açıklamaktadır. Abdülhamit’in icraatları alt alta yazılsa, en üste Türk milliyetçiliğini boğmak yazılmalıdır. Abdülhamit 33 yıl boyunca iktidarını korumak için, dışarıda emperyalist Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürgeleştirme programına karşı boyun eğerken, içeride devlet-ulus programını savunan milliyetçi aydınlara karşı yoğun bir baskı ve yıldırma politikası izlemiştir. Abdülhamit’in iktidarını yıkan da en sonunda Türk milliyetçileridir. Bu bağlamda milliyetçilik ile Abdülhamitçiliğin bağdaşması mümkün değildir. Zaten milliyetçiliğin ideologları da Abdülhamit’e karşı benzer tavrı sergilemiş ve tahlilleri yapmıştır. Ülkücülük ise başından beri Abdülhamitçilik siyasetini olumlamıştır.
Bu yazılanlar bir siyasi tartışmadan çok bilimsel değerlendirmelerdir. Milliyetçilik ve ülkücülük siyasetlerinin programından ve pratiğinden çıkan sonuçlardır ve elbette ki tartışılmalıdır. Teori dergisi Temmuz sayısında “Ülkücülük Milliyetçiliğin Neresinde” kapağıyla çıkıyor ve hepimize tartışma için fırsat sunuyor.
Sonuç olarak, antiemperyalistleşen ülkücüler gerçek milliyetçiliği keşfedecek ve onun üzerinden Atatürk’e ulaşacaklardır. Hatta ulaşmaya da başlamışlardır. İçinden geçtiğimiz süreç, milliyetçiliğin devrimci köklerinin keşfedildiği bir süreç. Vedat Bilgin’in rahatsızlığı bu gerçeğe dayanıyor. Demek, Vedat Bilgin daha çok karın ağrısı çekecek!
Cemil GÖZEL
aydinlik.com.tr, 22.6.2017

28 Temmuz 2017 Cuma

CHP'den HDP'nin Eylemine Destek: 'Adalet Yürüyüşü'nde Hissettik



CHP Diyarbakır İl Başkanı Sayın, terör örgütü PKK'nın siyasi kanadı HDP’nin başlattığı "Vicdan ve Adalet Nöbeti"ni ziyaret etti. Ziyaret sırasında açıklama yapan CHP'li Sayın, "Adalet yazısını görünce hala adalet yürüyüşünde hissettim" dedi.

HDP'nin dört ili kapsayacak Vicdan ve Adalet Mitingi, Diyarbakır'da 4. gününe girdi. CHP Diyarbakır İl Başkanı Mehmet Sayın ve beraberindeki heyet, HDP'ye destek ziyaretinde bulundu ve HDP Parti Sözcüsü Osman Baydemir ile birlikte açıklamalarda bulundu.

CHP İL BAŞKANI KENDİSİNİ ADALET YÜRÜYÜŞÜNDE ZANNETMİŞ

CHP İl Başkanı Mehmet Sayın heyeti adına nöbetteki vekillere çiçek verdi.

CHP'li Sayın, şunları ifade etti:

Adalet yazısını görünce hala adalet yürüyüşünde hissettim. Biz bu yürüyüşe devam etmek istiyoruz. Genel başkanımız yürüyüşü başlattığında başbakan yollarda adalet aranmaz dedi. Sokaklar sizindir. Sokaklarda hak hukuk vicdan arayışını devam ettirin. Nasıl 15 Temmuz’da demokrasi sokaklarda arandıysa biz de sokaklarda arayacağız. HDP’nin başlattığı bu eylemi canı gönülden destekliyoruz. Gönül isterdi ki bu nöbeti birlikte devam ettirelim ama izin verilmiyor. Tüm Türkiye halkı emin olsun Türkiye’ye çok güçlü bir demokrasi gelecek.

Osman Baydemir de gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. CHP'lilere teşekkür eden Baydemir şunları söyledi:

'KÜRDİSTAN DEMEYE DEVAM EDECEĞİZ'

"Parlamentoda konuşmanın dahi yasaklandığı bir rejim inşa ediliyor. Kürt halkı Kürt kültürü Ermeni, Alevi can, Dêrsim Katliamı, Çorum Katliamı demek suç sayılacak. And olsun ki susmayacağız. And olsun ki Dêrsim’e de Çorum’a da Seyit Rıza’nın torunlarına canlar demeye, Pir Sultan ruhuyla ben bu dünyaya insan olmaya geldim demeye devam edeceğiz. And olsun ki Kürtlere, Kürt, Dêrsim’e Dêrsim, Kürdistan’a Kürdistan, soykırıma soykırım diyeceğiz. Biat etmeyeceğiz.

CHP'YE TEŞEKKÜR

Boyun eğmek insanlığından vazgeçmektir. Vicdan ve adalet nöbetinden tüm vicdanlara çağrıda bulunuyoruz. Birlikte durduralım faşizmi. Vicdan herhangi kimlikle izah edilemez. Vicdan insanın ta kendisidir. Vicdan çığlığına destek veren Amed halkına teşekkür ediyoruz. Tecrit altındayız, izolasyon altındayız, kurumların ziyaretlerine dahi izin verilmiyor. Biz yalnız olmadığımızı biliyoruz. Faşizmin bu coğrafyada dayanışmayla, vicdanda buluşmayla ortadan kalkacağını biliyoruz. Bugün CHP il başkanı aramızdalar. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz."

Aydınlık/28,07,2017