Halkı örgütleyerek harekete geçirmeyi amaçlayan siyaset ile iktidarı halka ve uluslararası kuruluşlara şikâyet eden siyaset arasında dağlar kadar fark var. Alternatif arayan emperyal güçlere “Ben buradayım” mesajı vermek, bir yana; laiklik temelinde gericilikle mücadeleye kararlı halk kesimlerini örgütlemek, öte yana.
Bülent Ecevit’in 1970’lerin ikinci yarısında Milliyetçi Cephe Hükümeti’ne karşı verdiği mücadele halkı harekete geçirme çabasının bir örneğidir. 3 Haziran 1977’de yapılan Taksim mitinginde yüz binlerce insana şu sözlerle hitap etmişti: “Türk halkı bir kere bu düzeni değiştirmeye karar vermiştir. O karar noktasına gelen halk, ben duralasam dahi beni aşarak amacına erişir… Her türlü ayrıcalığı reddeden parti olduğumuz için biz, kırk bin zengini daha zengin eden değil, kırk milyon yurttaşımızı refaha kavuşturan bir düzen getireceğiz” (Cumhuriyet arşivi).
Ecevit emperyalist ülkelerin yayın organlarına “ben artık alternatif oldum, beni destekleyin” diye mektup yazmazdı. Ne de olsa devlet adamıydı. Tam aksine, kendisine mektup yazılırdı. Mesela TÜSİAD’ın 1979’da gazetelerde yayımlattığı “Gerçekçi Çıkış Yolu” başlıklı mektuplar Ecevit hükümetinin devrilmesine ve MSP ile MHP’nin dışarıdan desteklediği “Kerhen Milliyetçi” 6. Demirel Hükümeti’nin kurulmasına yol açmıştı. Ecevit her zaman NATO’cu subaylar tarafından kuşkuyla karşılanmış, patronların hışmına uğramış ve devrimci sendikalar tarafından desteklenmişti.
Ecevit çarşafa parti rozeti takmazdı, sola açıktı. O dönemde CHP’nin yaptığı bütün mitinglere DİSK (o zamanlar devrimciydi) ve sol sendikalar, bütün devrimci partiler ve hareketler kendi pankartları ve sloganlarıyla katılırlardı. Meydanlar “Halkçı Ecevit!” sloganlarıyla çınlardı. Bizim için o, Gandhi gibi bir şey değil, daha çok bir tür Kerenskiy gibiydi. İktidara geldiğinde Şubat Devrimi, ardından Ekim Devrimi vs. Çocukluk tabiî, fakat yine de Ecevit’in bütün solu aydınlatan bir ışık taşıdığını kimse inkâr edemez.
ABD’nin tarlaları bombalama ve ambargo tehditlerine rağmen 1974’te haşhaş ekimini serbest bırakmış, NATO’ya isyan ederek Kıbrıs Harekâtı’nı gerçekleştirmişti. Yemek davetlerine icabet ettiği Amerikan elçileriyle kapalı kapılar ardında konuşmazdı. Aslında o Nordik (İskandinav) sosyalizme tutkundu ve onun bir versiyonunu Türkiye’de uygulamak istiyordu. Sanırım Willy Brand’ın ünlü raporlarını da benimsiyordu ve tıpkı onun gibi, kuzey ülkeleri ile güney ülkeleri arasındaki refah açığının kapatılmasını insanlığın kurtuluşu olarak görüyordu. Elbette, mecburen kendi programının çok gerisinde harekete geçmiş, “toprak işleyenin su kullananın” diye yola çıkmıştı. Yürürken koşup koluna girenlere dikkat ederdi.
Ecevit, teorik görüşleri olan bir dava adamıydı. Karanlık komplolarla “lider olmamış”, İnönü gibi tarihi bir devi zamanın ruhuna uygun bir program ve açık bir mücadeleyle devirerek CHP’nin genel başkanlığına seçilmişti.
Tony Blair’in klasik sosyal demokrasiyi yoldan çıkaran neoliberal ve emperyal “Üçüncü Yol” soytarılığına iltifat etmemişti. BOP projesine ve Irak’a askeri müdahaleye karşı çıkmış, Körfez Savaşları’nın Türkiye’nin bölünmesine yol açabileceğini öngörmüştü. 2002 yılında şöyle demişti: “Gözlerimiz sürekli Kuzey Irak’ta olacak. Eğer en küçük bir olumsuzluk ortaya çıkarsa gerekli tedbirleri alacağız” (agy). O sırada emperyalizme meydan okuyarak, bölgede bir “fiili devlet”in ortaya çıkması halinde askeri müdahalenin de düşünülebileceğini söylemişti.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun manifestosunu dinlerken hatırladım bunları. Konuşmanın, “liberal demokratik” bir hareketi başlattığını; bu hareketin ülkenin bütün liboş entellerini, HDP’yi ve onun kuyruğuna takılan solcuları, içerideki ve dışarıdaki FETÖ’cüleri ve ABD başta olmak üzere Atlantik cephesini sevindirdiği açıktır. CHP’nin altı ok’tan ve Mustafa Kemal’in istiklâl-i tam ilkesinden kesinlikle koptuğunu bir kez daha idrak ettim. Konfüçyüs, İranlı Sâdî, Hz Ömer ve “sevgili peygamberimiz”in yanı sıra Mustafa Kemal’den de bir alıntı yapabilirdi, ama yapmadı. “Saldırgan olmayan, uluslararası hukuka uygun bir dış politika” sözleri ülkemizin bekası açısından vahimdir. Sayın Kılıçdaroğlu, Türkiye sanki huzur okyanusunda bir adaymış, Saray bu adada basit bir kusurdan ibaretmiş, uluslararası hukuk diye bir şey varmış gibi konuştu. “Laiklik” sözünü sadece bir kez, mevcut anayasadaki ölü maddeye atfen kullandı. Konuşma bittikten on beş dakika sonra, ilk tepki TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik’ten geldi: “Çok sade, çok net ve çok masum.”
“Turuncudur, turuncu!” diye bağırarak okurların asabını bozmak istemem. Fakat politikacılar söz konusu olduğunda sadelik ve masumiyet bende hep kuşku uyandırmıştır. Maltepe mitingi eylem çanağını iyice genişletti. İçini kimlerin nasıl dolduracağını, CHP tabanının nasıl tepki vereceğini göreceğiz. Takip edeceğiz.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/11.07.2017