Türkiye’deki 68 kuşağı Batı’daki benzerlerinden farklıdır. Onlar “reel sosyalizm” olarak gördükleri sistemin neredeyse bütün tarihine kayıtsız kalan anarşizan hareketlerdi. Herbert Marcuse’ü Marx’tan daha iyi anladıklarını ve benimsediklerini söyleyebiliriz.
Bizimkiler sosyalizmin temel eserleriyle henüz tanışıyorlar ve Yankee emperyalizmini ülke topraklarından kovmayı amaçlıyorlardı. Devrimci gençliğin saflarında antiemperyalist bilincin oluşmasında TİP’in katkılarını, bu partinin Türkiye’deki ABD askeri üslerini açığa çıkarmasını, Vietnam Savaşı’na kararlı bir tutumla karşı çıkmasını da dikkate almak gerekir (Aybar, ABD’nin Vietnam saldırganlığını yargılayan Russel Mahkemesi’nin üyesiydi).
68 gençliğinin en büyük katkısı “devrim” kavramıdır. “Devrim yapmak” mümkün görünüyordu. Mevcut yasalara uygun yöntemler geliştirilerek, parlamenter yollardan gidilerek sosyalizmin kurulamayacağına inanmışlardı. Önce kurulu düzenin (12 Mart iddianamelerinde “müesses nizam” denilen şey) işçi ve köylü hareketleriyle yıkılması, “devrim”in gerçekleşmesi gerekiyordu. 68 gençliğinin en fedakâr ve kararlı unsurları ezilen sınıfları harekete geçirme umuduyla kendilerine “öncülük” görevi verdiler.
Öncülerin çoğu somut koşulların somut analizinde vahim hatalar yapmalarına rağmen asla geri dönmeyerek sonuna kadar gittiler ve savaşarak göçmüş devrimciler Pantheon’unda yerlerini aldılar. Devrimin mümkün olduğu düşüncesi onlardan sonra da yaşamaya devam etti.
Beş yıllık bu kısa süreyi “çocukluk dönemi” olarak adlandırmak insafsızlık olur. Çünkü bu dönemin de kendi içinde, kendi içsel koşulları ve şartlanmışlıkları içinde, çocukluk, ergenlik ve olgunluk dönemlerini ayırt etmek mümküdür. En genelde, bilinç ve kararlılığın nesnel koşulların önüne geçtiğini ve aradaki mesafenin felaketli sonuçlar yaratacak şekilde açıldığını söyleyebiliriz.
68 kuşağı öncülerinin ölümünden sonra devrim uğruna ölmek anlam kazandı. Elbette bunun şartı, ölümünüzün sizden sonra gelecek olan devrimci kuşaklara bir miras, hatta bir eylem kılavuzu aktarabilme ihtimalidir. Bu ihtimalin güçlü olduğunu düşünenler devrimci mücadelede hayatlarını feda etmekten çekinmemişlerdir. Haklı çıkmışlardır; isimleri asla unutulmamış, sonraki mücadelelerin gittikçe güçlenen sembolleri olarak yaşamıştır ve sonsuza kadar da yaşayacaktır.
Peki Rakka yolunda ABD ordusuyla birlikte IŞİD’e karşı savaşırken ölen devrimcilerin arkalarında bıraktıkları devrimci miras nedir? Emperyalizmin bölgesel planlarıyla uyumlu olan eylemleri neye kılavuzluk edecek? Mahir Çayan’ın, Deniz Geçmiş’in adını anarak genç devrimcileri silah altına alıp Amerikan ordusunun önünden “azap askerleri” gibi Rakka yolunda savaşa süren alçak savaş ağalarından -ki bu adamlar ne emperyalizm ne de kapitalizm lafını yıllardır ağızlarına almazlar- hesap soracak yerde bu devrimci kardeşlerimiz devrimci bir mücadele içinde ölmüşler gibi ağıt yakan ve kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan irili ufaklı gruplara ne demek gerekir? Ben sözümü şimdilik esirgeyerek daha ileriye saklıyorum, çünkü zaman her şeyi açığa çıkaran en büyük öğretmendir.
Arkadaşımız Fehmi’nin ergenlik çağında oyuncak silahla banka soymaya teşebbüs eden oğlu Ulaş’ın ölmeden önce Rakka yolunda çektirdiği fotoğrafta üzerinde görülen üniformayı, başındaki kepi burada yorumlayacak değilim. Sadece, yazıktır, burada ciddi bir “bilinç kayması” ve aymazlık vardır, demekle yetiniyorum.
Şimdi de Gezi Direnişi nedeniyle tutuklanan, daha sonra Kandil’e gidip savaş ağasıyla fotoğraf çektiren “kırmızı fularlı kız”ın da Rakka yolunda çatışırken öldüğünü işitiyoruz.
Ben kendimi bu ölümlerden sorumlu hissediyorum. Demek ki biz yıllarca anlatamamışız, ikna edememişiz. “Hepsi Amerikan askeri oldular, gidip belalarını buldular,” demiyoruz ve diyemeyiz. Bizim insanlarımızı sahte devrimci ajitasyonla Amerika’nın kara ordusuna katan savaş ağalarının gerçek yüzlerini açığa çıkarmakla yükümlüyüz.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/03.06.2017