31 Ekim 2010 Pazar

ÖZDEMİR İNCE: "Türban sadece türban değildir!"

HÜRRİYET-30 Ekim 2010
Türban sadece türban değildir!


TÜRBAN fesadı konusunda yazdığım yazılar kimilerini çıldırtıyor. Gazetelerindeki köşelerinde, televizyon ekranlarında beni hedef gösterip hakkımda “Vur emri” veriyorlar.

Benim bu konuda yetkim olmadığını ileri sürüyorlar: Arapça bilmiyormuşum, ilahiyat eğitimi almamışım. Bu durumda benim “Fransız dili ve edebiyatı” dışında hiçbir konuda yazı yazmamam gerekiyor. Oysa yazıyorum ve çok iyi yazdığımı biliyorlar. Kuran-ı Kerim'i Türkçe, Fransızca ve İngilizcelerinden okuyorum. Yabancı dil bilenlere, Kuran'ı bildikleri yabancı dilde okumalarını salık veririm. Çünkü bu çevirilerde hiçbir aşırı yorum yok. Oysa Türkçe çevirilerin çoğu sapmalarla, saptırmalarla dolu. Din konusunda dünya çapında bilgin Arap danışmanlarım var. Demek ki: Bu konuda yazanların yüzde 99'undan daha yetkiliyim.
* * *
Değerli okurlar, türbanla saçları örtme zorunluluğu konusunda Kuran metninde hiçbir dayanak yok. Bu durumu iyi kavramak için, Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın “KUR'ÂN-I HAKÎM'in açıklamalı MEALİ” adlı çevirisinin 359. sayfasında yer alan NUR SÛRESİ'nin 31. ayetinin tamamını birlikte okuyalım: “Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korunmalarını söyle! Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler. Ziynet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınlar, ellerinin altında bulunanlar (köleler), erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçileri veya kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocukları dışında kimseye göstermesinler.”
* * *
24/31. ayette yer alan başörtüsü (hımar) Arap Yarımadası kavimlerinin binlerce yıldır çöl güneşine ve rüzgârların savurduğu kumlara karşı korunmak için başlarına taktıkları geleneksel örtü. Kuran, bu örtülerin uçlarının göğüsleri örtecek şekilde salınmasını söylüyor. Türkiye'de 21. yüzyılda güneşten sakınmak için başka çareler var ve zaten çöl kumlarından korunmanın da gereği yok. Çok uzun zamanlardan bu yana kadınların göğüslerini örten, saklayan giysiler ve başka şeyler var. Bütün Müslüman kadınlar pek güvenli olmayan örtünün dışında başka giysiler ve parçalarıyla göğüslerini örtüyorlar.

Peki, Nur (24) Sûresi, 31. ayet, kadınların mahrem yerlerinden habersiz çocuklar ve erkeklikten kesilmiş hizmetçiler de aralarında olmak üzere, kadınların kendilerini sakınmak zorunda olmadıklarını da yazıyor. “Kadınların mahrem yerleri” nereleri acaba? Demek ki günümüz kadınları 1400 yıl öncesinin kadınlarına göre çok daha korunaklı, çok daha iffetli!

Gerçek bu! Türbanın herhangi bir kutsallıkla hiçbir ilişkisi yok. Bunu yazarak kadınlara hakaret etmek mümkün değil. Söz konusu ayetin Türkçe çevirisi yukarıda yer alıyor. Aklı olan, gerçeği kolayca anlar. Ancak türban, İslamcı militanların gözünde sadece türban değil, Cumhuriyet'e karşı bir başkaldırı simgesi. Demokrasiyle, insan haklarıyla, herhangi bir bireysel özgürlükle hiçbir ilişkisi yok! Yazdıklarımın tamamı belgeli, kanıtlı. Kuran'a saygısızlık söz konusu bile değil. Tam tersi! Yazılarıma saygı duyulması gerekir!




Mustafa Sönmez: Dur Bir Yer Edeyim, Bak Sana Neler Edeyim ...

Mustafa Sönmez: Dur Bir Yer Edeyim, Bak Sana Neler Edeyim ...: "Mustafa Sönmez Türkiye’de gelirin birinci elden bölüşümünde büyük eşitsizlik var. Beklenir ki, devlet, vergi ve harcamalar üstünden bu bölü..."

TUNCAY ÖZKAN ve MUSTAFA BALBAY SÖYLEŞİSİ:"Torunlara miras bırakılacak dava"

Cumhuriyet 30.10.2010
Üç yıldır süren Ergenekon davası bitirilmemek üzere açılmış
Torunlara miras bırakılacak dava


Balbay (B): Nereden başlayalım?

Özkan (Ö): Önce davayı enine boyuna konuşalım, tartışalım. Bugüne kadar hiç yapılmayanı yapalım...

B: Haklısın... Dava, medyada olağanüstü beklentilerle, yakıştırmalarla başladı. Şimdi günlük haberlerin bir parçası olarak devam ediyor.

Ö: Üç yıldır bu davayla Türkiye’yi aydınlığa kavuşturacağız diyorlardı. Herkes kendisine sorsun; aydınlığa mı karıştık karanlığa mı? Her şey daha mı karıştı, yoksa çözüldü mü? Demokrasi mi geldi korku mu?

B: Açtığın konu başlı başına bir kitap olacak ölçekte. Ergenekon davalarına gelirsek, birinci ve ikinci davanın bu şekilde devam edemeyeceğini artık herkes gördü. Biz ikinci davanın gazeteci olarak tanığı ve sanığıyız.

Ö: Gazeteci olarak başlık atmak zorunda kalsaydın, bu davada gelinen nokta için ne derdin?

B: Birlikte düşünelim... Örneğin, görüldükçe uzayan dava, Ergenekon davası destanından daha zorlu, sanıktan toruna dava mirası, torunlarına miras olarak dava bırakacaklar...

Ö: Ben de senden esinle söyleyeyim: Ergenekon her yere kondu...

B: Ama kalkamadı...

Ö: Bu davanın bitmesi mümkün değil, çünkü arkasındaki siyasi irade Türkiye ile işini bitirmedi daha...

B: Bu noktadan devam edelim. Bu davanın içine her kesimden insan katıp, aydınlanmış aydınlanmamış her olayı koydular, yakın tarihi dava üzerinden yeniden yazmaya koyuldular. Hukuki süreç bir yana, davanın siyasal hedefi bu...

Ö: Sadeleştirelim... Amaç, muhalifi susturmak, halkı korkutmak, bizim üzerimizden, bizim derimizi yüzerken Türkiye’ye yeni bir gömlek giydirmek. Salonu gözünün önüne getirsene, sol tarafta 20-30 yaş arası terörist, suikastçı, katil, tetikçi denilen teğmenler ve polisler, geri kalanı 73 yaşında bir sendikacı, emekli albaylar, sen, ben, etçiler, emlakçılar. Davanın özü diye sorunca yargıç, savcı diyor ki darbe, generaller nerde? Onlar için dava açmaya gerek görmediler.

Süreç ilerledikçe karmaşıklaşıyor

B: Ben şimdi peşine takılıyorum. Kamuoyu yeterli bilgiye de sahip olmadığı için, ister istemez şöyle düşünüyor: “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”; vardır bir şeyi, “bunca iddianame hazırlandığına göre hepsi mi yalan, vardır vardır...”
Hani Einstein’ın bir sözü var; bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan zordur. Böyle bir önyargı oluşturuldu. Bunu pekiştirmek için müthiş bir medya operasyonu da başlatıldı...

Ö: O korkunç... Ayrıca anlatalım...

B: Haklısın, o başlı başına ayrı bir bölüm... Bu önyargıyı güçlendirmek için, geçmişte kimi suçlar işlemiş, cezasını çekmiş kişiler de aynı çuvala kondu. Ayıklamayı da biz sanıklara bıraktılar...

Ö: Onu da başlı başına bölüm yapalım...

B: Tamam... İşin bu yanı özellikle kamuoyunda davaya belli bir mesafe ile bakanlar açısından önemli. Bütün benzemezler bir araya getirilip iddianame şablonunda zorla aynı örgüt üyesi teröristler yapılmaya çalışılıyor. Zürafaya balıkla bir olup dağ başındaki kartala saldırmışsın diyorlar, solucana da gizli tanık ifadesi verdirip, olay sırasında kartalın üstünde uçmaktaydım dedirtiyorlar...

Ö: İnanmayanı, olur mu öyle şey, o zaman gelin bizi de alın diyeni de içeri alıyorlar... İlhan Selçuk alınıyorsa beni de alırsınız dedim, olanlara bak... Ama en çarpıcı örnek Cumhuriyet’in başına gelenler...

B: Bu yanını etraflıca aktaralım. Ergenekon’un yöneticisi olduğu iddia edilenlerin başında İlhan Selçuk var. İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesini örgüt adına ele geçirmeye çalışmış. Bu sırada kendisi gazetenin imtiyaz sahibi ve başyazarı. Yani kendine ait gazeteyi ele geçirmeye çalışmış.

Ö: İnsanın, kendi cüzdanımdaki parayı çalmak istiyorum, demek istemesi gibi bir şey...

B: Aynen öyle, dahası var... İlhan Selçuk, Turhan Selçuk’a talimat verip domuzlu karikatür çizdiriyor. Böylece örgüt elemanlarının tahrik olmasını sağlıyor. Tahrikin ardından örgüt gazeteye üç kez bomba atıyor. Polis yakalayamıyor. Cumhuriyet 5, 10, 11 Mayıs 2006 günleri bombalanıyor. Son eylemden 5 gün sonra da aynı kişiler Danıştay saldırısını gerçekleştiriyor.

İlhan Selçuk faillerin yakalanması için yazı yazıyor; nereden bulalım bir ya da iki bombacıyı diyor... Savcıya göre bu, iddianamede İlhan Selçuk’un örgüt yöneticiliğine delil... Çünkü bomba atanların sayısını biliyor.

Ben de o dönem Ankara Temsilcisi olarak, başyazar, gazetenin imtiyaz sahibi İlhan Selçuk’la yaptığım görüşmeler nedeniyle örgütün Ankara’daki görüşmelerini koordine eden üye yapılıyorum.

Ö: Bu zürafanın öyküsünde eksiği ben tamamlayayım; biz seninle 10 yılda 4 kez telefonla görüşmüşüz, sen bana örgüt adına siyaseti ele geçireceğiz, parti kur demişsin. Ben de parti kurmuşum. İyi ama bütün bunlar 2006-2008’de olmuş, 2003-2004 darbe suçlamasıyla ne alakası var? Alakasız, uysa da uymasa da yapıyorlar.

AKİT’İN MANŞETİNİ VE İTİRAFLARI GÖRMÜYORLAR

B: Sözde örgütün iddianameye göre 2 silahlı eylemi var; biri Cumhuriyet’in bombalanması, öteki Danıştay cinayeti. Böyle bir cinayeti insanım diyen hiç kimse onaylayamaz...

Ö: Ben bu olayı iyi biliyorum. Araştırdım. İddianame diyor ki; Atatürkçüler Atatürkçüleri öldürdü. Danıştay alçaklığını işleyenlerin kesinleşmiş kararlarını dikkate almadan, bağlantılarını görmezden gelerek cinayete katılanları serbest bırakıyorlar. Bize de sizi Danıştay’daki Atatürkçüleri öldürten, Cumhuriyet’i bombalatan örgütün üyesi olmaktan tutuklu yargılayacağız diyorlar. Akit gazetesinin olaydan 2 hafta önce attığı manşeti, sanıkların itiraflarını görmezden geliyorlar, bombaları nereden, nasıl, kimden aldığını, bütün yardımlara rağmen söyleyemeyen, saldırıdan mahkûm olmuş bir gizli tanık itirafçının yalanlarına itibar ediyorlar. Bizi de bu vahşi cinayeti işleyen örgütün bir parçasıymışız gibi göstermeye çalışıyorlar.

İşte benim deli gömleği giydirmeye çalışıyorlar dediğim bu...

B: Danıştay cinayetini bu davaya bağlama çabalarını sen üç kitaplık “Ergenekon Kitaplığı” serisinin birincisinde ayrıntılarıyla yazdın.

İşin içine silah, cinayet girince kim tedirgin olmaz, kim ürpermez? İşte bu davada böylesi olaylarla bizi aynı çuvala koyup boğmak istiyorlar.

Dava ilerledikçe bütün bunlar ayrıştırılıp, doğru-yanlış ayıklanacak yerde, davanın üstüne yeni olaylar, komplolar, senaryolar, klasörler eklenip her şey daha karmaşık hale getiriliyor.

ADLARI DAVADA TERÖRİST AMA...

Ortada örgüt yok

B: Darbe davanın özü dendi ama, iddia edilen dönemdeki yani 2003-2004 yıllarındaki başlıca sorumlular, böyle bir şey hissetmediklerini söylediler. Dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök’ün verdiği ifade, iddianamenin içinde; darbe iddialarına zemin olacak bir şey yaşanmadı diyor. Dönemin başbakanı Erdoğan, öyle bir algı hissetseydim gereğini yapardım diyor. Dönemin Amerikan Büyükelçisi Edelman, kimi iddialar geldi, belge dedikleri şey sahte çıktı, diyor.

Ö: Bunları yapan örgüt nerede?

B: Hah, zurnanın zırt dediği yer o... Savcı, biz aynı zamanda Ergenekon örgütüne üye olup darbe çalışmalarına katılanları yargılıyoruz diyor. Ben, piyasaya yeni çıkan Silivri Toplama Kampı-Zulümhane kitabımda bu durumu ayrıntılarıyla işledim. İddia edilen “Ergenekon Silahlı Terör Örgütü”nün varlığı kanıtlanabilmiş değil. Yani, devletin yıllarca terörle mücadele etmiş birimlerine göre, ortada böyle bir örgüt yok. Genelkurmay, MİT, Jandarma, Emniyet, davanın görüldüğü 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin istemi üzerine resmi yazılar gönderip, “Bizim arşivimizde böyle bir örgüt yer almıyor. Bizdeki bilgiler 16 Haziran 2007’de Ümraniye’de ele geçirilen el bombalarıyla ilgili soruşturma kapsamında hazırlanan iddianame ile sınırlıdır” dediler... Diyarbakır’da başlayan KCK davası “örgüt davası”nın nasıl bir şey olduğunu gösterdi.

İfadesi alınmadan tahliye

Ö: Öyle bir yargılama ki bütün yöneticileri tutuksuz, lideri belirlenememiş, silahlı kanadının bütün yöneticileri mahkemece serbest bırakıldı. İddianamede darbeye delil gösterilen belgeleri bilgisayarında yazdığı iddia edilen ve tam 221 sayfada suçlanan albay, ifadesini vermeden tahliye edildi. Alevi ve Ermeni kanaat önderlerine suikast düzenleyecek iki timin lideri denilen teğmenler ve polisler ifade vermeden tahliye edildi, bu gruptan tutuklu sadece 3 kişi kaldı. Biri İbrahim Şahin, ki; suikast planları evinde el yazısı ile çıktı denildi, avukatı da arkasını imzaladı dediler... El yazısının ne İbrahim Şahin’e ne de davadaki sanıklardan herhangi birine ait olmadığını Adli Tıp belirledi. Avukatı da arama sırasında, böyle bir belge görmedim ve imzalamadım diye mahkeme heyetine söyledi. Savcılık, işte burada diyemiyor. Öyle bir dava ki; suikastçı, katil, tetikçi, mafya diye suçlananlar serbest kalıyor. Teğmenler Güneydoğu’da görevlerine başlıyor, polisler cumhurbaşkanı, başbakan korumalığı yapacak kadar hassas görevlerine geri dönüyor. Adları davada terörist. İki gazeteci, üç emekli, muslukçu, etçi, emlakçı asrın davasında tutuklu yargılanıyor. Akıl akıl gel peşime takıl...


TUNCAY ÖZKAN ve MUSTAFA BALBAY SÖYLEŞİSİ:"ERGENEKON ÜZERİNE.." 2

Cumhuriyet 31.10.2010

Suikast timinde yer aldığı iddia edilenlerin tümü sorgusuz serbest bırakıldı
Mahkeme de inanmadı
Suikast yok; “yapacaklardı” diye terörle mücadele eden gencecik teğmenler, polisler, bir de senle ben tutukluyuz... Bu ne yaman çelişki...
Suikast yok, cinayet yok, geriye kaldı darbe... O nerede? Pilavdan plan, hayalden de darbe üretmişler... Sen hiç darbe planı diye lazer ışık gösterisi, internet reklam çalışması gördün mü?
2005’te Prof. Yücel Aşkın tutuklandığında Prof. Bernay ve Prof. Hilmioğlu’nun da “sırada” olduğu iddiaları vardı. O gün olmadı, görev süreleri doldu, Ergenekon oldular...




Ö: Ne garip bir davanın içindeyiz. Son dönemde JİTEM’i ben kurdum, ben kapattım diyen, davanın sanıklarından Arif Doğan tutuksuz, ev eşyalarını koyduğu deponun sahibi emlakçı tutuklu... Kuvvet komutanları davada yok, dönemin emekli subayları tutuklu... Suikast yok, yapacaklardı diye terörle mücadele eden gencecik teğmenler, polisler, bir de senle ben tutukluyuz... Bu ne yaman çelişki...

B: Sen davanın değişik renklerini oluşturan bir yelpaze ortaya koydun, buradan devam edelim, iddianamenin dayanaklarının bir yılda ne hale geldiğine bakalım.

Ö: Silahlı kanattan başlayalım... Ali Balkız, Kazım Genç, Mutafyan suikastları ve 5-1 ve teftiş planı listesinde adı geçen suikast iddiası...

B: Öyle bir plan ki 22 kişi bir telefon mesajıyla Siirt’ten, Hakkâri’den, Diyarbakır’dan, Adapazarı’ndan Türkiye’nin her yerinden 24 saat içinde Ankara’ya gelecek, Ali Balkız’ın oturduğu sokakta suikast için sıralanacak...

Ö: Suikastı yapacakların kodlarını açıklayalım: aaa, bbb, ccc, bu “ı”ya kadar gidiyor. Niye tek a değil, niye bir iki kişi suikast yapmıyor da 22 kişi yapıyor? Belli değil... Bunlar birbirlerini gördüler mi ellerini ceplerine sokuyor, sigara yakıyor, şapkasını çıkartıyor... Haberleşiyorlar.

B: Okuyucu bunları mizahi bir oyunun metni sanabilir, iddianamede aynen böyle geçiyor...

Ö: Evet, aslında trajikomik. Ancak, bir ayrıntı var ki inanılmaz. Suikast yapılacak kişi bir yıl önce plan yapılan evden taşınmış. Asrın örgütünün bundan haberi yok... İlginç bir ayrıntı daha verelim. Suikastçılar, yani 5-1 listesinde adı suikastçı olarak geçtiği ileri sürülen bir teğmen var, terörle mücadelede iken birliğinden gözaltına alınıp getirilmiş. Yargıç sormuş, “Senin 5-1 listesindeki ‘hhh’ olduğunu düşünüyorlar, ne diyorsun?” Teğmen, “Benim adım Emre Baltacı, adımda h yok” demiş. Telefon tapen var, demişler; o da yok demiş. Yargıç, “gerçekten yok” demiş. Teğmen mahkemede dedi ki, “Yargıç bana, özür dileyerek seni tutukluyorum, dedi ve tutuklandım...”

Bu teğmen terör örgütüne üyelik ve 5-1 listesinde adı var diye 16 ay tutuklu kaldı. Savunmasını yapmadan, kendisine bu listede var mısın diye sorulmadan tahliye edildi.

B: Ki o teğmen tutuklanmadan önce İstanbul’daki Formula-1 yarışlarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü korumuş, Gül’le fotoğrafları Alman dergilerinde yayımlanmış.

Keşke orada ölseydim

Ö: Benim içimi en çok acıtan iki şey var; o gencecik teğmenler, astsubaylar, X-Ray güvenlik cihazından geçerken aletlerin cayır cayır ötmesi... Çünkü hepsinin vücudunda ya kurşun ya şarapnel parçası var... El bombası atılmış mağaranın önünde, Astsubay İrfan Bolayır, arkadaşlarını kurtarmak için el bombasının üstüne yatmış. Vücudunda 6 tane şarapnel parçası kalmış... Zorla çatışma bölgesinden uzaklaştırmışlar. Mahkemede kalktı dedi ki, “Keşke orada ölseydim de burada bana terörist denildiğini duymasaydım.”

B: Sözünü ettiğin kişilerin tümünün sorgusuz serbest bırakılmasıyla mahkeme heyeti de inandı ki, suikast timi yok... Ordu ve emniyet de bu iddialara inanmıyor ki, serbest bırakılan personelini ertesi gün göreve başlatıyor...

Ö: Suikast yok, cinayet yok, geriye kaldı darbe... O nerede? Pilavdan plan, hayalden de darbe üretmişler... Sen hiç darbe planı diye lazer ışık gösterisi, internet reklam çalışması gördün mü?

B: Gördüm, iddianamede var. Üstelik darbe planlarını yazdı dedikleri albayı sorgusu yapılmadan, yani hiç dinlemeden serbest bıraktılar, ama 16 ay tutuklu kaldı. İşin en ilginç yanı da yasalar, darbe iddiasının yargılama konusu olabilmesi için cebir ve şiddeti zorunlu kılıyor. Nerede cebir ve şiddet diye sorduğumuzda, Danıştay ve Cumhuriyet saldırıları diyorlar. Darbe planları ne zaman? 2003-2004... Söz konusu saldırılar ne zaman? Mayıs 2006...

Ö: Bir çelişki daha var. Bana soruyorlar, Cumhuriyet mitinglerini yaptın mı? Evet yaptım... İddianame bu mitingler için darbeye zemin hazırlama diyor. Hangi darbe? 2003-2004. Mitinglerin tarihi ne? 2007-2008... Hangi darbeyi kapsıyor? İddianame diyor ki, emekli darbesi... Mahkeme salonunda darbe de darbe diye dolaşan bir Hüseyin Keskin vardı, onu da tahliye ettiler... İşsiz bir gençti.

B: Hüseyin Keskin’in öyküsünü kısaca anlatalım... İddianamede Sarıkamış’ta yakalanan Keskin, burada Kürt-Türk çatışması çıkartmak, Kandil Dağı’na Karayılan’ı öldürmeye gitmekle suçlanıyordu. Belinde tabanca ile yakalanmış.

Ö: Ama tabancanın tetiği ve iğnesi çalışmıyor. İddianameye göre tamirciye götürülürse silah olarak kullanılabilirmiş...

B: O zaman 23-24 yaşındaki Hüseyin, önce Sarıkamış’ta bir silah tamircisi bulacaktı, sonra bu işlere girişecekti. Mahkeme heyeti Hüseyin’i dinledikten sonra Sarıkamış Emniyet Müdürlüğü’ne bir yazı yazdı. Hüseyin Keskin’in Sarıkamış’ta bulunduğu dönemde herhangi bir toplumsal olay meydana gelip gelmediğini sordu. Gelmedi yanıtı alınınca 18 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. Kısaca Hüseyin, Sarıkamış’tayken bir kız kaçırılsa, bir kavga çıksa yanmıştı... Yanmıştık!

Ö: Asrın teröristi Hüseyin, asrın davasında mahkeme heyetine seslenişiyle kazındı kafama, “Sayın başkanım, darbe de darbe, darbe de darbe, yapılacaksa yapılsın, bana ne. Ya ben anlatıyorum, anlatıyorum, anlatamıyorum. Ben Sarıkamış’a tatile gittim. Ben kötü bir şey yapacak olsam, benim sırdaşım annemdir. İşte annem orada, (annesine dönerek) anne söylesene ben böyle kötü bir şey yapar mıyım ya, başkanım benim her şeyimi annem bilir ya” diye bağırmıştı.

B: Davanın bir ayağı da Toplumsal Dönüşüm Yayınları etrafında oluşan grup. Kendi içlerinde bir ortak anlayış oluşturmuşlar, iç içe giren dostluklar oluşmuş, bunu savcılar kafalarında oluşturdukları Ergenekon şablonuna monte etmek için her şeyi yaptılar...

Ö: Öyle bir çelişki ki, o arkadaşlar Tuncay Özkan’ı sevmiyorlar, Cumhuriyet mitinglerine katılmamakla övünüyorlar, katılınmaması için çalışmışlar, Kanaltürk için Yahudi sermayesi, benim için de Yahudi yalanını uyduruyorlar. Mahkeme Başkanı bile onlardan birine en ağır hakareti etmişsin diye söyledi. Ben sorunca sizi tanımıyorum ama öyle düşünüyorum diyor. Aynı örgütün o yöneticisi ben üyesiyim. Ötesini ben söylemeyeyim...

O gün olmadı ama..

B: Bir de rektör ayağı var...

Ö: Sen birlikte de kaldın, neler yaşandı, ne oldu?

B: Evet, 17 Nisan 2009’da eski ve yeni rektörler tutuklandı. Ben Fatih Hilmioğlu ve Ferit Bernay’la kaldım. Biz ayrı bir bölümde yaşadıklarımızı aktaracağız ama, onlar da bizim gibi mesleki ve toplumsal sorumluluklarından kaynaklanan, tümü yasal faaliyetleri nedeniyle suçlanıyorlar. Aslında onlar rektörlüğü sürdürürken hedefti. 2005’te Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın tutuklandığında Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Bernay, Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Hilmioğlu’nun da “sırada” olduğu iddiaları vardı. O gün olmadı, görev süreleri doldu, Ergenekon oldular...

Ö: Mehmet Haberal diye bir tıp adamı var. Rektörlüğü, işadamlığı, toplumsal konumu, doktorluğunun altında ezilmiş kalmış. Karaciğer, böbrek nakilleri konusunda Türkiye’de çığır açmış, dünyada öncü olmuş. Böyle bir doktoru iki yıldır hakkında bir tek delil göstermeden 3 metrekarelik bir hastane odasında tutuklu yargılıyorlar. Bütün sorgusu boyunca ‘hangi suç, hangi eylem beni kuvvetli şüphe ile burada tutuklu bırakıyor’ dedi...

B: Yani Haberal Hoca, üniversite kurmuş, yanık tedavi merkezi kurmuş, hastaneler, oteller kurmuş, on bini aşkın çalışanı olmuş, televizyon kurmuş, arada kalan zamanda da terör örgütü kurmuş.

Ö: Aynen öyle... Ama acı olan, terörle ilgili tek soru sormadan terörist diye suçlanmak. Neredeyse eceliyle ölen rahmetli Bülent Ecevit’i öldürmekle bile suçlayacaklardı. Soruyorum, senin sorgunda benim sorgumda terör faaliyeti diye ne sordular? Gazeteciliğimiz, yaşam biçimimizdi sorgulanan.

B: Zaten bu davanın özelliklerinden biri, insanları en hassas oldukları konuda suçlamak ki, psikolojik etkisi çok ağır olsun. Organ nakline hayatını adamış bir Prof. Haberal’ın bir başbakanın hayatına kastettiğinin iddia edilmesi, hatta düşünülmesi, nasıl yorumlanmalı? Bundan sonrasına da halkımız karar versin..

Ö: Sen gazetecilik için, demokrasi için, cumhuriyet ve insan hakları için hayatını ortaya koydun. Şimdi neyle suçlanıyorsun? Bunları ortadan kaldırmaya çalışmakla... Ben gazeteciliğimi, yolsuzluk, mafya, çeteleşme, terör örgütleriyle mücadeleye adadım; şimdi bunların parçası olmakla suçlanıyorum. Davada pek çok insan terörist kurşunlarıyla yaralanmış, ölümden dönmüş, ama şimdi hepimize terörist deniyor.

Böyle bir davanın ayakta kalması mümkün mü?

B: Elbette mümkün değil. Ancak görünen o ki, bu davayı başlatanlar için asıl olan davanın sonuçlanması değil, bitmemesi, bazı kişilerin tutuklu kalması... Tutuklu kalanlar üzerinden toplum üzerinde Ergenekon kılıcının sürekli sallanması... Bu iktidarın, devletin tüm katlarında istediği dönüşümü, toplumsal muhalefeti sindirerek sürdürmesi...



MİNE G. KIRIKKANAT: "ALATURKA MUCİZELER"

Cumhuriyet 31.10.2010
RÖVEŞATA

MİNE G. KIRIKKANAT


Alaturka Mucizeler

İslam uygarlığının genelinde Yahudi-Hıristiyan, özelinde Batı uygarlığına göre örneğin temizlikte geri kalmışlığını vurgulayan biri; muhatabı ister Türk olsun, ister Araplaşmış Türk, eninde sonunda şöyle bir savunmayla karşılaşır:

“Onlar hamamı da helayı da bizden öğrendiler! Bizim hamamlara öykünüp alaturka helayı benimsemeden önce oturaklarını pencereden dışarı döker, yıkanmak yerine de parfüm sıkarlardı!”

Doğrudur.

Batı uygarlığı, temizliği Osmanlı’dan öğrenmiştir. Ancak İslamiyetin temizlikteki tarihsel önderliğini savunanların karşılık veremeyeceği çünkü ya bilmediği, ya da bilmezden geldiği iki gerçek vardır:

Bir, İslami toplumlar da temizliği üzerinde yaşadıkları coğrafyanın eski fatihleri Romalılardan öğrenmiş, hamamları Roma hamamlarının devamı, alaturka hela da antik kentlerde hâlâ görülebilir “latrine”lerin gelişmişidir.

İki, tarihte kim kime öğretmiş olursa olsun, bugün temizlik kültüründe boynuzun kulağı çoktan geçtiği, hangi toplumların yaşadığı mahalleden yediği gıdaya, temizliğe daha çok önem verdiği ve hatta insanların yıkanma sıklığından bellidir!
***
İslamiyetin çağda geri kalmışlığını tarihte ileri gitmişliğiyle savunanlar, “Bir zamanlar kartaldık, yine uçabiliriz...” umudunu içeren kanıtları kimi kez “Araplar sıfırı bulmasaydı, matematik olmazdı,” klişesine yaslar, çoğu kez de Endülüs Emevi uygarlığını örnek alırlar.

Bütün bunlar ve hatta, İslamiyetin Bağdat ve Şam ekseninde 8. yüzyılda başlayıp 12. yüzyıl ortasında “Birinci Fitne” ile biten bir “Altın Çağ” yaşadığı doğrudur.

Ne var ki 8. yüzyıl, Bizans diye anılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun Ortodoksluk’ta bağnazlık virajını alıp Yunan felsefe okullarının özgür düşünce geleneğini sürdüren bilginleri, din dogmalarıyla çatıştıkları için linç etmediği zaman kapıya koyduğu dönemdir... Bu bilginlerden pek çoğu, kendilerini kovan dinin karşıtına, başta Arap yarımadası Akdeniz’deki İslam topraklarına sığınmışlardır. Başka bir deyişle İslamiyetin Altın Çağı’nda, hemen tüm Avrupa Orta Çağ’ın dinci karanlığına gömülürken Arap meslektaşlarına antik Yunan geleneğinin birikimini sunan düşünür ve bilimcilerin büyük katkısı vardır.

Endülüs Emevi Devleti’nin de aynı yüzyılda kurulup parlamaya başlaması, raslantı olmasa gerek... Birinci Abdurrahman’ın emriyle 785 yılında yapımına başlanıp 987 yılında biten Kordoba Camii’nde Bizanslı kalfaların, taş yontucuların ve sanatçıların çalıştığını, mozaiklerin Anadolu’dan getirildiğini, zaten Konstantinopolis’ten gelen mozaik ustaları tarafından döşendiğini bilir miydiniz?

Ya Endülüs’ün en büyük Arap düşünür, matematikçi ve tıp bilgini İbn-i Rüşd’ün (Averroes) İslami dogmalara karşı Aristo felsefesini savunduğunu, Aristo’nun eserlerini Arapçaya çevirdiğini ve bu çevirilere “şerhler” yazdığını?
***
Demem o ki İslami uygarlıkta zirve yapan Endülüs Emevileri, bu zirveye biraz da -hatta epeyce- başta Yahudi bilginleri, eski Yunan’dan Bizans’a değişik kültürlerden aydınlara yer açıp “düşünce özgürlüğü” sağladıkları için varabilmişlerdir. Sonlarını da İspanyollara karşı Mağrıp’tan yardıma çağırdıkları fanatik İslamcılar getirmiştir. İbn-i Rüşd, ulemanın “kâfir” ilanıyla Endülüs’ten kaçmak zorunda kalmış, İspanyollardan önce bağnaz Berberiler yakmıştır Abdurrahman sarayını, kitaplıkları, Berberiler öldürmüştür 4000 Yahudiyi, serbest dolaşan Müslüman kadınları ve şarap içen erkekleri...

Hıristiyanlıktan zaten 600 yıl sonra kuramsallaşan İslamiyet, o gün bugündür Orta Çağı’nı sürüyor.
***
Biz Türkler, dogmaları bilimin önüne geçiren ve bitmek bilmeyen bu çağın tam ortasında, “alla turca” mucizeler yarattık. Çürümüş imparatorluktan bir devlet, tutsak ümmetten özgür bir millet, kukla hilafetten laik bir Cumhuriyet yaratmayı başardık.

Ama bağnazlık, bir kez daha geri geldi. Din yine özgür düşüncenin önünü tıkıyor. Yine İslamiyetin bitmek bilmeyen Orta Çağı’na dönüyoruz. Üstelik, mucizenin sonunu getiren ayrımcı ve yasakçı kafa, Endülüs’teki İslam uygarlığını öve öve, Endülüs’ü bitiren kafa! Yüzyıllardır hiç değişmedi...




















İLHAN SELÇUK: "TARİHİN TEKERLEĞİ"

PENCERE

Tarihin Tekerleği

Avrupa’nın ötesinde berisinde yapılan seçimler­de, sandıktan sol çıktı mı, bizde bir cayırtı başlıyor, solcular seviniyorlar:

- Savulun, sol geliyor!..

Solcuların sevinci, medyadaki döneklerde öfkeli tepkiler yaratıyor.

Neden?..

Tepki niçin gerçek sağcılardan değil de dönekler­den geliyor?.. Çünkü dönmeler yobaz olur. Kişi din değiştirdi mi, bağnazlaşır, insan ister ihtida eylesin, ister tanassur etsin, yeni girdiği dinin mürtecisine dönüşür.

Cayırtı bundan kopuyor...

Dönekler ne diyor:

- Hayır!.. Sol öldü. Hem Avrupa’da kazanan sol bizimki gibi değil...

- Nasıl?..

- Onlar yenilikçi..

- Hımmm..

- Onlar özelleştirmeci..

- Haaa..

- Onlar Kemalist değil..

- Hiii..

Dönmeler Kemalizme bozuluyorlar; Avrupa solu neden Kemalist olsun?.. Onlar ‘Aydınlanma Devrimi’ni kendi tarihsel koşullarında Mustafa Kemal doğmadan çok önceleri yaşadılar..
*
İnsan solcuyken sağa yamanabilir, sağcıyken sola gönül verebilir; bunlar doğaldır; ama, bizim dönekler, Moskova’nın dediğini dedik sayan, Marks’a peygamber gibi tapan, kimseye eleştiri hakkı tanımayan, sosyalizmi şablonculuk sanan köftehorlardı; din değiştirdikten sonra kafayı değiştirmediler...

Kafa aynı kafa...

Şabloncu kafa!..

Keratalar hazır giyime alışıklar, eskiden Moskova malı üniforma giyerlerdi, bu kez Washington markalı konfeksiyon malı kullanıyorlar.

Ayıp değil mi canım!..

Avrupa ya da Amerika’da sol ne yapıyorsa, biz ne­den taklit etmek zorunda kalalım?.. Türkiye’nin gerçeklerine göre sol fikir, program, tasarım, tartışma neden olmasın?.. Avrupa’da bir sol parti kendi top­lumunun koşullarına göre özelleştirme yapabilir. Ben onun mukallidi miyim?.. Neden özerkleştirme ya da başka yöntemler üzerinde çalışıp kafa yormayayım?..

Moskova şablonculuğu üzerine sol, Türkiye’de tutmadı; dönekler bu kez Washington şablonculuğu üzerine laf üretiyorlar.
*
Dönek ya da dönme dediğimiz köftehorlar, bir de solcuların “Tarihin tekerleği geriye dönmez” demelerine çok kızıyorlar...

Hay Allah!..

Kim çıkarmış bu tekerlek lafını?..

Sözlüklerde tekerleğin iki anlamı var: Biri bildiği­niz tekerlek, öteki edilgin eşcinsel erkek...

Tekerlek döner...

Ancak kim demişse demiş, “Tarihin tekerleği ge­ri dönmez” demiş; bizim dönekler “döner” iddiası­nı güderek diyorlar ki:

- Bakın bize, bizim tekerleğimiz hem ileri dönüyor hem geri...

Ne yapalım?..

Herkesin tekerleği bir olmaz ki!..

Dileriz ki bundan sonra dünyanın ötesinde beri­sinde yapılan seçimlerde sandıktan sol çıkmaz!. Çıkarsa Türkiye’de başımız öfkeli döneklerle be­laya giriyor...

(6 Mayıs 1996 tarihli yazısı)

29 Ekim 2010 Cuma

ATTİLA İLHAN'DAN "CUMHURİYET" VE "DEMOKRASİ ÜZERİNE"......

SÖYLEŞİ

ATTİLA İLHAN
10 ŞUBAT 1999 ÇARŞAMBA

'Demokrasi' Olayım Derken...

Jean Renoir 'ı o tarihte (39/40 filan olabilir) henüz tanımıyorum; 'Hayvanlaşan İnsan' / 'La Bête Humaine') filmi, Karşıyaka çocukluğumuzda, bizi allak bullak etmişti: Jean Gabin ve Simone Simone oynuyor, Fransız Sineması'nın ünlüleri! Yanılmıyorsam, birkaç yıl sonra, Hamdi Varoğlu, eserin aslını, 'Beşerdeki İfrit adıyla Türkçeye mal etti, iyi de yaptı: Emile Zola 'nın en çarpıcı romanlarındandır, meraklısı bilir. Benim, beyaz perdede gördüğüm ilk 'işçi', işte o filmdeki, lokomotif makinistidir; ama 'işçi romanı' ne demek, lisedeyken, 'Germinal' i okuyunca anlayacağım!.

'Erken' Cumhuriyet döneminin 'sorumluluk sahibi' yazarları; bundan geri kalmış mıdır? Reşat Enis 'in, 'yasaklı' romanı 'Afrodit Buhurdanında Bir Kadın', Zonguldak Mağden İşçileri'nin; 'Toprak Kokusu' (Asıl adı, 'Kara Kısmet' ) Çukurova ırgatlığını, 'Sarı İt' Bayar/Menderes 'demokrasisinin', 'sarı' sendikacılığını anlatır. Orhan Kemal, Adana dönemi hikâyelerinde, yörenin pamuk işçilerini ve fabrika halkını pek güzel çizmiştir. Bunlar hep, 'Dip Dalgası' nın, genç Türk Edebiyatı'na yansımaları! Şiir derseniz, uzun boylu isim zikretmeye gerek yok. sadece Nâzım 'ı hatırlamak yeter: ''...onlar ki toprakta karınca,/suda balık, /havada kuş kadar / çoktular / korkak / cesur / hâkim / ve çocuktular.. ve. İlh...''

Türk Edebiyatı'nda, köylülüğün işçiliğin önüne geçmesi ne zamana rastlıyor? '40 Karanlığı' na mı? Garip tesâdüf! Artık 'olumlu tip', işçi olmaktan çıkmış, 'öğretmen' olmuştur - yâni 'bürokrat!' Düzeni iyileştirmek için, kendisiyle uğraşılan 'olumsuz' ise, toprak sahibi 'mütegallibe' den çok, artık köyün İmamı'dır: temel çelişki, böylece alt/yapı'dan (ekonomiden), bir güzel üst/yapıya (kültür'e) aktarılmış olur; 'işçi muhalefeti', yalnız toplumsal ve siyasal hayattan değil, sanattan da yok ediliyor. O dönemin 'alafranga ilericileri', 'Orda bir köy var uzakta' yı ezbere bilirler; Fakir 'in (Baykurt) romanları ellerinden düşmez; oysa aynı dönemde, işçilerin hâli perişandır.

Sonra, bunu da, konuşacağız.

'amerikan rüyası'nın 'alaturka versionu'...

Şimdi parmak basmak istediğim, başka bir şey: devr-i dil-ârâ-yı 'demokrasi' de, yalnız işçi değil, bütünüyle köylü de, ortadan kayboluyor; 'Dip Dalgası' nın mayası, iki ana unsuru, sanatımızdan adeta kazınmıştır; yerini, ya 'uçuk', ne boka yaradığını bilmez, 'marginal' şehir aydını; ya da, 'arabesk', 'tarifsiz kederler içinde' varoş çocuğu alıyor. Nasıl, siyasette, işçi muhalefeti'nin, -yani sosyalistlerin ve komünistlerin- yerini, 'etnik' ve 'Şeriatçı' muhalefet aldıysa, öyle! Şiirde bak, aynı şey! Okuyabilirsen, romanları oku, benzeri! Filmleri, hiç sorma, hepsinden beter; yalnız 'sosyal' i kaybetmediler; bu arada 'beşeri' de elden gitti; çünkü o da toplumsal gerçekle ilişkili; 'yabancılaşmayı' katmerlendirmek için, aynen pop müziği, ya da o müziğin klipleri gibi, filmler de para/psikolojiye, psikiyatriye, ya da psiko/patolojiye kaydılar. Adeta bir tımarhanedeyiz! 'Sistem' in istediği de budur: 'sanatçıyı', 'delinin' yerine koymak: 'Delidir, ne dese yeridir', kimse ciddiye almaz!

TRT Televizyonunun ilk zamanlarını, kime rastlasam, özlemle anıyor. Haksız mıdır? 'Resmi' de olsa, belirli bir ciddiyet, hayli yüksek bir kalite içindeydi: 'Yeşilçam' lümpenliğinin gittikçe irtifa kaybetmesinde, o dönemin TRT 'dizileri' az mı etkili olmuştur sanırsınız? O diziler ki, hemen her birisi, Türk edebiyatının demirbaş isimlerinden birinin romanını, hikâyesini, ya da piyesini ekrana getirir; şu veya bu şekilde, daha önce ulaşamadığı kalabalıklara ulaştırırdı: 'Aşk-ı Memnû', 'Üç İstanbul', 'Yorgun Savaşçı', ve ilh... 70'li yıllarda, TRT ekranında seyredilmiş, yerli ve yabancı belgesellerin yanında (meselâ 'İpek Yolu') esamisi bile okunmaz şeyleri, 'özel' televizyonlarımız, ancak sabaha karşı oynatabiliyorlar. 'Vurgun' esprisiyle çekilen 'Diziler' inse, onları, on seneden az bir sürede, nasıl bir sefalete düşürdüğünü, ibretle görüyoruz.

Piyasada, 'resmen' ve 'fiilen' batmış olan Yeşilçam lümpenliği, aslında yasal bile olmayan 'özel televizyonculuk' sâyesinde, ikinci gençliğini yaşıyor. Programların bütünü, 'aydınlatmak' ya da 'bilinçlendirmek' için değil, sözde 'eğlendirmek', gerçekte ise toplumsaldan -dolayısıyla 'ciddi' siyasetten- koparmak için tasarlanıyor: bütün Türkiye, her gece, 'Sayısal Loto', 'Turnike', 'Çarkıfelek' rezilliğiyle 'oyalanıyorsa', bunun 'acı ve çıplak' anlamı nedir? 'Dip Dalgası' nı, -yâni kara kalabalığı- yaşadığı gerçekten soyutlayıp, onu şans perisinin lütfedeceği milyarlarla avutmak değil mi?

Bu da 'Amerikan Rüyası' nın, besbelli 'alaturka' bir versiyonu!

'kara tahta' ve 'küçük ekran'...

S orunumuz acaba ne? 'Cumhuriyet' le 'demokrasi' yi birbirine karıştırmak mı; yoksa, 'demokrasi' ye geçeyim derken, devletin temeli olan 'cumhuriyet' in vazgeçilmez prensiplerini çiğnemek mi? Şu son birkaç söyleşidir altını çizdiğim noktaları, bir de, şu sözlerin aydınlığında gözden geçirir misiniz? Varacağınız sonuçları, son derece, merak ediyorum.

''...cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına, kendi tabii ışıklarıyla, her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan bir okula benzemelidir. Demokraside ise, okulun kendisi topluma benzemelidir. Okulun ilk görevi, onda, iş pazarına adapte olmuş üreticileri (müteşebbisler) yetiştirmektir. Bu durumda onda 'hayata açık bir okul' veya 'seçime, isteğe bağlı bir eğitim' talepleri ortaya çıkacaktır...''

''...cumhuriyette okul, duvarlar ve özel yönetmelikler arasında kapalı bir yer olmak zorundadır. Çünkü bunlar olmazsa, okul, onu herbiri farklı bir yöne çeken sosyal, politik, ekonomik veya dinsel kuvvetler karşısında, bağımsızlığını (yâni laikliğini) kaybedecektir. Biri insanı ortamından bağımsız kılmaya, diğeri ise onu onunla bütünleştirmeye çalışan iki okul, aynı okul değildir. Böylece cumhuriyetçi okulun şöhretini aydın işsizler teşkil edecek, buna karşılık demokratik okul rekabet gücüne sahip bir aptallar topluluğu yetiştirecektir...''

Fakat, tartıştığımızla dolaysız ilgili olan, sanırım şu söyledikleri:

''...demokraside ana kavram iletişimdir (communication), cumhuriyette ise kurum (institution), Cumhuriyetçi terminolojide, okul müdürü (instituteur) veya müdiresi kavramının, bu işin bizzat kendisi gibi saygı uyandıran bir kavram olması; buna karşılık demokraside, utanılacak bir şey sayılması hayret verici değildir. -Kara tahta veya küçük ekrandan- iki ayrı tür terminoloji çıkar. Her rejimin kendi yüceliği vardır: hayatın ve diplomanın yüceliği! Gazeteci, reklâmcı, şarkıcı, aktör, işadamı bir demokrasinin rehberlerini teşkil eder. Öğretmen, yargıç, bilim adamı, ve hatta -görünüşte paradoksal olmakla birlikte- subay, cumhuriyetin rehberlerini oluşturur...''

Bunlar Regis Debray 'nin sözleri! (le Nouvel Observateur, 30 Kasım/6 Aralık 1989) Ne kadar ibret verici, ne kadar düşündürücü sözler! Henüz hiçbirimiz, 'cumhuriyetçi' olmak üzerinde yeterince, düşünmemişiz ki, onun ilkelerinden sapılarak gerçekleştirilecek bir 'demokratlığın', nasıl vahim ve tehlikeli bir 'yozlaşmaya' yol açacağını kestirebilelim!

'Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyâmete!'

ATTİLA İLHAN'IN "CUMHURİYET" ÜZERİNE BİR MAKALESİ: SOSYALİST SOLUN 64 YIL ÖNCEKİ SAPTAMALARI...

SÖYLEŞİ
ATTİLÂ İLHAN
11 KASIM 1998 ÇARŞAMBA

'Erken Teşhis'in Pahalı 'Bedeli'!

Bu tarihte Korkut Özal açıklamıştır, onun yalancısıyım; bildiğim kadarıyla, tekzip eden çıkmadı: meğerse bunlar, İstanbul Yüksek Mühendis Mektebi' nde öğrenciyken; aralarında 'islâmcı' bir 'hücre' kurmuş; o zamanlar yasak olmasına rağmen, galiba bir de 'mesçit' uydurmuşlar; namaz eda ediyorlar; aralarında, dini sohbetler yapıyorlar, filân! 'Bunlar' dediğim, kimler? Başta Erbakan, Turgut ve Korkut Özal biraderler, bir de Süleyman Demirel! Şu 'kadro' ya bir bakar mısınız? Türkiye Cumhuriyeti' nin son kırk yılında, 'siyâsi şahsiyet' olarak, onların adı yazılı: üç başbakan, bir bakan, dört parti lideri! Hepsi de, -hadi hafifleterek söyleyelim- 'muhafazakâr'!

Aynı kuşağın çocuklarıyız. Onlar Yüksek Mühendis' de okurken, bizler İstanbul Üniversitesi' nin çeşitli fakültelerinde (hukuk, iktisat, edebiyat, tıp, vs.) öğretim görüyor; onlar, müstakbel liberal/muhafazakâr partilerin liderliğine hazırlanırken; biz, haksızlığa uğradığına inandığımız Nâzım Hikmet' i kurtarmaya uğraşıyorduk: İYTGD (İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği), tarihe sanırım en çok bu eylemiyle geçmiştir. Mühendisler'in İnönü 'Cumhuriyeti' nde kılına bile dokunulmadı; orası, belli; berikilerin, çil yavrusu gibi dağıtılıp, 'duman edildiğini', size ben mi anlatmalıyım?

Hukuk Fakültesi koridorlarında, 'hainleri dövmek' amacıyla kol gezenlerden birisi; yıllar sonra, Ecevit' in maiyetinde 'ortanın solu', o da lâf mı, 'demokratik sol', bir siyasetçi olarak, İzmir' e gelmişti; 'Demokrat İzmir' in pencerelerinden, Konak Meydanı' nda halka konuşan Bülent Ecevit' i dinliyorduk; mahçup, gözlerini benden kaçırarak, dedi ki: ''- ...insan bazı şeyleri geç anlıyor!''. Acaba bazı şeyleri mi? Etiketi ister merkez sağ, ister merkez sol olsun; İnönü Cumhuriyeti'nin ardılı, 'Soğuk Savaş' politikacılarının; hiçbir şeyi, hiçbir zaman, doğru dürüst anlayamadıklarının kanıtı; Gâzi'nin Cumhuriyeti'nin, 75 yıl sonra yine 'ecnebi'den ve 'irtica'dan, 'muhafaza ve müdafaa etmek' mecburiyetinde oluşumuzdur.

Oysa az mı uyarılmışlardı?

'İnkılâp kartalı'nın yıktığı softalık...

Şu satırlara, lütfen bir göz atar mıydınız? ''... aramızda dolaşan, içimizde yaşayan, medeniyet ve kültür vasıtalarımızdan faydalanarak, saçma sapan vaızlara, nasihatlara kalkışan, şapkalı yobazlara karşı, halkımızı ve gençlerimizi uyanık tutmalıyız...''

''... önlerindeki uçsuz bucaksız, yepyeni dünyaya; aklın ve kültürün hürriyetini sağlayan, yepyeni bir âleme karşı, körler gibi bigâne bakanlar; akla, kültüre, vicdana ve insan haklarına, zincir vurmuş devirlerin, hasretini çekmekteler ve kurtuluş yolunun dönemecinde, hâlâ keçiler gibi ayak diremektedirler...''

''... aramızda dolaşan ve içimizde yaşayan, bu ileri kültür ve atom asrının, şapkalı 'yobazları' istiyorlar ki, atının dizginlerini gevşetip, ileri milletlerle atbaşı gitmeye karar vermiş Türk milleti, yine Yemen Çölleri'nde Veysel Karani olsun; yine Şahmaran'lar, Battal Gazi okusun!...''

Ne dersiniz? Anadolu İhtilâl ve İnkılâbı' nı tehdit eden büyük 'tehlikeye' doğru teşhis konulmuş mu, konulmamış mı? Bence, 'uyarı' çok açık, çok da yerinde! Hele şimdi lütfen göz atacağınız satırlarda, daha da ayan beyan ve etkileyici görünüyor:

''... bodrumların, izbelerin 'kara yılanı' daha şimdiden kımıldıyor. Kimi 'tarikatlar serbest bırakılsın!', kimi 'Dindarlıkta Amerika örnek alınsın!' diye bağırırken, kimi de cami üstüne cami yaptırmakta önayak oluyor...''

''... böylece 'inkılâp kartalı'nın memleketinde, onun yıktığı softalık bütün ellerin işbirliğiyle mezarından çıkarılmaktadır. Sokaklardaki sarıksız başlar, müzelerdeki başsız sarıklara iştiyakla atılıyor. Tencere yuvarlanmakta, kapağı bulmaktadır. İnkılâp ruhu hâmisiz kalınca, tüccar partilerinin, müteahhit gruplarının ve softa bozuntularının hücumuna uğradı. Yeni vaitlerle ortaya çıkanlar, Atatürk'e başkalarından daha çok bağlı oldukları yaygaralarını koparanlar; Anadolu çocuklarına değil, beş on küçük burjuvaya dayanarak, din yaygaraları kopararak, inkılâbı terk ediyorlar!...''

Hayır, yanıldınız! Bu 'uyarılar', son zamanların uyarıları değil! İlki, 10 Nisan 1946' da (12. sayı), ikincisi 17 Nisan 1946' da (13. sayı), henüz kurulmakta olan Türkiye Sosyalist Partisi' nin 'nâşir-i efkârı' 'Gün' dergisinde yayınlanmıştı; ilkinin yazarı Esat Adil bey' di, ikincisinin Doğan Rûşenay, yâni Hasan Tanrıkut! 'Sosyalist Sol', -ne kadar yerinde ve zamanında olduğunu, bugün daha iyi anladığımız- bu 'uyarıları' yaparken; henüz 'ortanın solunda' olduğunu keşfetmemiş olan, CHP iktidarda idi; ve İsmet Paşa, parti içindeki 'alafranga ilericiler' 'Hasan Ali Yücel ve takımını- ya tasfiye etmişti, ya da etmek üzereydi!

''Tüccar partileri, müteahhit grupları ve softa...''

TSP' nin -aslında 'Sosyalist Sol' un- bu uyarısı üzerine; Gâzi' nin inkılâpçı, halkçı ve lâik partisi, ona elini uzatıp; irticaa karşı güçbirliği edeceğine; bildiğiniz gibi onu, bir nezarethane, mahkeme, mahpushane değirmeninde, on beş yıl boyunca 'öğütmeye' uğraşmıştır. Gerekçesi, 'ecnebiyle işbirliği'; Parti'nin beraati ise bunun geçersizliğinin 'kanıtı'; bazen düşünüyorum da, sakın asıl gerekçe Hasan'ın (Tanrıkut) yazısında geçen tek cümlelik o müthiş 'tesbit' olmasın? Ne demiş baksanıza:

''tencere yuvarlanmakta, kapağına doğru koşmaktadır; inkılâp ruhu hâmisiz kalınca tüccar partilerinin, müteahhit gruplarının ve softa bozuntularının hücumuna uğradı...''

Talihsiz dostum Hasan Tanrıkut, bir tek cümlesiyle hem bizdeki değişmez 'oligarşi çekirdeğini' (bürokrasi + burjuvazi); hem de, yıllar boyu içinde çalkalanacağımız kaosu, daha o zamandan saptamamış mı? Klasik Batı demokrasileri, savaş ertesinde; alternatifin 'işçi muhalefeti' -yâni sosyal demokrat, sosyalist ve komünist partiler- olduğu ve olacağı, liberal burjuva demokrasisine dönedursun; Türkiye'deki 'totaliter' iktidar, 'tüccar partilerini ve müteahhit gruplarını' rahatça besleyip büyütebilsin diye, 'softa bozuntularını' el altından ortaya salıyor; İşçi Muhalefeti'nin ise, üzerinden silindir gibi geçiyordu.

Hâlâ öyle yapmazlar mı?

ATTİLÂ İLHAN'IN "CUMHURİYET"İN 75.YILI İÇİN YAZDIĞI MAKALE

SÖYLEŞİ

ATTİLÂ İLHAN 30 EKİM 1998 CUMA

'Cumhuriyet, Hayat Demek!..'

Ü ç çeyrek asır oldu, 'Cumhuriyet' i yaşıyoruz; onu anlayabildik mi, pek sanmıyorum.

Onuncu yıldönümünde, siyah önlük beyaz yaka, uygun adım törene katılırken, biz öğrenciler için 'Cumhuriyet hayat demek' ti: 'her savaştan, açık alınla çıktığımıza' inancımız tam; 'Gâzi Paşa' ya güvenimiz sonsuz! Ne var ki bu kutlamalar, nedense nesiller boyunca, hep 'kurtuluş teması'na ağırlık vermiş; 'ihtilâl ve inkılâp' faslı, neredeyse es geçilmiştir: Oysa, 'kurtuluş' kadar, belki de daha fazla, o önemliydi: 'hâkimiyet'in halka intikâli' az şey mi? Herkesin, 'Ulusal Demokratik Devrim' adını verdiği, budur.

Gâzi 'nin ünlü özdeyişini, kim hatırlamaz? 'Hâkimiyet bilâ kayd-ü-şart milletindir'! Hâkimiyet'in, kayıtsız şartsız millette olması ve onda kalması, 'demokrasi'nin tek ve vazgeçilmez şartıdır; özdeyişin anlamı, o; nice 'Cumhuriyet' muhalifinin, anlamak istemediği de, o! Her 'cumhuriyet', bir 'demokrasi' değildir: Doğu Bloku 'nun 'Halk Cumhuriyet' leri, 'totaliter' rejimlerdi; İngiltere ve İsveç 'demokrasileri' yse, birer 'cumhuriyet' değil, 'meşrûti' birer 'monarşi' dir. Şu halde, 'demokrasi' 'iktidar'a oynar; 'hâkimiyet' kimdeyse, onda kalır; onun el değiştirmesi, 'siyaset' değil, 'inkılâp'tır: oysa, demokrasiyle 'inkılâp' olmaz; iktidar, yâni hükümet değişir, bu siyasettir.

İttihat ve Terakki 'yi 'ıslahatçı', Müdafaa-i Hukuk 'u 'inkılapçı' yapan, işte bu farktı: İttihatçılar, geldikleri zaman da, gittikleri zaman da, 'hâkimiyet' Osmanlı 'daydı; Müdafaa-i Hukuk eyleme başladığı zaman, 'hâkimiyet' Osmanlı'daydı ama, Halk Fırkası'na dönüştüğünde, artık 'bilâ kayd-ü-şart milletin' olmuştu. 'Cumhuriyet', halk hâkimiyetinin adıdır; 'demokrasi', iktidara kimin geleceğini, seçme hakkını, halka vermiştir ama; bu hak, 'cumhuriyet'e karşı kullanılamaz: bütün 'cumhuriyet' anayasalarının, birinci maddesi buradan geliyor.

'Hâkimiyet' bir 'bütün'dür!..

B oyunlarında Bâb-ı âli'nin 'idam fetvalarıyla', Müdafaa-i Hukuk Ankara 'sında kurtuluşu örgütleyen 'ana kadro' dan; Hüseyin Rauf Bey 'le Refet Paşa 'nın aslında Osmanlı 'cı; Ali Fuat Paşa, Dr. Adnan Bey ve Hâlide Edip Hanım 'ın 'tekâmül' cü; sadece Mustafa Kemal Paşa 'nın 'cumhuriyetçi' -hem de 'radikal' bir 'cumhuriyetçi' - olduğu, zaman içinde anlaşılacaktı. Mazhar Müfit Bey, Erzurum Kongresi 'ne tekaddüm eden günlerde, 'nihaî amacın' cumhuriyet olduğunu, Gâzi 'den öğrendiğini yazmıştır; 'hâkimiyet' le 'iktidar' ı karıştırıp, inkılâbı 'yumuşatmak' yandaşı olan Hâlide Edip, 50'li yıllarda 'alaturka particiliğin' rezilliğini görüp, Gâzi Mustafa Kemal Paşa 'yı 'rikkatla' hatırlayacaktır.

'Hâkimiyet' bir bütündür, eski deyimle 'gayr-ı kaabil-i tecezzi -parçalara bölünemez- bir bütün; onu monarkh 'dan halka intikal ettirmek, Fransız Büyük Devrimi 'nde inkılâbın sahibi burjuvazi gelişmiş olduğu halde, az mı kafanın kesilmesine neden olmuştu? İnkılâp gerçekleştikten sonra da, devirdiğini içinde taşır; diyalektiğin gerçeğidir bu, hâkimiyet halkındır demek yetiyor mu, hayır; halifenindir diyen pusudadır, işe Allah'ı karıştırır; ortak olmak hevesindeki 'bölücü', pusudadır, işe 'ecnebi'yi karıştırır!' Mustafa Kemal Paşa, 'radikal' cumhuriyetçiydi, yâni Jakoben (Jacobin); siz bu kelimenin ne manaya geldiğini, bir ansiklopedide okudunuz mu? Okuyunuz: İstiklâl Mahkemeleri 'nin zulüm yapmadığını o zaman anlayabilirsiniz.

Cumhuriyet, 'iktidarı' milletin seçmesine imkân tanıyor: 50'li yıllardan bu yana, bu prensip işlemektedir; yarım yüz yıl sonra önümüzdeki tablo nedir: Türkiye'de 'muhalefet', ya 'Şeriatçı'dır, yâni iktidara değil, 'hâkimiyet'e oynar; ya 'etnik'tir, yâni 'iktidar'ı değil, 'Hâkimiyet'in yarısını ister; üç çeyrek yüzyıl sonra, 'muhalefeti' rejim düşmanı, cumhuriyet olur mu? Gâzi 'nin 1938'de bıraktığını koruyamadığımız; ya da el altından, karşı/inkılâpçı tavrı desteklediğimiz meydandadır; yoksa hâkimiyet 'in halkta olduğu Türkiye Cumhuriyeti 'nde, eğer burjuva partileri (merkez sağ/merkez sol) iktidar'da ise; proletarya partileri (sosyal demokrat, sosyalist ve komünist partiler) 'muhalefet'te olmak lâzımdı!

Bilir misiniz: 'Sosyalist Sol'u topyekûn vatana ihânetle itham edenler, aslında cumhuriyet'e ihanet ediyorlardı.

'Otoriter' ama 'totaliter' değil!..

Gâzi 'nin 'cumhuriyet' i, 'otoriter' di, evet! Hiçbir zaman 'totaliter' olmadı: oysa bitirdiğimiz yüzyılın yarısı, 'totaliterliğin' altın çağıdır: Mussolini, Hitler ve Stalin, klâsik demokrasiyi çamura bularken, Mustafa Kemal Paşa, buna heves ettikleri için, Recep Peker/İsmet Paşa ikilisini görevden alıyordu: 'otoriterlik', inkılâpçılığın 'tahtında müstetir (altında gizli)', yâni tabiatında var; oysa 'totaliterlik', istibdadın çağdaş bir türevidir ki, 'hâkimiyet' i halkta bırakmaz, ya bir 'seçkinler oligarşisi' nin, ya 'apparatçikler' in, ya 'nomenklatura 'nın emrine verir: Türkiye Cumhuriyeti 'nde bu dram, İnönü döneminde (1938-1950), bir de 'talihsiz' hükümet darbelerinde yaşanmıştır. Cihet-i Askeriye, 'Atatürkçülüğü', Bonapartisme'le karıştırmıştı; oysa Gâzi, asla Bonapartiste olmadı, hep Jakobendi.

Cumhuriyet, millettir, yâni halk! Hâkimiyet'in yâni devletin organları, millet adına iş görecektir: yasama ve yürütme, 'millet adına' dır; yargılama, 'millet adına' hüküm verir; savunma, 'millet adına' cumhuriyet 'i korur; çünkü 'hâkimiyet' e tâlip ya da ortak olmak teşebbüsü, onu milletin elinden alma teşebbüsüdür; milletin 'ma'şerî' (kamusal) refleksini, Kuva-yı Milliye'nin ardılı Silahlı Kuvvetler gösterir; 'millet adına', milletin 'hâkimiyetini muhafaza ve müdafaa etmek', onun görevi; ama, ona sahip çıkmak değil; çünkü bu sahiplenmenin adı askeri oligarşidir, ya da militarist totaliterlik: yâni, 'hâkimiyet'i, milletten almak!

Cumhuriyet her şeye rağmen, 75. yaşını idrak ediyor: Faşizmin, Nazizmin, Bolşevizmin süprüldüğü gezegende, bu, hiç kuşkusuz önemli bir başarı! Onu bir de, sahici bir demokrasiye dönüştürebilseydik, yok mu ya!.. keyfimize pâyân olmazdı.

MERAKLISI İÇİN NOT: Jakoben (Jacobin), Büyük Fransız Devrimi'nde (1789), Jakoben Kulübü'nün yandaşı olan 'radikal' devrimci.. En büyük lideri, Robespierre, daha sonra Babeuf! Rakipleri, 'ılımlı' Jirondenler'di (Girondin). Jakobenler, '...Fransa'nın her yandan saldırıya uğradığı bir dönemde, devrimci köylüleri, sans-culotte'ları, küçük ve orta burjuvaziyi saflarına alarak, dış tehlikenin üstesinden gelebildiler' (Büyük Larousse). Ne kadar, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin yaptığına benziyor değil mi?

Bonapartizm (Bonapartçılık): '...burjuvazi egemenliğinin, bazı parlamenter süslemelerle, bürokratik yapıya sahip bir askeri despotizmle tamamlandığı, yönetim biçimi.' (Karl Marks, 'Gotha Programı 'nın Eleştirisi).

26 Ekim 2010 Salı

DOĞU PERİNÇEK / PKK Kürtçe yargılama yapabiliyor mu ?

KCK davasında yargılananlar, savunmalarını Kürtçe yapmayı talep etmişler.

Bu talep içten mi? Daha doğrusu şöyle soralım: Talepte bulunanlar uygulayabilirler mi?

SAVUNMASINI KAÇ KÜRDÜMÜZ KÜRTÇE YAPABİLİR

Buyrunuz savunmanızı Kürtçe yapınız!

KCK davasında yargılanan yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu, savunmasını beşinci dakikaya varmadan Türkçeye çevirecektir. Çünkü bu yurttaşlarımızın hukuk ve siyaset dilleri Kürtçeden önce Türkçedir. Günlük basit hayat, Kürtçenin şu veya bu lehçesiyle yürütülebilir. Ancak Kürtçe, yargılama dili olarak yetersizdir.

Kürtçe olarak basit bir cinayet veya yaralama olayını anlatabilirsiniz. Ama hukuk ve yargı bu değil ki! Bu arkadaşlarımız, Ceza, Ticaret, Borçlar, Şirketler vb hukukunun olanaklarını Kürtçe olarak kullanamazlar. Siyasal görüşlerini de Kürtçe olarak dile getiremezler. Böyle gelişmiş bir Kürtçe ne yazık ki yok. Kaldı ki, savunma yalnız konuşarak yapılmaz; yazacak ve mahkemeye vereceksiniz. Kürtçe yazmayı acaba Kürtlerimizin yüzde kaçı biliyor. Avukatlarınız da sizin yazdığınızı anlamalı. Hatta kaç yurttaşımız Kürtçe dilekçe yazabilir?

SANIKLAR VE AVUKATLAR BİRBİRLERİNİN KÜRTÇESİNİ ANLAYABİLECEK Mİ

Diyelim yargılanan Kürtlerimizden biri Kürtçeyi çok iyi biliyor, hukuki ve siyasi konulara da fazla girmeden konuşacak. Peki diğer yargılanan arkadaşları onun ne dediğini anlayabilecek mi? Türkçeye çevrilirse anlarlar. Çünkü Türkiye Kürtlerinin ortak anlaşma dili, Kürtçe değil, Türkçedir.


Varto’nun Hürriyet Mahallesi Muhtarı Niyazi Bingöl diyor ki, “Biz Varto’nun diğer mahallelerinden hemşerilerimizle Türkçe anlaşabiliyoruz. Çünkü konuştuğumuz Kürtçeler birbirini tutmuyor.”


Tunceli Mazgirt’in birbirine 10 km uzaklıktaki iki köyünden insanları bir araya getirin, bir köy Zazaca konuşur, diğeri Kırmanci. Dilleri birbirlerini anlayamayacak kadar farklıdır ve Türkçe anlaşabilirler.


Bizim Silivri L Tipi 4 No.lu Cezaevi’nin F Bloku’nun berberi Muzaffer Bey, Elazığ Baskil’dendir. Ona sordum,


Diyarbakır’ın Kürtçesini anlayabilir misin?


Hayır!


Peki, size yakın, Tunceli’nin Kürtçesini anlayabilir misin?


Çoğu Zazaca konuşur, anlamam.


Van’ın, Urfa’nın?


Onlarla da anlaşamıyor.


Muzaffer Bey, içten konuşuyor, doğruyu söylüyor, “Biz Kürtlerin yakın çevre dışındaki anlaşma dilimiz Türkçedir” diyor.

DİYARBAKIR CEZAEVİ’NDE ORTAK DİL TÜRKÇE

1990 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde kaldım. O zaman Cezaevi mevcudu, hatırladığıma göre 600’e yakındı. Çoğu siyasal tutuklulardı. Hepsi koğuşumuza ziyaretime geldiler; bayramlarda açık görüşte bütün tutuklular avluda birlikte olurduk. Hepsi benimle tek tek resim çektirdiler, saklarım o hatıraları. Cezaevinde yer yer Kürtçe konuşulurdu, ama ortak dil Türkçe idi. Çünkü ilçe cezaevi değil, çeşitli illerin Kürtleri var; Türkler de var. Siyasi dil ise, kesinlikle Türkçe idi.

BEKAA KAMPINDA YARGI VE EĞİTİM DİLİ TÜRKÇE

Deniyor ki, “TC, Kürtçe yargılama ve Kürtçe eğitim yapmıyor”. Peki, Bekaa’da eğitimi ve yargılamayı Türkçe yaptıran da TC mi?

Samimi ve dürüst olalım. Bekaa’yı da gördüm, üç gün kaldım. Abdullah Öcalan da sık sık belirtir, PKK’nin Beka kampında eğitim ve yargılama dili Kürtçe değil, Türkçedir.

Bekaa kampının mevcudu 600 kişiydi. Bu kadar az sayıda insan arasındaki ortak dil bile Kürtçe olamıyorsa, milyonlarca Kürdün yargılama ve eğitim dili nasıl Kürtçe olacak?

PKK KONGRELERİNİN VE BAŞKANLIK KONSEYİNİN TOPLANTILARININ DİLİ TÜRKÇE

PKK Kongrelerine katılanların sayısı, yayın organlarına göre, yüz delegenin altındadır. PKK’nin Başkanlık Konseyi ise, 10 kişinin altındadır. Oralarda da konuşmaların Türkçe yapıldığını biliyoruz. Hep aynı nedenlerle.

BDP GRUP TOPLANTISINI KÜRTÇE YAPABİLİR Mİ

Meclis’teki BDP Grubu 20 milletvekilinden oluşuyor. Türkçe eğitim dili olsun diyorlar. BDP TBMM Grup Toplantısını Kürtçe yapsın, Kürtçeyi geliştirmeye ve yaymaya oradan başlayalım. Mümkün değil. Etnik anlamda Türk olanları bir kenara bırakalım, BDP’nin Kürt milletvekilleri içinde de Kürtçeyi bilmeyen veya az bilenler var. Diyelim TC öğretmemiş. Öğretse yine mesele çözülmüyor. Çünkü Kürtlerin dilleri farklı.

ABDULLAH ÖCALAN: “BAĞIMSIZ DEVLET KURSAK BİLE 50 YIL TÜRKÇEYLE YÜRÜTECEĞİZ”

1989 ve 1991 yıllarında 2000’e Doğru dergisi Genel Yayın Yönetmeni olarak görüşme yaptığım zaman, konuyu PKK lideri Abdullah Öcalan’a sordum ve cevabını o zaman yayımladım. Öcalan şunları söyledi:

“Türkçe meramımı daha iyi dile getireceğime inancım tamdır. (…) Haliyle Türkçemiz kuvvetlidir. Ben tamamen Türkçe düşünme ve eylem gücümü geliştiriyorum. Kürtçe ise ikinci planda kalan eylem ve düşünce gücüdür. Hatta şunu söyleyebilirim; birinci zarf Türkçe, ikinci zarf Kürtçedir. Hemen belirteyim ki, önce Kürtçenin kurtuluşu için çaba harcayanlar var. Bu benim düşüncemde yoktur. (…) Bağımsızlık sağlandıktan sonra bile, uzun süre bağımsızlığı Türkçe ile icra edeceğiz. Elbette bu temelde Kürt dili gelişecektir ve Kürt kültürü kendi diliyle ifade olunacaktır. (…) Görüyorsunuz beni, bütünüyle Türkçe sistemiyle düşünüyorum. Bu, Kürtten daha çok Türk halkını ilgilendirir. (…) Türk ulusunun değerleriyle belki Ecevit’ten daha fazla bütünleşebilirim. Türk halkçı ulusal değerleriyle bütünleşmede hiç zorluk çekmem. Kişisel planda Türk kültürü içinde yaşamak benim için kolaylık sağlar. Ben yaşamımı daha çok Kürtçeyle değil, Türkçeyle götürüyorum. Kürtçeyle belki de çok zor olacak.” (Doğu Perinçek, Abdullah Öcalan İle Görüşmeler, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 6. basım, İstanbul, Eylül 2009, s. 49 vd ; 120, 152)

Abdullah Öcalan, “bağımsızlıktan sonra bile”, Kürtler arasındaki anlaşma dilinin 50 yıl Türkçe olacağını belirtmiştir; yalnız bize değil, diğer gazetecilere de. PKK lideri, yaptığım görüşmede “Ne Kürtçesi ben rüyamı bile Türkçe görüyorum” diyordu.

Bakınız size yeni bir ana dil tanımı! Ana dil, rüyada konuştuğunuz dildir.

İKİ TELEVİZYON AÇIK OTURUMU ÖNERİSİ

Televizyon programcısı olsam, Varto’nun Alevî ve Sünnî mahallelerinden yurttaşlarımızı çağırır ve açık oturum yaparım. Bakalım Vartolu Kürtlerimiz hangi dille anlaşacaklar.

Bütün televizyonlara öneriyorum, BDP Genel Başkanı’nı ve milletvekillerinden kura çekerek dördünü çağırınız, bir açık oturum düzenleyiniz. Ancak açık oturumun dili Kürtçe olsun. Beş on dakika içinde Türkçeye döneceklerdir.

ANA DİL ANAMIZIN MEMESİNDEN EMDİĞİMİZ DİL DEĞİLDİR

Anadil, anamızın memesinden emdiğimiz dil değildir; anadil en iyi bildiğimiz, en iyi anlaştığımız dildir. Kürtlerimizin yüzde 95’inin en iyi bildiği ve en kolay anlaştığı ve kendisini geliştirebileceği, çağdaş iletişim ve öğrenim ihtiyacını karşılayabileceği dil, Türkçedir. Türkçe yalnız bütün yurttaşlarımız arasında değil, değişik yörelerden Kürt kökenli yurttaşlarımız arasındaki anlaşma aracıdır.

MIZIKÇILIK YAPMAYALIM

Bütün Kürtleri kapsayan bir Kürtçenin niçin gelişmediği ayrı konudur. Tarihsel nedenleri biliniyor. Ama zamanı geriye döndüremezsiniz. Kürtçenin herhangi bir lehçesinin yargılama, eğitim, ekonomi, bilim ve çağdaş kültür için yetersiz olmasının nedenleri de bellidir. Kürtçe elbette isteyene öğretilebilir; araştırılabilir; geliştirilmesi için çaba yürütülür. Ama bir gerçek var: Kürtçeyle çağdaş hayata cevap veren eğitim ve yargı yapılamaz. Yapılabilseydi, Bekaa’da yapılırdı.

Kürt ve Kürtçe gerçeğini bilmeyen Amerikalı ve Avrupalı, soyut olarak “Ana dille eğitim” diyor. Batı güdümündeki Kürt örgütlerinin de böyle talepleri var. Bu, bir mızıkçılıktır. Kendilerinin de uygulamadığı ve uygulamayacağı bir talebi, sürekli gündemde tutuyorlar. “Zemheri ayında ahlat ağacından kiraz isterim” demeye benzer.

Hukuk dili olarak gelişmiş bir Kürtçemiz yok.

Kürtçe savunma yapabilecek Kürdümüz ve avukatımız yok.


Kürtçe savunmayı, bırakalım bütün yurttaşlarımızı, bütün Kürtlerin anlaması bile mümkün değil.

TARİHİ 50 YIL DURDURMAK

Abdullah Öcalan, Kürtçeyi çağdaş hayatın ihtiyaçlarına cevap veren bir dil haline getirmek için 50 yıl gerekir, o zamana kadar da Türkçeyle işlerimizi görürüz, diyor.

50 yıl Türkçeye öncelik verdikten sonra 51. yılda, hangi kuvvet halkı başka bir önceliğe yöneltebilecek?

ABD ve AB emperyalistlerinin keyfi için, toplumları olmayacak taleplerle kandırmak mümkün mü ve nereye kadar?

Toplumların zihin tutulmaları geçicidir. Tarihsel süreçler böylesi zorlamaları uzun süre taşımaz.

























CHP YAZILARI: NEO KEMALİZM - 2 / MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN

Amerika’nın Ortadoğu üzerine politika üretmek için çalışan kuruluşlarından Washington Enstitüsü’nün çalışanlarından Soner Çağaptay’ın 5 Eylül tarihli Cumhuriyet gazetesinde bir makalesi yayınlandı.

Çağaptay’ın bu makalesinde dile getirilen görüşler, CHP tarafından son beş aylık süreçte savunulmuştur ve uygulanmıştır.

Çağaptay, Kemalizmin ne olduğunu bilmektedir. Önerdiği programın Kemalizmle bir ilgisinin olmadığının da farkındadır.

CHP lafta da olsa Kemalizmden vazgeçmeyecektir. Hatta bırakın vazgeçmeyi, içi boşaltılmış, değiştirilmiş bir Kemalizme, Mustafa Kemal düşmanlarının da ihtiyacı vardır. Çünkü bütün karşı saldırılara rağmen Mustafa Kemal hala Türk milleti açısından rakipsiz önder durumundadır.

O halde Kemalizmi değiştirerek, Amerika’nın, Avrupa’nın çıkarlarına uygun hale getirmek gerekir.
Soner Çağaptay bu operasyonu, “Kemalizmin evrimini sağlamak” olarak ifade ediyor.
Evrim geçirmiş olan Kemalizm, “Yeni Kemalizm” olacaktır.

DEĞİŞİME “EVET” DİYEN CHP

Soner Çağaptay’a göre AKP değişimi savunan bir Parti. CHP ise bütün değişimlere karşı çıkan ve sürekli “Hayır” diyen bir Parti görünümünde. Böyle olunca CHP sürekli olarak kaybetmektedir.

“AKP, Türkiye’yi muhafazakâr sosyal değerlerle şekillendirip, dış politikada ülkeyi Transatlantik topluluğunun dışında tutma konusunda çok yol kat etti. Sevsek de sevmesek de bu politikalar bir değişimi simgeliyor. Dolaysıyla AKP değişimi temsil ediyor.”

“CHP ise sol bir Parti olmasına rağmen, değişimin karşısında duran ve hep ‘Hayır’ diyen bir parti gibi göründü.”

Ne tesadüf değil mi? Kılıçdaroğlu’da referandum sonrası yaptığı bir konuşmada, “Hep ‘Hayır’ diyen bir Parti olmayacağız” demişti.

Yani bir yanda bir şeyler yapmak için çırpınan AKP, öbür yanda bütün yaptığı, bu AKP’nin yaptıkları konusunda olumsuz tutum açıklamak olan CHP.

Kendi tavrını böyle açıklayan CHP, daha en başından kaybetmiş ve AKP’nin değirmenine su taşıyan bir konuma düşmüş olmaktadır.

LİBERAL DEĞERLER

Soner Çağaptay’ya göre CHP; “Batılı liberal değerlerin korunmasını”, “Yeni Kemalizmin” “birinci siyasi önceliği” yapmalıdır.

Çağaptay, “liberal değerlerin” benimsenmesine büyük önem veriyor. Söz konusu yazısında döne döne bu konu üzerinde duruyor:

“Yeni Kemalizm, geleneksel Kemalizmi modernleştirirken, Kemalist politikanın liberal yönlerini de koruyup geliştirmelidir.”

CHP, Kurultay sonrası yönelimi ile bu görüşleri benimsemiş olduğunu ortaya koymuştur.

Kılıçdaroğlu’nun 10 Ağustos tarihinde Radikal gazetesine açıkladığı görüşlerinde; döne döne “özgürlükçü (liberal) demokrasi” tanımı kullanılmış. Özgürlükçü sözcüğünün geçtiği her yerde parantez içinde liberal açıklamasının yapılmasına özen gösterilmiş.

Bu bir tercihtir. CHP’nin programını Batı’nın istediği şekilde değiştirdiğinin bizzat Genel Başkan tarafından itiraf edildiğini gösteren bir tercih…

MUHAFAZAKÂRLIĞA HOŞGÖRÜ

Soner Çağaptay’a göre CHP’nin Yeni Kemalizmi; “muhafazakârlığa karşı hoşgörülü olmalı, laikliği; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak uygulamalı.”

Gene, CHP’nin son aylardaki pratiği, “muhafazakârlığa saygılı olmanın” ne anlama geldiğini gösteriyor.

Çarşaflı kadınlara Parti rozeti takmaktan, tarikat ve cemaatlere yollanan selamlar, “Türbanı biz çözeceğiz” çıkışları, CHP’nin muhafazakârlığa karşı hoşgörüsünü gözler önüne seriyor.

Atatürk hiçbir zaman laikliği, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tanımlamadı. Ama Cumhuriyet Devrimi’nin taşlaşmaya başladığı 1950’li yıllardan bu yana hâkim sınıflar, ‘laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır’ diyorlar.

Şimdi CHP de, Atlantik ötesinden verilen akıllar doğrultusunda aynı tanımı benimsiyor.

ALTERNATİF

Amerika’nın AKP’ye verdiği destek kesinken, Washington Enstitüsü’nün bu yaklaşımını nasıl değerlendirmek gerekir.

Amerika gibi büyük emperyalist devletler hegemonyalarının hedefi olan ülkelerde hiçbir zaman tek ata oynamaz.

İktidarın kendi kontrollerinde olduğu durumlarda muhalefetin de kendi rotasında olmasını ister.

İki neden den dolayı böyle hareket eder: Birincisi kendi kontrollerindeki muhalefet, işbirliği halinde olduğu iktidarın, konumunu sağlamlaştırması ve devam ettirebilmesi açısından gereklidir.

İkincisi; olur ki iktidar olan Parti yıkıldı ve muhalefet iktidar oldu; bu durumda da kaybetmemek için muhalefetin kontrol edilmesi gerekmektedir.

Onun için Atlantik ötesinden görevli bir takım merkezler, CHP gibi muhalefet Partilerine göz kırpmakta, AKP iktidarının taşıdığı potansiyel tehlike ve risklerden bahsetmekte ve CHP’nin iktidar olması durumunda işlerin daha iyi olacağını söylemektedirler.

İktidar olmak için ABD ve AB’nin desteği dışında başka bir yol olmadığını düşünen CHP yöneticileri ise bugüne kadar Atlantik ötesinden bu yönde bir sesi her duyduklarında ayağa fırlamakta, “Hah tamam, galiba oluyor. ABD, AKP’den vazgeçecek, bizi destekleyecek” demektedirler.

İşte bundan dolayı CHP, alternatif değildir ve olamaz.