29 Ekim 2010 Cuma

ATTİLA İLHAN'DAN "CUMHURİYET" VE "DEMOKRASİ ÜZERİNE"......

SÖYLEŞİ

ATTİLA İLHAN
10 ŞUBAT 1999 ÇARŞAMBA

'Demokrasi' Olayım Derken...

Jean Renoir 'ı o tarihte (39/40 filan olabilir) henüz tanımıyorum; 'Hayvanlaşan İnsan' / 'La Bête Humaine') filmi, Karşıyaka çocukluğumuzda, bizi allak bullak etmişti: Jean Gabin ve Simone Simone oynuyor, Fransız Sineması'nın ünlüleri! Yanılmıyorsam, birkaç yıl sonra, Hamdi Varoğlu, eserin aslını, 'Beşerdeki İfrit adıyla Türkçeye mal etti, iyi de yaptı: Emile Zola 'nın en çarpıcı romanlarındandır, meraklısı bilir. Benim, beyaz perdede gördüğüm ilk 'işçi', işte o filmdeki, lokomotif makinistidir; ama 'işçi romanı' ne demek, lisedeyken, 'Germinal' i okuyunca anlayacağım!.

'Erken' Cumhuriyet döneminin 'sorumluluk sahibi' yazarları; bundan geri kalmış mıdır? Reşat Enis 'in, 'yasaklı' romanı 'Afrodit Buhurdanında Bir Kadın', Zonguldak Mağden İşçileri'nin; 'Toprak Kokusu' (Asıl adı, 'Kara Kısmet' ) Çukurova ırgatlığını, 'Sarı İt' Bayar/Menderes 'demokrasisinin', 'sarı' sendikacılığını anlatır. Orhan Kemal, Adana dönemi hikâyelerinde, yörenin pamuk işçilerini ve fabrika halkını pek güzel çizmiştir. Bunlar hep, 'Dip Dalgası' nın, genç Türk Edebiyatı'na yansımaları! Şiir derseniz, uzun boylu isim zikretmeye gerek yok. sadece Nâzım 'ı hatırlamak yeter: ''...onlar ki toprakta karınca,/suda balık, /havada kuş kadar / çoktular / korkak / cesur / hâkim / ve çocuktular.. ve. İlh...''

Türk Edebiyatı'nda, köylülüğün işçiliğin önüne geçmesi ne zamana rastlıyor? '40 Karanlığı' na mı? Garip tesâdüf! Artık 'olumlu tip', işçi olmaktan çıkmış, 'öğretmen' olmuştur - yâni 'bürokrat!' Düzeni iyileştirmek için, kendisiyle uğraşılan 'olumsuz' ise, toprak sahibi 'mütegallibe' den çok, artık köyün İmamı'dır: temel çelişki, böylece alt/yapı'dan (ekonomiden), bir güzel üst/yapıya (kültür'e) aktarılmış olur; 'işçi muhalefeti', yalnız toplumsal ve siyasal hayattan değil, sanattan da yok ediliyor. O dönemin 'alafranga ilericileri', 'Orda bir köy var uzakta' yı ezbere bilirler; Fakir 'in (Baykurt) romanları ellerinden düşmez; oysa aynı dönemde, işçilerin hâli perişandır.

Sonra, bunu da, konuşacağız.

'amerikan rüyası'nın 'alaturka versionu'...

Şimdi parmak basmak istediğim, başka bir şey: devr-i dil-ârâ-yı 'demokrasi' de, yalnız işçi değil, bütünüyle köylü de, ortadan kayboluyor; 'Dip Dalgası' nın mayası, iki ana unsuru, sanatımızdan adeta kazınmıştır; yerini, ya 'uçuk', ne boka yaradığını bilmez, 'marginal' şehir aydını; ya da, 'arabesk', 'tarifsiz kederler içinde' varoş çocuğu alıyor. Nasıl, siyasette, işçi muhalefeti'nin, -yani sosyalistlerin ve komünistlerin- yerini, 'etnik' ve 'Şeriatçı' muhalefet aldıysa, öyle! Şiirde bak, aynı şey! Okuyabilirsen, romanları oku, benzeri! Filmleri, hiç sorma, hepsinden beter; yalnız 'sosyal' i kaybetmediler; bu arada 'beşeri' de elden gitti; çünkü o da toplumsal gerçekle ilişkili; 'yabancılaşmayı' katmerlendirmek için, aynen pop müziği, ya da o müziğin klipleri gibi, filmler de para/psikolojiye, psikiyatriye, ya da psiko/patolojiye kaydılar. Adeta bir tımarhanedeyiz! 'Sistem' in istediği de budur: 'sanatçıyı', 'delinin' yerine koymak: 'Delidir, ne dese yeridir', kimse ciddiye almaz!

TRT Televizyonunun ilk zamanlarını, kime rastlasam, özlemle anıyor. Haksız mıdır? 'Resmi' de olsa, belirli bir ciddiyet, hayli yüksek bir kalite içindeydi: 'Yeşilçam' lümpenliğinin gittikçe irtifa kaybetmesinde, o dönemin TRT 'dizileri' az mı etkili olmuştur sanırsınız? O diziler ki, hemen her birisi, Türk edebiyatının demirbaş isimlerinden birinin romanını, hikâyesini, ya da piyesini ekrana getirir; şu veya bu şekilde, daha önce ulaşamadığı kalabalıklara ulaştırırdı: 'Aşk-ı Memnû', 'Üç İstanbul', 'Yorgun Savaşçı', ve ilh... 70'li yıllarda, TRT ekranında seyredilmiş, yerli ve yabancı belgesellerin yanında (meselâ 'İpek Yolu') esamisi bile okunmaz şeyleri, 'özel' televizyonlarımız, ancak sabaha karşı oynatabiliyorlar. 'Vurgun' esprisiyle çekilen 'Diziler' inse, onları, on seneden az bir sürede, nasıl bir sefalete düşürdüğünü, ibretle görüyoruz.

Piyasada, 'resmen' ve 'fiilen' batmış olan Yeşilçam lümpenliği, aslında yasal bile olmayan 'özel televizyonculuk' sâyesinde, ikinci gençliğini yaşıyor. Programların bütünü, 'aydınlatmak' ya da 'bilinçlendirmek' için değil, sözde 'eğlendirmek', gerçekte ise toplumsaldan -dolayısıyla 'ciddi' siyasetten- koparmak için tasarlanıyor: bütün Türkiye, her gece, 'Sayısal Loto', 'Turnike', 'Çarkıfelek' rezilliğiyle 'oyalanıyorsa', bunun 'acı ve çıplak' anlamı nedir? 'Dip Dalgası' nı, -yâni kara kalabalığı- yaşadığı gerçekten soyutlayıp, onu şans perisinin lütfedeceği milyarlarla avutmak değil mi?

Bu da 'Amerikan Rüyası' nın, besbelli 'alaturka' bir versiyonu!

'kara tahta' ve 'küçük ekran'...

S orunumuz acaba ne? 'Cumhuriyet' le 'demokrasi' yi birbirine karıştırmak mı; yoksa, 'demokrasi' ye geçeyim derken, devletin temeli olan 'cumhuriyet' in vazgeçilmez prensiplerini çiğnemek mi? Şu son birkaç söyleşidir altını çizdiğim noktaları, bir de, şu sözlerin aydınlığında gözden geçirir misiniz? Varacağınız sonuçları, son derece, merak ediyorum.

''...cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına, kendi tabii ışıklarıyla, her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan bir okula benzemelidir. Demokraside ise, okulun kendisi topluma benzemelidir. Okulun ilk görevi, onda, iş pazarına adapte olmuş üreticileri (müteşebbisler) yetiştirmektir. Bu durumda onda 'hayata açık bir okul' veya 'seçime, isteğe bağlı bir eğitim' talepleri ortaya çıkacaktır...''

''...cumhuriyette okul, duvarlar ve özel yönetmelikler arasında kapalı bir yer olmak zorundadır. Çünkü bunlar olmazsa, okul, onu herbiri farklı bir yöne çeken sosyal, politik, ekonomik veya dinsel kuvvetler karşısında, bağımsızlığını (yâni laikliğini) kaybedecektir. Biri insanı ortamından bağımsız kılmaya, diğeri ise onu onunla bütünleştirmeye çalışan iki okul, aynı okul değildir. Böylece cumhuriyetçi okulun şöhretini aydın işsizler teşkil edecek, buna karşılık demokratik okul rekabet gücüne sahip bir aptallar topluluğu yetiştirecektir...''

Fakat, tartıştığımızla dolaysız ilgili olan, sanırım şu söyledikleri:

''...demokraside ana kavram iletişimdir (communication), cumhuriyette ise kurum (institution), Cumhuriyetçi terminolojide, okul müdürü (instituteur) veya müdiresi kavramının, bu işin bizzat kendisi gibi saygı uyandıran bir kavram olması; buna karşılık demokraside, utanılacak bir şey sayılması hayret verici değildir. -Kara tahta veya küçük ekrandan- iki ayrı tür terminoloji çıkar. Her rejimin kendi yüceliği vardır: hayatın ve diplomanın yüceliği! Gazeteci, reklâmcı, şarkıcı, aktör, işadamı bir demokrasinin rehberlerini teşkil eder. Öğretmen, yargıç, bilim adamı, ve hatta -görünüşte paradoksal olmakla birlikte- subay, cumhuriyetin rehberlerini oluşturur...''

Bunlar Regis Debray 'nin sözleri! (le Nouvel Observateur, 30 Kasım/6 Aralık 1989) Ne kadar ibret verici, ne kadar düşündürücü sözler! Henüz hiçbirimiz, 'cumhuriyetçi' olmak üzerinde yeterince, düşünmemişiz ki, onun ilkelerinden sapılarak gerçekleştirilecek bir 'demokratlığın', nasıl vahim ve tehlikeli bir 'yozlaşmaya' yol açacağını kestirebilelim!

'Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyâmete!'