Bir Dönemin Tanıklığı
Türban Hikayesi -II-
YÖK ve ülke yönetimlerinin yandaş ya da kaypak ya da kararsız tutumlar takındığı dönemlerde öğrencinin türban ısrarı yükselmiş, bir sonraki aşamanın yani kara çarşafın ilk denemeleri fakülte binaları dahilinde görülmüştür. Yönetimlerin açık ve kesin tavırlı olduğu dönemlerde öğrencide herhangi bir huzursuzluğa ve yeni denemelere açılma eğilimine rastlanmamıştır.
Prof. Dr. Erendiz Atasü Ankara Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi
YÖK’ten yeni bir yazılı -o zamanın deyimiyle- tamim geldi. Türbanlıları derse almamamız, haklarında tutanak tutmamız buyruluyordu. Ancak bu yazılı iletişimin yanı başında ona koşut bir de sözlü iletişim zinciri söz konusu idi. Kulaktan kulağa oyununa benzeyen ve rektörlerden dekanlara, dekanlardan bölüm başkanlarına, onlardan öğretim üyelerine tenha odalarda ikili konuşmalar şeklinde sürdürülmesine özen gösterilen bu iletişim, tutanakların gevşek(!) tutulmasını ve uzaklaştırma cezalarının yaz tatillerine rastlatılmasının gerektiğini buyuruyordu. Beceriksizlik dolayısıyla mı, kasıtlı mı yaratıldığını yorumunuza bıraktığım bu kaos ortamında öğretim üyeleriyle öğrenci arasında sayısız sürtüşme çıktığını, saygının ilişkilerden tümüyle silindiğini belirtmeye gerek var mı?..
YÖK ve ülke yönetimlerinin yandaş ya da kaypak ya da kararsız tutumlar takındığı dönemlerde öğrencinin türban ısrarı yükselmiş, bir sonraki aşamanın yani kara çarşafın ilk denemeleri fakülte binaları dahilinde görülmüştür. Yönetimlerin açık ve kesin tavırlı olduğu dönemlerde öğrencide herhangi bir huzursuzluğa ve yeni denemelere açılma eğilimine rastlanmamıştır.
Fakültemizdeki eğitimin doğası gereği ve o yıllarda öğrenci sayısının az olması sayesinde, öğrenciyi sadece kitle olarak değil, birey olarak da değerlendirme imkânını bulabiliyorduk. Otuz yılı bulan öğreticilik hayatımda bizzat dinsel metinleri okuyarak, düşünerek, yani pek moda deyimle “bireysel seçimle” başını örtmüş tek öğrenciye rastlamadım.
Bizim zamanımızdaki esinle örtünenler bile kalmamıştı. Öğrenci ya bağnaz bir ortamda doğmuş, büyümüş, bu yeni tarz baş bağlamayı içselleştirmişti ki bu kızlarda egemen olan duygu korku idi, Tanrı’dan, cehennemden, aileden, çevreden, erkeklerden -evet- fakülte idaresinden korku! Bir kısmı kimi odaklardan düzenli ücret aldıklarını ve bu ücrete ihtiyaç duydukları için kapandıklarını itiraf ediyorlardı. Geriye kalanlar gözü kara, kelle koltukta militanlardı. İmam hatip liselerinden mezun olmuşlardı. İyi birer hatiptiler gerçekten! Demagoji konusunda hayli başarılı olduklarını hatırlarım. Bu gençlerin hepsi mezun olmuşlardır. Başörtüsü dolayısıyla fakülteyi bırakan kimseye kendi deneyimimde rastlamadım.
12 Eylül askeri darbesinin sivilleşme ve kurumlaşma dönemi olan Özal’lı yıllarda imam hatip liselerinde doğan ve Doğramacı YÖK’ü tarafından üniversitelerin başına dolanan türban sorununun, Müslümanlığın sadece bir yorumu olduğu o yıllarda kitlelere anlatılamadı. Bunu anlatacak olan din bilginleriydi. Anlatılamadı, çünkü bu işin icabına daha en başında bakılmıştı. Muammer Aksoy’un katledildiği yıl (1990), dine keskin eleştiriler getiren din adamı Turan Dursun da; içtenlikli gerçek bir mümin olan, ancak İslamiyetin inanç ve ibadetle ilgili hükümleriyle toplumsal hayata düzen veren hükümlerinin ayrı düşünülmesinden yana tavır koyan ilahiyat profesörü Bahriye Üçok da faili meçhullerde katledilmişlerdi!
Bu cinayetler, diğer din bilginlerinin kulağına küpe oldu ve ağızlarını mühürlediler. Öyle mühürlediler ki, örneğin bugün Arap âleminde kol gezen kimi yorumların, yani kimi Arap din bilginlerinin örtünmenin dinle değil gelenekle ilgili olduğu, ibadet dışında baş örtmenin dini bir buyruk olmadığı konusundaki görüşlerinin benzeri yorumları Türkiye Cumhuriyeti hudutları içersinde yetkili bir ağızdan hiç duyamadık. Ne dün ne bugün...
Hatta sosyal demokrat parti üyesi olan din bilginlerinin ağzından bile, ne dün ne de bugün. Hoş, unutulmuş gibi görünen faili meçhul kurbanları acı bir ders olarak belleklerdeyken, kimseden ortaya çıkıp da böyle bir yorumu dile getirmesini beklemeye hakkımız mı var...
Şimdilerde, üniversitede “türbana özgürlük” çözümüyle ortaya çıkan solcu arkadaşlar yukarıda anlattığım hazin hikâyenin aşamalarını bilmiyorlarsa öğrenmek, unutmuşlarsa anımsamak, ortada centilmen anlaşmasına varacak olan birbirinin dengi iki grubun bulunmadığını kavramak durumundadırlar. Şu basit sorular yanıtlanmaya muhtaçtır.
• Elbette her türbanlı kızımız militan değildir, çoğunluk herhalde öyle değildir. Ancak, kararlı ve etkin bir azınlık, sessiz ve edilgen çoğunluğa her zaman egemen olur. Türkiye’deki tüm köktendinci odaklar acaba tasfiye edilmiş midir? Edilmemişse, terörle ilişkili olan ya da olmayan köktendinci odakların, değişen türban uygulamasıyla değişecek stratejileri üzerine hiç kafa yorulmuş mudur?
• Üniversite öğreniminde serbesti kazanmış türbanı, “çalışma özgürlüğü” adıyla kamusal alana, üniversite ve adalet kürsülerine çıkmaktan, bunun mücadelesini vermekten kimin, nasıl alıkoyacağına dair tek bir makul cümle kurulabiliyor mu? Başta dokunulmazlıklar konusu olmak üzere verdiği hiçbir sözü tutmamış AKP’den alınacak söze mi güveniliyor, yoksa anayasaya madde konulmasına mı? Parlamento aritmetiğinin cilvelerine göre her an her maddesi yap boz tahtasına dönecek bir anayasaya?!..
Özgürlükçü sosyal demokratlar, iktidarı örneğin zorunlu din dersi uygulamasından vazgeçirebilecekler mi? Güçleri ve mücadele azimleri buna yetecek mi?
Ve en önemli soru:
• Sade ulusal hukuka değil, AİHM kararlarına, yani uluslararası hukuka ters düşmeyen bir uygulamanın sürmesi nasıl ve niçin yasakçı sayılabiliyor? Ve kadını günah nesnesi olarak aşağılayan, dışlayan, kısıtlayan ayırımcı bir tutumu Tanrı’nın buyruğu olduğu iddiasıyla hepten mutlaklaştırmak isteyen bir anlayışa verilen ödün, nasıl ve hangi hakla özgürlükçülük adını alabiliyor?
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder