Uygar dünyada bize yaraşan düzeyde yer almamız için tek çarenin “Cumhuriyet”in kuruluş ilkelerine yönelmek yoluyla dogma ve bağnazlıklardan kurtularak, Batı dünyasının yüzyıllar içinde burjuvazi ile gerçekleştirdiklerini çağdaş eğitimle aşmak olduğunun, yönetenler kadar yönetim karşıtlarınca da içtenlikle benimsenmesi gereklidir.
Prof. Dr. Abidin KUMBASAR
Burjuvazi (Fransızca bourgeoisie) deyimi, kent kökenli olan ve sosyoekonomik görüş olarak değerlerin kâr amaçlı değişimine, özetle sermayenin çıkarlarına öncelik tanıyan toplum kesimini tanımlayan sözcük olarak bilinmektedir. Burjuva (burgeois) sözcüğü ise kentte oturan anlamındadır.
İlk burjuvalar, ortaçağda üretim fazlası ürünleri, ulaşım olanaklarından yararlanarak, gereksinim duyulan yörelere iletip kârla satan ve giderek serflikten kopup kentlere yerleşen feodal kökenli ayrıcalıklı köylülerden oluşmuştur.
Toplumda ekonomik gücü giderek artan burjuvalar, kapitalizmin ilk süreçlerinde, feodalizme karşı daha ileri bir üretim biçimini savunarak tarihte ekonomik yönden bir atılım yaparken sosyal alanda da kilisenin bağnazlık ve dogmalarına karşı çıkarak ilerici düşüncelerin yayılmasına, sanatın ve sanatçıların özgürleşmesine yarayan daha güvenli bir ortam oluşturmuşlardır. Böylece ekonomik güç kazanmak yanında, sanat ve bilim çevrelerinde de varlıklarını benimsetip soylularla boy ölçüşebilecek etkinliğe ulaşmışlardır.
Burjuvalar, daha önce sadece saraya yakın olanlar ve şövalye kökenlilere tanınan kılıç soyluluğuna (Nobles d’épée) karşı, para gücüyle elde ettikleri giysi soyluluğu (Nobles de robe) oluşturarak saygınlık da kazanmıştır. Bu aşamada artık köy kökeninden tümüyle kopan burjuvalar, endüstri devriminin sağladığı büyük zenginlik yoluyla, toplumun en güçlü ve etkin kesimini oluşturmuşlardır. Artık onları saray çevrelerinde, masonik etkinliklerde, yeni yeni kurulan ve akademik tartışmaların yapıldığı salonlarda, bilim ve sanata önem verilen kibar çevrelerde en önde görmek olağan hale gelmişti. Böylece gerçek bir burjuva, kilise dogmalarına başkaldıran, bilimselliğe öncelik veren, sanatın her türüyle ilgilenen, kadını toplumsal yaşantıda yanında ve çağdaş giysilerle taşıyan, toplumdaki davranışları bilinçaltı dürtülerin etkisinde kalmayan niteliklere ulaşmış düzeydeydi.
Tarih süreci içinde parlamenter çağa erişildiğinde, artık güçleri soylulara karşı hem ekonomik hem de sosyal yaşantı olarak baskın hale gelen burjuvazi çevreleri, devletlerin yönetimini de kendi yararlarına uygun yönde etkileyerek sermayenin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğu sömürücü kapitalist düzenin gerçekleşmesini sağlamıştır.
Günümüzde her türlü ödünü verdiğimiz, zaman zaman aşağılandığımız halde, girmeye can attığımız Avrupa Birliği’ne alınmayışımızın kökeninde, bizim coğrafyamızdaki sosyal evrimde “Burjuvazi” aşamasının yaşanmamış olması, o görgü ve düşünce düzeyine erişememiş olmamız yatmaktadır. Batı burjuvazisi yüzyıllardır edindikleri deneyimle, sömürürken bile sömürdükleri toplumlara sanki onlara iyilik yapıyorlarmış izlenimini verecek kadar ustalaşmış, kendilerine ulaşabilmenin bir ideal olarak kalmasını ama asla ulaşılamamasını hep gözetmişlerdir.
Cumhuriyet Devrimi’nin öncüleri, gerçekçi bir yaklaşımla, toplumumuzun burjuvazi aşamasını yaşamamış olmasını eğitimle gidermek amacıyla yoğun bir çaba göstermiş, “Halkevleri” ve “Köy Enstitüleri”ni bu düşünceyle kurmuştur. Böylece ülkemizde bilim, sanat ve yaşam biçiminde çağdaş düzeye erişmek amaçlanmış, ümmetlikten bilinçli bireye dönüşüm sağlanarak uygar dünya ile aramızdaki kopukluğun giderilmesi düşünülmüştü. Özellikle, “Devrim Yasaları”, yeni hukuk düzenlemeleri ile her türlü ayırımcılığın öncelikle de cinsel ayırımın kalkmasına yönelik girişimler “çağdaş uygarlık” düzeyine erişme atılımlarının en önemlileriydi.
Laik Cumhuriyet ilkelerinden ödünler verilmeye başladığı 1946 yılı seçimleriyle gelen ve onu izleyen yönetimlerin uygulamaları yeniden çağın gerisine düşmemize ve Batı uygarlığı ile çelişen gelişmelere neden oldu.
Bugün bilim adamı yerine ulemayı, yargıç yerine kadıları etkin kılmaya yönelişin ardındaki etken de 1946’da başlayan yozlaşmanın ürünüdür. Dil bilmeyenlerin yabancı diplomatlara el-ense çekmelerinin beden diliyle anlaşma olarak yorumlanması, uygar çevrelerde yadırganan giysi türünün pahalı ve şatafatlı olmasıyla hoş görüleceğinin sanılması da aynı yozlaşmanın verdiği yanılgılardandır. Sanat yapıtlarında estetik duygular yerine cinsel uyarıcı öğeleri arayıp bulan, galerileri taş ve soplarla basanların uygarlık ve düşünce düzeyi de yozlaştırılmış eğitimin ürünüdür.
Eğitim Birliği Yasası’nın (Tevhidi Tedrisat) yasasının göz ardı edilmesiyle başlayan uygulamalar, eleştirmeden inanan, öğrenmek yerine ezberleyen, tartışmadan boyun eğen kuşakların yetişmesine ve toplumumuzun yeniden ümmet yaşantısına yönelmesine neden olarak bugünlerin içinden çıkılamaz nitelikteki sorunlarını oluşturdular.
Son referandum sonuçlarının eğitim düzeyine göre değerlendirilmesi de, çağdaşlığa ne kadar ve hangi yörelerde, ne düzeyde yakın ya da uzak olduğumuz konusunda eğitimin ne denli önem taşıdığının somut göstergesidir.
Uygar dünyada bize yaraşan düzeyde yer almamız için tek çarenin “Cumhuriyet”in kuruluş ilkelerine yönelmek yoluyla dogma ve bağnazlıklardan kurtularak, Batı dünyasının yüzyıllar içinde burjuvazi ile gerçekleştirdiklerini çağdaş eğitimle aşmak olduğunun, yönetenler kadar yönetim karşıtlarınca da içtenlikle benimsenmesi gereklidir.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder