20 Ekim 2010 Çarşamba

ATTİLA İLHAN'IN A.TANER KIŞLALI'NIN KATLİNDEN SONRA YAZDIĞI MAKALELER

SÖYLEŞİ
ATTİLÂ İLHAN
 01.11.1999



'Bayrak Göstermek!..'

''...demokrasi, egemenliğin kime ait olduğunun tespitidir; cumhuriyet, bu egemenliğin nasıl icra edileceğinin hukukudur. Birinde yurttaşın, ötekinde devletin ahlakını tarif ederiz...''

A. Taner Kışlalı

(Meraklısı bilmez mi? Ünlü Fransız bilim adamı Joliot-Curie , ona Nobel kazandıran eseri 'Le Hasard et La Necessite 'de, evrende vuku bulan her olayın, 'tesâdüfün ve zaruret 'in sonucu olduğunu yazmıştır. Olacak şey mi? O sabahtan beri, A. Taner Kışlalı 'olayını' , 'tesâdüfler' ve 'zaruretler' açısından değerlendirmeye çabalıyorum. Sizce bir anlamı olabilir mi bunun?)

'Evlâd-ı fâtihân' dedin mi, bir kere...

Orası Mamuşa mıydı, unutmuşum; Kosova mıydı, bilemiyorum; ama Yugoslavya olduğu kesin, 'federatif' ve 'özyönetim 'ci, o Yugoslavya! TRT 'den bir ekip Müslüman/Türk ahali arasında bir çalışma yapmaya gitmiş; sunucu, ağaçlıklı, küçük bir akarsuyun başında, eğilmiş aptes alan, nurâni çehreli imamı buluyor; ona, Türkiye 'den geldiğini, onunla konuşmak istediğini söylüyor: yaşlı imamın yaşadığı heyecanı unutamam; çenesi titreye titreye, aynı cümleyi, bilinmez kaç kere tekrarladı: ''-...bir gün geleceğinizi biliyordum... bir gün geleceğinizi biliyordum...''

Osmanlı 'nın Avrupa Türkiyesi 'nden çekilirken, ardında bıraktığı 'evlâd-ı fâtihân' ın hayâli budur; Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 'nin Başkanı sıfatıyla, Kosova 'ya gittiği zaman, bu hayâl o yöredeki soydaşları heyecana boğmuş; hele Demirel , yıllarca önce orayı ziyaret etmiş Osmanlı Hünkârı, Abdülaziz Han edâsıyla, onlara 'evlâd-ı fâtihân' diye seslenince, hepsinin yüreği titremiştir. Bu kadarla kalsa iyi: Demirel, Kosova 'ya giderken, diplomasideki teamüle uyarak, yanında Dışişleri Bakanı 'nı götürmemişti; ona, Genelkurmay Başkanı refakat ediyordu; Mamuşa 'da ahalinin, 'en büyük asker/bizim asker' diye tezâhürat yaptığı, Kıvrıkoğlu Paşa!

'Tesâdüf' bu ya, aynı Kıvrıkoğlu Paşa; kısa bir süre sonra, aynı Cumhurbaşkanı Demirel 'e bu defa Azerbaycan 'a yaptığı ziyarette de, refakat edecekti: Bakû 'daki ahalinin heyecanı ve tezâhüratı, hiç de Mamuşa/Kosova 'daki soydaşların tezâhüratından aşağı kalmayacaktı. Hem Balkanlar 'da, hem Kafkaslar 'da Türkiye böylelikle, 'devrede' olduğunu göstermiş oluyor; 'tesâdüf' e bakın ki, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı 'nın, daha önce, ziyareti sırasında Genelkurmay Başkanı 'nı yanında götürdüğü, tek bir ülke vardır: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti! O Kıbrıs ki, hin-i hâcette, uluslararası anlaşmalar uyarınca, müdahale edebileceğini söylemiş, 'zaruret' hâsıl olunca da etmişti. O Kıbrıs ki, 'tesâdüf' , Başbakan Ecevit ve hey'eti'ne Birleşik Amerika 'yı ziyareti sırasında, aynı mevzu açılınca, tek ve kesin bir cevap alınmıştır: ''...Kıbrıs sorunu 1974'te bitti!'' . Bu 'tesâdüfler' deki bazı paralellerin Batı 'lı başkentlerde, Türkiye 'deki kadar sevinç ve heyecanla karşılanmadığını düşünmek, acaba yanlış mıdır?

Londra ya da Washington DC 'deki herhangi bir 'Türkiye uzmanına' göre, Ankara muhtemelen, Osmanlı 'nın eskiden ya toprağı ya da nüfuz sahası olan Balkanlar 'da ve Kafkaslar 'da 'bayrak göstermiş' tir. 'Bayrak göstermek' de, ne lâf? Lisede okuduğumuz yıllarda, (1940'lar) coğrafya atlasındaki haritalarda, Afrika ve Okyanusya , bütünüyle sömürge görünürdü; Asya ise, 'kısm-ı âzamı' ile; emperyalist güçler, oralardaki 'mevcudiyetleri' ni öteki ülkelere kanıtlamak ya da onlara gözdağı vermek için, gerektiğinde donanmadan bir iki kruvazör ya da muhrip seçip o sulara gönderir, 'bayrak gösterirlerdi' ; bunun adına 'gambot diplomasisi' deniyor! Acaba Türkiye, Kıbrıs 'tan sonra, Kosova ve Azerbaycan 'da, Demirel ziyaretine Dışişleri Bakanı yerine Genelkurmay Başkanı 'nı katmakla, benzeri bir 'kuvvet gösterisi' mi yapıyor?

'Yöresel' güç mü, 'global' güç mü?

Aksi 'tesâdüf' , 'askeri konularda prestij sahibi' bir Amerikan dergisi, 'Armed Forces Journal' ilginç bir yorum yayımlamamış mı? Niye ilginç, çünkü Başbakan ve Dışişleri Bakanı 'nın Washington seyahatinde, Türkiye 'ye ekonomisi batık ülke muamelesi yapıp, IMF ve Dünya Bankası 'nın 'insafına' bırakan Washington 'da, Silâhlı Kuvvetler'in (Pentagone' un) 'değerlendirmesi' son derece başkadır:

''...yirmi birinci yüzyılda, Türkiye büyük bir olasılıkla, 'bölgesel' bir güçten, 'global' bir güce dönüşümün kavgasını verecek!.. Bu da giderek artan askeri gücünden değil, ekonomik kuvveti ve sınırlarını aşan etkisinden kaynaklanacak. 'Kötü Mahalle'deki son gelişmeleri izlerken, satır aralarını okuyabilen uzmanlar, bu evrimin gerçekleşeceğini görmekte güçlük çekmiyorlar...'' (Hürriyet, 14 Ekim 1999.)

Şüphesiz, 'Kötü Mahalle' nin, Washington 'ın gözünde, 'Ortadoğu' olduğunu anladınız: 'Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya' ; tahminine gelince, Türkiye açısından şaşırtıcı bir yanı yok; çıkmak üzere olduğumuz bu yüzyılın başında, Devlet-i Âliyye-i Osmaniye , yeryüzünün altı büyük devletinden biri siydi, yâni 'global' di; büyük kayıplarına, uğradığı haksızlıklara rağmen, 'radikal' Cumhuriyet , kendine hedef olarak 'çağdaş uygarlık düzeyi' ni seçmişti ki, bunun Türkçesi yeniden bir 'dünya devleti olmak' tır.

İyi de, acaba Osmanlı'yı dünya devleti olmaktan çıkarabilmek, -kendi deyimiyle 'Asya bozkırlarına sürmek' için- aşağı yukarı üç yüz yıl etmediğini koymayan Düvel-i Muazzama (yâni Batı, yâni 'Sistem') acaba şimdi, 'meseleyi' hangi gözle görüyor? 'İstikrarını' şu ya da bu şekilde bozarak, Türklerin ortalıkta dolaşıp 'bayrak göstermesi'ne engel olmak; onlar için, ister misiniz 'yeniden', hem de tarihi bir 'zaruret' olsun? İşte o zaman, 'yeniden' ve çok düşünmek lâzım!

SÖYLEŞİ
ATTİLÂ İLHAN
03,11,1999

'Hürriyet' ve 'İstiklâl' Bir 'Zaruret'tir!

Türkiye için 'lâiklik' , bir 'zaruret' tir; son Osmanlı 'halifesi' , imparatorluğu dağıtan Sevres Antlaşması'nı kabul etmiş; Düval-i Muazzama , -özellikle İngiltere- ne derse, onu yapmıştı; oysa Cumhuriyet, Anadolu' nun hem 'Sistem' e, hem onunla işbirliği hâlindeki 'Halife' ye baş kaldırışıydı. Bu bir gerçek! Gel gör ki, 'dindar' ABD , 'müttefikinin' , bazı 'yapısal' niteliklerini hiç önemsemiyordu. bazılarındansa rahatsızdı: Sovyetler dağılana kadar, açıkça bunu asla söylemedi ama, 12 Eylül ertesinde, 'tesâdüf' , Turgut Özal Başbakan olunca, rengi belli oldu.

'Tesâdüf' bu ya, Özal'ın 'halefi' Çiller , o zamana kadar Washington' a atıp tutan Erbakan' la hükümet olmayı benimseyince, 'Fransız İstihbaratı'na yakınlığıyla bilinen', 'El Vatan El Arabi' dergisi şunları yazıyordu: ''...kimi çevrelere göre Ordu, Refah Efsanesi bitsin diye Erbakan'ın iktidara gelişine göz yumdu; oysa uyanık, zeki ve pragmatik Erbakan, öncelikle ABD ile anlaştı: ABD stratejisi çerçevesinde hareket edeceğine dair teminat verdi. İsrail/Türkiye Anlaşması'nı kabul etti. Gümrük birliği'nden ve NATO'dan çıkmayacağına dair vaatte bulundu, bu yüzden Amerika'nın onayıyla, 'halife' oluverdi...'' (El Vatan El Arabi', 12 Temmuz 1996.)

Fransız İstihbaratı'na doğrusu diyecek yok! Ya beş gün sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nicolas Burns 'ün şu söylediklerine, ne dersiniz? ''...daha önce, Türkiye'de lâikliği desteklediğimiz, ya da karşısında olduğumuz hakkında, bir açıklama yaptığımızı hatırlamıyorum.(...) Türkiye ile ilişkilerimizin temel unsuru, NATO'daki savunma ittifakımızdır.(...) NATO'nun kuruluşunu sağlayan Roma Anlaşması'nda, lâikliğe herhangi bir atıf olduğunu sanmıyorum''. (Hürriyet, 17 Temmuz 1996.) 'Tesâdüf' ün böylesine şaşılmaz mı? Hele bu tavır takınışın, daha 1990'da Rand Corporation' un 'orta vâde tahmin uzmanı' Graham Fuller' in saptadığı stratejiye, bir eldiven gibi uyması, insana neyi hatırlatır: ''...Atatürk'ün düşünceleri çağı için çok güçlü düşüncelerdi, ama bugünün kendine güven duyan Türkiyesi artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslâm'ın gündelik hayattaki yerini yeniden düşünmelidir...'' (Cumhuriyet, 26 Şubat 1990) 'Yörünge' terimi, ancak 'uydular' için kullanılır; yâni adam açıkça diyor ki, 'Günümüzün Türkiye' si' uydunun biridir; 'dünyada' , uydusu olduğu gücün, 'ona uygun gördüğü rolü oynamalı' dır.

'Tesâdüfler' e diyecek yok ama, unuttukları en önemli şey; Müdafaa-i Hukuk Türkiyesi' nde, lâikliğin, kesinlikle bir 'zaruret' olduğu!

'28 Şubat süreci', budur!...

28 Şubat' tan itibaren, yaşamaya başladığımız 'süreç' budur; budur da Özal' a, Çiller' e, Erbakan' a -hepsini vitrine çıkaran 12 Eylül' e- rağmen; Türkiye' de 'ılımlı İslâm' uygulamasının yürütülemeyeceği, daha Özal' ın kurduğu partiye yabancılaşmasıyla, Çiller' in ufalanıp gitmesiyle belli olmuştu: Cihet-i Askeriye, Cumhuriyet' in 'zaruretini' müdrikti, ya da nihayet idrak etmişti; Türkiye' ye önerilen 'yörüngeyi' de, o 'yörünge' çevresinde zincirlenen 'tesadüfler' i de, o 'zaruret' e karşı sayıyordu. Paul Henze' nin dediklerini hatırlayınız; Vahhabiler , ticarete yakın ve yatkın, Fethullah' çı 'tayfası' açık görüşlü ve modern; Nakşibendiler' se, hiç de -Türk aydınlarının sandığı gibi- irtica yandaşı değil! Bir bakıma Türkiye, Kuvay-ı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk 'tan beri gelen 'ulusallığını' ve 'ulusal amaçlarını' ; İngilizlerin 'kullandığı' tarihen sâbit 'Halife' nin 'İslâm Kardeşliği' ne terkediyor; 'İslâm kardeşliği' ise, Washington DC' nin, ona uygun gördüğü 'rol' ! Türk askeri, İstiklâl Harbi dahil, her savaşta Hazret-i Allah'ın adıyla savaşır, Salâvat getirerek şehit olur, ama, 'Hürriyet ve İstiklâl' onun için bir 'zaruret'tir: hiçbir 'tesadüf' bu gerçeği değiştiremez!

'Tesâdüf' bu ya, son seçimlerin verdiği sonuçlar da, bunu kanıtlıyor: Türk halkı, son on yıldır Türkiye'ye o mâhut 'rolü' oynatmak niyetindeki iktidar partilerini, yerle bir etmiş; buna mukâbil, 'bağımsız' ve 'ulusal' politikalar güdeceğini umduğu, ya da sandığı partileri 'reiskâr'a getirmiştir: gerçi, söylem aynı söylem, ekonomik 'teslimiyet' devam ediyor ama, hiç de hoşa gitmeyecek bazı 'tesâdüfler' yaşanmaya başladı: ilköğretim okulları, imam/ hatip serüvenine son veriyor; Erbakan, devre dışı bırakıldı; Refah Partisi, artık bir maziden bir hatıra; MÜSİAD 'ın bir ara sahip olduğu güç, galiba rüya imiş! Açıkça görünen odur ki, sonradan kibarca 'Küreselleşme' diye adlandırılan 'yörünge politikası' , artık Türkiye' ye, 12 Eylül sonrasının bazı 'paşaları' na göründüğü kadar, 'sevimli' ve 'ilginç' görünmüyor.

'Sevimli' ve 'ilginç' görünmeyen, acaba yalnız 'Küreselleşme' mi?

Türkiye, 'yeni dünya düzeni'ne 'direniyor'

B ilmiyor olamazsınız; Türkiye, 'özelleştirme' ye ilk evet diyen; fakat iş uygulamaya gelince, en çok ayağını sürüyen ülkedir; gerçi, 'ulusal' nitelikleriyle ümit veren yeni iktidar, 'Sistem' in ve ANAP kanadının bastırmasıyla- (yoksa parasızlıktan mı?) 'Özelleştirmeye hızla devam edileceğini' tekrarlayıp duruyor; yine de, biri önceden yaşanmış, öteki şimdi yaşanan iki 'tesadüf' dikkatlerden kaçmadı: ilki, 'ulusal savunma' kuruluşlarının, 'özelleştirilmesi' -bilhassa küreselleşmesi- konusunda Cihet-i Askeriye'nin son derece hassas olduğu; -ki buna, TÜBİTAK ve Akademiler Komutanlığı'nın yayınladığı inceleme ve araştırmalar şâhittir-. İkincisi, paldır küldür yapılmış, önceki 'özelleştirmeler'den bazılarının, devlet açısından, 'teftiş' ve 'tahkikat' mevzuu olması: somut örneği, mâlum, burnumuzun dibinde! Bu iki olayın, 'özelleştirme' sürecinde, 'caydırıcı' bir rol oynayacağı, belli bir şey! Buna ek olarak, güçlü belediyelerin, harıl harıl BİT'ler, bir bakıma yöresel KİT'ler ürettiğini hesaba katarsak: ortaya çıkan tablo, itiraf etmeli ki, Yeni Dünya Düzeni için hiç de iç açıcı değildir.

Bu gibi hallerde 'tesadüf' bu ya 'şiddet hareketleri' devreye girer; çünkü bilmem kaçıncı defa, Türkiye'de 'laik, demokratik ve anti/emperyalist' Cumhuriyet 'in temellerinin çok sağlam bir zemine atıldığı, öyle kolay kolay yıkılamayacağı meydana çıkmıştır; o zaman, en iyisi, 'istikrarı' nı bozmaktır, onun ilacı ise 'şiddet' ! İyi de, bu yolu, -hem de geniş 'ecnebi' destek ve yardımla- seçmiş ve büyük ölçüde denemiş olan Öcalan 'ın hâl-i pür melânini görmüyorlar mı?

SÖYLEŞİ
ATTİLÂ İLHAN
 05,11,1999


...O 'Gördüğümüz' Film!..

Bakar mısınız, neler yazmışım: ''...Türkler, 1919'da bir ölüm/kalım savaşını başlatırken; Mustafa Kemal 'in Samsun 'a çıkışından, tam 12 gün sonra (31 Mayıs 1919) ABD Dışişleri Bakanlığı , yeryüzündeki bütün elçilik ve konsolosluklarına birer genelge gönderip neyi istiyor biliyor musunuz? '...petrol bulunan. Bulunabilmesi ihtimali olan her yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol üretimine karışabilme olanaklarının bildirilmesini...'.'' O 'Söyleşi' nin tarihi, 29 Ocak 1978, ama dört ay kadar öncesinde (31 Ekim 1977) aynı alâkanın, nasıl da Yakındoğu ve Anadolu üzerine yoğunlaştığının belgelerini vermişim:

''... Cumhuriyet 'le birlikte Orta Anadolu 'da Ermeni Sorunu ve Ermenilik kalmaz, kalmaz ama Amerika, Cumhuriyet Hükümeti'nin karşısına 'Chester İmtiyazı' ile çıkar. Ne demektir bu; onun için önemli olan, Ermeniler ya da Kürtler değil, o bölgenin Amerikan sömürüsüne açık bulunması değil mi?...''

''... Mütareke 'de ABD Bahriye Bakanlığı, Yumurtalık 'ta bir deniz üssü kurulması için çalışmalara başlar; Bahriye Bakanı Mr. Denby, Yumurtalık limanı ve 'İkinci Chester İmtiyazı' için de, der ki: '...Akdeniz'de gemilerimize ucuz petrol sağlayacak, güvenilir bir limanı daima aramalıyız.'; Bahriye İstihbarat Bürosu' nun raporunda ise şu ilginç sözler: '...bizim özellikle tütün ve petrol alanında, Yakındoğu'da büyük çıkarlarımız vardı. (...) Bu bölgedeki ekonomik kaynakların gelişme olanaklarının araştırılması, uzmanlar aracılığıyla, Amerikan çıkarları arasından incelendi...'...''

''... cumhuriyet 'ten sonra, Amerikan Yakındoğu Ticaret Odası, Dışişleri Bakanlığı' na bir rapor verip, ne der: '...Yakındoğu'da Amerikan çıkarlarının gelişme olanağı, hemen hemen, sınırsız gibidir. Bu bölge özel Amerikan girişimlerine açık bir alandır'. Amerikan Ticaret Odası Başkanı oraları ziyaret eden Türk milletvekili Dr. Fuad 'a ne söyler: '...Türkiye ile ticari ilişkilerimizi geliştirirken, oraya sermayemizi götürürken, bir tek şey istiyoruz: 'open door'/açık kapı!'...'' (Batı'nın 'Deli Gömleği' , 2. Basım s.123, 124, Bilgi Yayınevi.)

Bu hatırlatmanın iki sebebi var, petrol (ve su) coğrafyasına Amerikan alâkasının yeni değil, basbayağı eski bir 'zaruret' olduğu bir; bu 'zaruret'in, Ermeni ya da Kürtler'in insan haklarıyla filan ilgili olmayıp, 'petrol üzerindeki siyasi denetim'le ilgili olduğu, iki! Şimdi, bu bilgilerin ışığında, ABD'nin 'Soğuk Savaş' sonrası Yakındoğu, (Irak ve Türkiye) politikasındaki 'tesadüfler'e, bir de bu 'açıdan' bakar mısınız?

PKK, 'başarılı' olamazsa?..

G âzi 'nin Diyap Ağa 'yla fotoğrafı şahânedir: Anadolu Kürtlüğü'nün İstiklâl Savaşı 'nda Müdafaa-i Hukuk Cephesi' nde olduğunun resmidir; onun içindir ki, Lausanne 'da Kürtler 'azınlık' sayılmaz, Cumhuriyet' in sahibi sayılırlar: bu, bir 'zaruret' değil miydi? Müdafaa-i Hukuk' un Kürt asıllı mücahitleri, 'Gazi Paşa' nın yanında vuruşmakla; onlara 'muhayyel' bir 'Kürt Devleti' vaat eden Sevres Muahedesi 'ne 'karşı çıkmış' olmuyorlar mıydı? İstiklâl Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu 'daki her çeşit halkın, emperyalizm'e karşı ortaklaşa direnişidir; İstanbul 'da nasıl Emperyalizm'den yana Türkler -bu arada Halife/Padişah- varsa; Sevres 'e destek çıkan Kürtler de vardı: Kürt Teâli Cemiyeti , o muahedenin vaat ettiği Kürdistan hayâlini görür. Peki bunca yıl sonra, PKK 'nin gördüğü hayal nedir, Sevres'in hayâli değil mi?

İyi de 'tesadüfler' e ne demeli? Şöyle yüzeysel bakarsan, Anadolu Kürtleri, ortak sahibi oldukları cumhuriyete, en az üç kere isyan etmişlerdir: Şeyh Sait, Dersim, PKK! Ama hayret bir şey, bu isyanların her biri, Türkiye Cumhuriyeti 'nin bölgede 'bayrak gösterdiği' bir zamana 'tesadüf' eder: Şeyh Sait, Ankara 'nın Musul petrolü üzerindeki 'hukukunu müdafaa ettiği' zaman, Şeriat adına ayaklanır. Söylemişimdir: Dersim İsyanı, Türkiye' nin Hatay 'da 'bayrak gösterdiği -göstermekle kalmayıp, bayrak diktiği- döneme 'tesadüf' eder. PKK 'nin 'silahlı eylem' de karar kılması ise 1974' dedir; aksi 'tesadüf' , -uluslararası anlaşmalara dayanarak- Türkiye 'nin Kıbrıs 'ta 'bayrak göstermesi' de, aynı tarihtedir. Elbette bu 'tesadüfler' , bir 'zaruret' in ifadesi; fakat o 'zaruret' , Anadolu ahalisini esaretten kurtaran Lausanne 'ın değil; bütün petrol (ve su) coğrafyasını 'denetimine almak' , niyet ve hevesindeki Sevres' in bir 'zarureti' !..

PKK' nin uğradığı yenilgi, somut olarak, elbette ki Türkiye 'deki Kürtlerin, Lausanne' a sahip çıktığını gösteriyor; yâni yurtlarına ve tarihlerine! İyi de Ankara bölgede 'Türk süngülerinin çizdiği sınırlara' dayanır, Irak 'ın toprak bütünlüğüne arka çıkar; Ortadoğu 'da, Kafkaslar 'da ve Azerbaycan 'da 'bayrak gösterir' se, acaba bu 'karşılıksız' bırakılır mı?

'Tesadüfün' de bu kadarı?..

7 0'li yıllarda gösterilen filmin, yeniden yurt sinemalarında gösterilmeye başlaması, bu sorunun cevabı sayılmaz mı? 'Tesadüfler' şaşılacak bir düzen içinde, birbirini izliyor: ''20 Eylül 1999: Bayrampaşa'da Çatışma: 6 Ölü./ 26 Eylül 1999: Ulucanlar Cezaevi'nde isyan ve çatışma: 7 Ölü!/ 6 Ekim 1999: Adana'da Polis'in yanlış bir evde çat kapı ateş açması: 1 Ölü/ Aynı tarihte, İstanbul'daki üniversitelerde, odağı Marmara Üniversitesi'nde olan, Türban Eylemleri ve Olayları/ 21 Ekim 1999: A.Taner Kışlalı'nın öldürülmesi...'' (Milliyet, 22 Ekim 1999)

Günahı boynuna, İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, 23 Ekim 1999'da o cinayetle ilgili olarak şunları söylemesin mi? Yâni, 'tesadüf' dediğin de bu kadar olur:

''... kullanılan bombanın malzemesi, Pentagon'un 'özel izniyle' Türkiye'ye getirilebiliyor. Bu bomba Türkiye'de ancak ABD ve NATO'nun üç üssünde bulunan malzemeyle imal edilebiliyor. Bombanın hazırlanmasında ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın kılavuzuna dayanılıyor. Bombayı ancak özel eğitimden geçirilen elemanlar yerleştirebiliyor...''

''...suikastı çözmek için ip ucu hazırdır: gerçekler Denizer Cinayeti dosyasına, ifadesi bazı değişiklikler yapılarak konulmuş olan sürpriz tanıkta saklıdır. İfadesinde bir dizi cinayeti haber vermektedir. Denizer'den sonra, Kemalist bir aydının öldürüleceğini açıklamıştır...'' (Milliyet, 24 Ekim 1999)

Evet, Jacques Monod' 'nin dediği gibi, 'tesadüfler' ve 'zaruretler' ... söylenecek başka ne kalıyor?