Nutuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nutuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Samsun’a Çıktığım Gün Genel Durum ve Görünüm

   



   1919 yılı Mayısı’nın 19.günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüm:

   Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.

   Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta…

   İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Ayıntap, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta. Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

  Bundan başka, ülkenin her tarafında Hıristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.

 Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor. Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavi Mira heyeti tarafından yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.

  Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavi Mira heyetiyle fikir birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.

  Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde oluşturulmuş ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.


 Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kişiler tarafından bu duruma karşı kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmıştı…

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

(NUTUK)

1 Kasım 2015 Pazar

MUSTAFA KEMAL, "CUMHURİYET"İN İLAN SÜRECİ VE SONRASINI ANLATIYOR (Birinci Bölüm)


“Cumhuriyet”in İlanı

   28 Ekim günü geç saatte, toplantı halinde bulunan Parti Yönetim Kurulu tarafından davet olundum. Parti Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey’di. Fethi Bey, Parti adına yönetim kurulu tarafından bir aday listesi düzenlendiğinden ve bu konuda Parti genel başkanı olduğum için benim de görüşümün alınması uygun görüldüğünden toplantılara davet ettiklerini bildirdi. Düzenlenen listeye göz gezdirdim. Bence uygun olduğunu ve fakat bu listede adları bulunan kişilerin de düşünce ve onayını almak gerektiğini söyledim. Bu önerim uygun görüldü. Örneğin, Dışişleri Bakanlığı için adı söz konusu edilen Yusuf Kemal Bey’i davet ettik. Yusuf Kemal  Bey bu listeye giremeyeceğini bildirdi. Bundan ve buna benzer bazı durumlardan anladım ki, Parti Yönetim Kurulu da kabule değer ve kesin bir aday listesi düzenleyememektedir. Yönetim Kurulu üyelerine, gerekli kişilerle daha fazla fikir alışverişinde bulunarak kesin bir liste düzenlemelerini tavsiyeden sonra yanlarından ayrıldım. Gece olmuştu. Çankaya’ya gitmek üzere Meclis binasını terk ederken koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşa’lara rastladım. Ali Fuat Paşa, Ankara’dan hareket ederken bunların Ankara’ya vardıklarını o günkü gazetede “bir uğurlama ve bir karşılama” başlığı altında okumuştum. Henüz kendileriyle görüşmemiştim. Benimle görüşmek için geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca akşam yemeğine gelmelerini Milli Savunma Bakanı Kazım Karabekir Paşa aracılığıyla bildirdim. İsmet Paşa ile Kazım Paşa’ya ve Fethi Bey’e de Çankaya’ya benimle beraber gelmelerini söyledim. Çankaya’ya gittiğim zaman, orada beni görmek üzere gelmiş Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Beylere rastladım. Onları da yemeğe alıkoydum.

  Yemek sırasında, “Yarın cumhuriyet ilan edeceğiz !” dedim. Hazır bulunan arkadaşlar derhal düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan başlayarak, hareket şekli hakkında kısa bir program belirledim ve arkadaşları görevlendirdim.

   Belirlediğim program ve verdiğim talimatın uygulanışını göreceksiniz !

 Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ve onlarla görüşmeye ve tartışmaya asla gerek ve gereksinim duymadım. Çünkü, onların zaten ve doğal olarak benimle bu konuda aynı düşüncede olduklarından kuşku duymuyordum. Oysa o sırada Ankara’da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve onayları alınmadan cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını, gücenme ve ayrılma nedeni saydılar.

 O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar erkenden yanımdan ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya’da konuktu. Onunla yalnız kaldıktan sonra bir kanun tasarısı taslağı hazırladık. Bu taslakta, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat_ı Esasiye Kanunu’nun devlet şeklini belirleyen maddelerini şu şekilde değiştirmiştim:

“ Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir. Meclis, hükümetin bölündüğü yönetim dallarını bakanlar aracılığıyla yönetir.”

   Bundan başka Tekilat-ı Esasiye Kanunu’nun esas maddelerinden sekizinci ve dokuzuncu maddleri de değiştirilip açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı:

“ Madde: Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Başkanlık görevi, yeni cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Tekrar seçilmek olabilir.”
“ Madde: Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerek gördükçe Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.”
“ Madde: Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar Başbakan tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra tümü Cumhurbaşkanı tarafından Meclis’in onayına sunulur. Meclis toplantı halinde değilse, onay işi Meclis’in toplantısına bırakılır.”

   Bu maddelere, komisyonda ve Meclis’te, din ve dille ilgili, bildiğiniz bir madde de eklenmiştir.

   Saygıdeğer efendiler, şimdi isterseniz yüksek heyetinize, 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Ankara’da cereyan etmiş olayı özetle anlatmaya çalışacağım.

   Pazartesi günü öğleden önce saat onda, Halk Partisi Grubu, Grup Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey’in başkanlığında toplandı. Bakanlar Kurulu seçimi görüşmesine başlandı.

(Mustafa Kemal, burada, Bakanlar Kurulu’nda yapılan görüşmeleri aktarıyor)
……

  Başkan, bundan sonra görüşmenin yeterliliğini oya koymuş. Görüşme yeterli görüldükten sonra birtakım önergeler okunmuş. Bu önergelerden Kemalettin Sami Paşa’nın önergesi kabul olunmuş. Bu önerge içeriğine göre, ben, genel başkan sıfatıyla sorunun çözümü için genel kurul tarafından görevlendiriliyorum.

  Görüşmeler sırasında Çankaya’da evimde bulunuyordum. Kemalettin Sami Paşa’nın önergesinin kabul edilmesi üzerine, toplantıya davet edildim. Toplantı salonuna girer girmez doğru kürsüye çıktım ve şu kısa görüş ve öneriyi ileri sürdüm.

“Efendiler!” dedim, “Bakanlar Kurulu üyelerinin seçiminde fikir ayrılığı ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Bana bir saat kadar izin verin. Bulacağım çözüm yolunu bilginize sunarım.”

   Başkan Fethi Bey öneriyi oya koydu. Kabul olundu.

  Efendiler, bu bir saat içinde gerekli kişileri Meclis’teki odama davet ederek, onlara 28/29 Ekim gecesi hazırladığım kanun önerisi taslağını gösterdim ve fikir alışverişinde bulundum.

   Öğleden sonra saat bir buçukta Parti Genel Kurulu tekrar Fethi Bey’in başkanlığında toplandı. İlk söz bendeydi. Kürsüye çıktım ve şu konuşmayı yaptım:

“Saygıdeğer arkadaşlar, çözümünde güçlüklerle karşılaştığınız sorunun sebebi, bütün arkadaşlarca anlaşılmıştır sanırım. Eksiklik ve yanlışlık izlemekte olduğumuz yöntem ve şekildedir. Gerçekten de, yürürlükteki Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuza göre bir Bakanlar Kurulu kurmaya giriştiğimiz zaman, bütün arkadaşların her biri bakanları ve Bakanlar Kurulu’nu seçmek zorunda bulunuyor. Hepinizin birden Bakanlar Kurulu’nu seçmek zorunda olmanızda görülen güçlüklerin ortadan kaldırılmasının zamanı gelmiştir. Geçen dönemde de, aynı şekilde güçlüklerle karşılaşılıyordu. Görülüyor ki, bu yöntem bazen birçok karışıklıklara sebep oluyor. Yüksek heyetiniz bu güçlüğün çözümü için beni görevlendirdiniz. Ben de bilginize sunduğum görüşten esinlenerek düşündüğüm şekli belirledim. Onu önereceğim. Önerim kabul olunursa kuvvetli ve dayanışma içinde bir hükümet kurmak mümkün olacaktır. Devletimizin şekil ve niteliğini belirleyen ve hepimiz için bir amaç olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun bazı noktalarını açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Öneri şudur,”

dedikten sonra bildiğiniz taslağı okutmak üzere katip beylerden birine uzatarak kürsüden ayrıldım.

   Önerimin niteliği anlaşıldıktan sonra tartışmalar başladı.

(Mustafa Kemal, burada, yapılan tartışmaları aktarıyor)
….

Abdullah Azmi Efendi’nin “İşin önemi ortadadır. Görüşme devam etsin” diye yükselen karşı çıkışına rağmen, görüşmenin yeterliliği kabul olundu. Ondan sonra önerimin tümü ve ardından maddeleri birer birer okunarak görüşüldü ve kabul edildi.

 Efendiler, Parti Grubu toplantısına son verildi ve hemen Meclis toplantısı açıldı. Saat, öğleden sonra altı idi. Kanun önerisi, Anayasa Komisyonu tarafından usul yönünden incelenerek, tutanağı hazırlanırken, Meclis diğer bazı sorunlarla ilgilendi. Sonunda, başkanlık makamında bulunan Başkan Vekili İsmet (Eker) Bey Meclis’e şu bilgiyi verdi: “Anayasa Komisyonu, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun değiştirilmesine ilişkin tasarının acil olarak ve hemen görüşülmesini öneriyor.” “Kabul” sesleri üzerine tutanak okundu. Önerildiği üzere görüşüldü. Sonunda kanun, birçok konuşmacının “Yaşasın Cumhuriyet !” sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi.

   Ondan sonra, Cumhurbaşkanı seçimi için Meclis’in oyuna başvuruldu. Toplanan oyların sonucunu, başkanlık makamında bulunan İsmet Bey, genel kurula şu şekilde bildirdi:

“Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı için yapılan seçim oylamasına yüz elli sekiz kişi katılmış ve Cumhuriyet Başkanlığı’na yüz elli sekiz üye oybirliğiyle Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni seçmişlerdir.”

  Efendiler, bunun ardından Meclis’te yapmış olduğum konuşmam Meclis tutanaklarında okunmuştur. Ancak tarihi bir anının canlandırılması için, izin verirseniz, o konuşmamı burada da olduğu gibi tekrar edeyim:

“Saygıdeğer arkadaşlar, dünya çapında önemli ve olağanüstü olaylar karşısında saygıdeğer ulusumuzun gerçek uyanıklığına ve uyanışına değerli bir belge olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun bazı maddelerini açıklığa kavuşturmak için kurulan özel komisyon tarafından yüksek heyetinize önerilen kanun tasarısının kabulü dolayısıyla Türkiye Devleti’nin zaten dünyaca bilinen, bilinmesi gereken niteliği, uluslararası bilinen adıyla adlandırıldı. Bunun doğal gereği olmak üzere, bugüne kadar doğrudan doğruya Meclis Başkanlığı’nda bulundurduğunuz arkadaşınıza yaptırdığınız bu görevi, Cumhurbaşkanı unvanıyla yine aynı arkadaşınıza, bu aciz arkadaşınıza veriyorsunuz. Bu münasebetle, şimdiye kadar hakkımda gösterdiğiniz sevgi, içtenlik ve güveni bir defa daha göstermekle yüksek değerbilirliğinizi kanıtlamış oluyorsunuz. Bundan dolayı yüksek heyetinize ruhumun bütün içtenliğiyle teşekkürler sunarım.

Efendiler, yüzyıllardan beri Doğu’da haksızlığa ve zulme uğramış olan ulusumuz, Türk ulusu, gerçekte yaratılıştan sahip olduğu özelliklerden yoksun kabul ediliyordu.

Son yıllarda ulusumuzun fiili olarak gösterdiği yetenek, eğilim ve kavrayış, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanların ne kadar aymaz ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel kanıtladı. Ulusumuz sahip olduğu niteliklerini ve yeterliliğini, devletinin yeni adıyla uygarlık dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeyi başaracaktır. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada elde ettiği makama yaraşır olduğunu yaptıklarıyla kanıtlayacaktır.

Arkadaşlar, bu yüce kurumu var eden Türk ulusunun son dört yıl içinde kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç katı olmak üzere belirecektir. Bendeniz eriştiğim bu güven ve itimada yaraşır olmak için pek önemli gördüğüm bir noktada gereksinimi bildirmek zorundayım. O gereksinim, yüksek heyetinizin bana gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Allah’ın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri iyi yapmayı başabileceğimi ümit ederim.

Her zaman, saygıdeğer arkadaşlarımın ellerine çok içten ve sıkı bir şekilde yapışarak kendimi onlardan bir an bile ayrı görmeyerek çalışacağım. Ulusun sevgisini her zaman dayanak noktası kabul ederek, hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır.”

   Efendiler, Meclis tarafından Cumhuriyet kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30’da verildi. On beş dakika sonra, yani 20.45’te Cumhurbaşkanı seçildi. Durum aynı gece bütün ülkeye bildirildi ve her tarafta gece yarısından sonra, yüz bir defa top atılarak ilan olundu.


   İlk hükümetin, İsmet Paşa tarafından kurulduğunu ve Meclis Başkanlığı’na Fethi Bey’in seçildiğini biliyorsunuz.

NUTUK

29 Ekim 2015 Perşembe

Mustafa Kemal, NUTUK'ta "Saltanat ve Hilafetin Kaldırılması" İle İlgili Bir Anısını Anlatıyor

   


   Bildiğiniz gibi, saltanat ve hilafet makamları ayrı ayrı ve birleşmiş olarak önemli sorunlardan sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir anımı anlatayım:

   1 Kasım 1922 tarihinden önce bize karşı olanlar, Meclis çevresinde benim saltanatı kaldıracağım hakkında telaşlı ve heyecanlı propaganda yapıyorlardı.

   Rauf Bey, bir gün Meclis’teki odama gelerek, benimle önemli bazı konular hakkında görüşmek istediğini ve akşam Keçiören’de Refet Paşa’nın evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey’in önerisini kabul ettim. Fuat Paşa’nın da orada bulunmasının bence uygunluğunu sordu. Onu da uygun gördüm. Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey’den dinlediklerimin özeti şuydu: Meclis, saltanat makamının ve belki hilafetin ortadan kaldırılması görüşünün ardından gidildiği endişesiyle sıkıntılıdır. Sizden ve sizin ileride benimseyeceğiniz tutumdan kuşku duymaktadır. Bu nedenle Meclis’e ve dolayısıyla ulus kamuoyuna güven vermeniz gereğine inanıyorum.

   Rauf Bey’den, saltanat ve hilafet hakkındaki düşünce ve yorumunun ne olduğunu sordum. Verdiği yanıtta şu açıklamalarda bulundu: “Ben” dedi, saltanat ve hilafet makamına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen yöneticileri sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel düşüncem de vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da, saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmak, felaket ve acıya sebep olur. Asla uygun olamaz.”

   Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’dan görüşünü sordum. Refet Paşa’nın yanıtı şuydu: “Tamamen Rauf Bey’in düşüncesine ve görüşüne katılırım. Gerçekten de, bizde padişahlıktan halifelikten başka bir yönetim şekli söz konusu olamaz.”

   Ondan sonra, Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim.  Paşa, yeni Moskova’dan geldiğinden, durumu, halkın düşünce ve duygularını yeteri kadar incelemeye henüz zaman bulamadığından söz ederek görüşülen konu hakkında kesin bir düşünce ve görüş belirtemeyeceğini söyledi.

   Ben onlara kısaca şu yanıtı verdim: “Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün sorunu değildir. Meclis’te bazılarının telaş ve heyecanına da gerek yoktur.”

   Rauf Bey bu yanıtımdan memnun göründü. Fakat, şu veya bu şekilde, söz konusu sorun etrafında görüşmeye devam edildi. Akşam üzeri başlayan görüşmemiz, bütün gece sabaha kadar uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi sağlamak istediğini anladım. Benim hilafet ve saltanat ve gelecekte kişisel olarak alabileceğim tutum hakkında, kendilerine söylediğim ve güven verici buldukları sözleri bana kürsüden doğrudan doğruya Meclis’e söyletmek…

   Kendilerine söylediğim sözleri olduğu gibi Meclis’e söylemekte sakınca görmediğimi bildirdim. Fazla olarak bu sözleri kurşunkalemle bir kağıt parçasına yazdım ve ertesi günü Meclis’te bir sebeple söylev şeklinde söyleyeceğimin sözünü verdim. Bu sözümü yerine de getirdim. Benim bu söylevim, muhalifler tarafından Rauf Bey’in bir eseri sayılmış ve kendisi takdir edilmiş…

  Efendiler, belki birtakım kimselere göre Rauf Bey, üstlendiği görevi yerine getirmişti. Ben de genel ve tarihi görevimden, o güne ait evreyi açıkladığım gibi yerine getirmiştim. Fakat genel görevimin emrettiği asıl noktayı yerine getirmek ve uygulamak gerektiği zaman da asla duraksamadım. Tevfik Paşa’nın telgrafları nedeniyle saltanatı hilafetten ayırmaya ve önce saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, derhal Rauf Bey’i Meclis’teki odama çağırmak oldu. Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın evinde sabahlara kadar dinlediğim düşünce ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi davranarak, ayakta, kendisinden şu istekte bulundum: “Hilafet ve saltanatı birbirinden ayırarak saltanatı kaldıracağız ! Bunun uygun olduğuna dair kürsüden bir konuşma yapacaksınız !” Rauf Bey ile bundan başka bir tek kelime konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, aynı amaçla çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı şekilde konuşmasını rica ettim.

   Efendiler, o tarihe ait Meclis tutanaklarında görüldüğü gibi, Rauf Bey kürsüden bir iki defa konuşma yaptı ve hatta saltanatın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesi önerisi de ortaya attı.


   Burada bir nokta, akıllarda düğüm halinde kalabilir. Bana, padişaha bağlılığı korumayı borç bildiğinden, saltanat makamının yerine başka nitelikte bir makamın konmasına çalışmanın yıkım ve acıya sebep olacağından söz etmiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten sonra ve hele kararımın desteklenmesi ve saltanatın kaldırılması için Meclis’te bir konuşma yapmasını önermem karşısında, ne düşündüğünü bile söylemeden boyun eğmiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir ? Rauf Bey eski inanç ve düşüncelerini değiştirmiş miydi ? Yoksa bu düşüncelerinde aslında içten değil miydi ? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak ve biri üzerinde kesin bir yargıya varmak zordur.

NUTUK

19 Mayıs 2014 Pazartesi

SAMSUN'A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜM

  


    1919 yılı Mayısı'nın 19.günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve görünüm:

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Dünya Savaşı'nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.
 
Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta...
 
İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Ayıntap (Antep), İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta. Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor.
 
Bundan başka, ülkenin her tarafında Hıristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.
 
Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor. Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira heyeti tarafından yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.
 
Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira heyetiyle fikir birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.
 
Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde oluşturulmuş ve İstanbul'daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.
 
                                        Gazi Mustafa Kemal Atatürk
                                          Nutuk (Giriş Bölümü)


24 Nisan 2014 Perşembe

"NUTUK"TA ERMENİ MESELESİ: MUSTAFA KEMAL NE DİYOR ?

  

Baylar, İstanbul'dan gelen 19 Şubat 1920 günlü yazıda:

"İngiltere Devleti Dışişleri Bakanlığı'nın İstanbul'daki Siyasal Temsilciliği'ne gönderdiği, Siyasal Temsilciliğin de resmi olarak Hükümet'e ulaştırdığı sözlü bildirimde, Padişahlık başkentinin Osmanlı Devleti'ne bırakıldığı bildirilmiş; fakat bununla birlikte, Ermeni kırımının durdurulması ve Yunanlılar'a ve bütün İtilaf Kuvvetleri'ne karşı olan tutumumuzun değiştirilmesi istenmiş; yoksa barış koşullarımızın değiştirilebileceği de eklenmiştir."
 
...................
 
   Ya da Baylar, İtilaf Devletleri, düşman eline düşmüş bölgelerdeki düşman kuvvetlerine karşı Ulusal Kuvvetler'in kurduğu cepheleri bozdurmayı, açtığı savaşları ve giriştiği hareketleri durdurmayı İstanbul Hükümeti'nin başaramayacağını iyice anladıkları için, Yunanlılarla birlikte İtilaf Devletleri'ne yapılan saldırının önlenememiş ve aslı olmayan Ermeni kırımına son verilmemiş olduğu gibi uydurma nedenlerle, İstanbul'u da mı almak düşüncesinde idiler ?!
 
   Sonraki olaylar, bu son görüşün doğru olduğunu göstermiştir sanırım. Fakat, İstanbul Hükümeti'nin, İngiliz Temsilciliği'nin önerisinden böyle bir anlam çıkarmaya yanaşmadığı; tersine, bundan umuda kapıldığı görülüyordu.
 
   Baylar, yapılan önerinin ne denli yersiz olduğu üzerinde bir fikir verebilmek için, biz de o günlerle ilgili bazı durumları anımsayalım. Kuşku edilmemek gerekir ki, Ermeni kırımı üzerine söylenen sözler gerçeğe uygun değildi. Tam tersine, güney bölgelerinde yabancı kuvvetlerce silahlandırılan Ermeniler, koruyucularından yüz bularak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmakta idiler. Öç alma düşüncesiyle her yerde acımasızca öldürme ve yok etme yolunu tutmakta idiler. Maraş'taki o acıklı olay bu yüzden meydana gelmişti. Yabancı kuvvetlerle birleşen Ermeniler, top ve ağır makineli tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman kentini yerle bir etmişlerdi. Binlerce güçsüz ve günahsız ana ve çocukları tepeleyip yok etmişlerdi. Tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu yırtıcılığı yapanlar Ermenilerdi. Müslümanlar ancak namuslarını ve yaşamlarını korumak kaygısıyle karşı koymuşlar ve savunmada bulunmuşlardı. Yirmi gün süren Maraş kırımında Müslümanlarla birlikte kent içinde kalan Amerikalılar'ın, bu olay üzerine İstanbul'daki temsilciliklerine çektikleri tel, bu acıklı olayı yaratanları, yalanlanamaz biçimde göstermekte idi.
 
   Adana ili içindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermeniler'in süngü baskısı altında, her dakika ölüm tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Canını ve bağımsızlığını korumaktan başka bir şey istemeyen Müslümanlara karşı uygulanan bu kıyım ve yok etme siyasası, uygar insanlığın dikkatini çekecek, acıma duygularını uyandıracak nitelikte iken, olayların tam tersini ileri sürmek ve bundan vazgeçilmesini istemek gibi bir davranışa nasıl güvenilebilirdi ?
 
   İzmir ve Aydın bölgesinde durum buna benzer ve belki daha da acıklı değil miydi ? Yunanlılar her gün kuvvetlerini, savaş gereçlerini artırıyor ve saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlardı. Bir yandan da bölge bölge saldırıdan geri durmuyorlardı.
......
 
   Gerçek olan şu idi ki, ulusumuz hiçbir yerde, hiçbir yabancıya nedensiz saldırmıyordu...
 
GAZİ M.KEMAL ATATÜRK- SÖYLEV (Ord.Prof.Dr.Hıfzı Veldet Velidedeoğlu)
SAYFA:209-211