ORDU YÖNETİME EL KOYACAK ERBAKAN’DAN DAHA ÇOK DİNCİLİK YAPACAK
“(…) Bu görüşlerimi, önce 1979
yılında formüle ederek yayınladım ve daha sonra bir kitap içinde, sundum. 1980
yılı, Eylül ayının ilk haftasında, çıkmıştı. Ben de çıkışını karşılamak için İstanbul’a
gitmiştim ki, 12 Eylül Darbesi’ne yakalandım. Önce, askeri darbeyi haber veren
tahlillerim doğrulandı ve daha sonra, “Erbakan’ın temsil ettiği İslamcı dinsel
politikayı daha yoğun bir biçimde uygulamak” kehaneti gerçekleşti. (…)”
Yalçın Küçük
İSYAN 2- 2005 Basımı / Sayfa 545
1980 EYLÜL BAŞINDA SATIŞA SUNULAN KİTAPTAN BİR ALINTI:
"Öyleyse başka gerçeklere gerek yok. Türkiye,
Asya ile Avrupa arasında “köprü” olan, Afrika’da bir denizle ayrılan bir yerde
bulunuyor. Bir İslam ülkesi. Ayrıca NATO üyesi olan tek İslam ülkesi. Bütün
bunlardan şu çıkıyor: Türkiye, çok yakın gelecekte, emperyalist ülkelerden
gelen çok yoğun bir İslam propagandası hücumuna uğrayacak.
Bu,
bir. İkincisi Türkiye derin bir ekonomik bunalım içinde bulunuyor. Bir Döviz
Manyaklığı içinde, Türkiye’nin tek sorununun döviz olduğuna inandırılmak
isteniyor. Dövizin de petrol zengini Arap şeyhleri veya hükümetlerinin elinde
bulunduğu kabul ediliyor. Arap şeyhleri ise hep Müslüman. Öyleyse ikinci sonuç
çıkıyor: Türkiye, dış dinamiğe ek olarak kendi iç dinamiğinin etkisiyle, yoğun
bir İslam dinselliğine gebe görünüyor.
Üçüncüsünü biraz açmak gerekli. Ayrıntısını tablolarla “Planlama,
Kalkınma ve Türkiye” kitabında yaptım. Burada çok kısa bir özet olacak.
Şöyle:1967-1977 veya daha geniş tutularak 1965-1980 döneminde Türkiye’de ithal
ikamesiyle başlayan ve bunu çok aşan bir dayanıklı tüketim malları “patlaması”
oldu. İhracı mümkün değil. Buzdolabı, çamaşır makinesi, süpürge, televizyon ve
benzerleri milyonlarca üretilecek ve içerde satılacak. Üretmek yetmez, satmak
da gerek. Üreten alıcıyı da yaratmak zorunda. Türkiye sanayicileri bu dönemde
işçilerin bir bölümünün ücretlerini ve memurlarının maaşlarını, görece olarak
da olsa, yüksek tutmak zorunda.
Söz
konusu dönemde Türkiye kapitalizmi bazı sendikaların başarılı olmasını yaratmak
zorunda. Tüketim kamçılanacak. Televizyonu yalnızca zenginlere satmak olmaz. Bu
dönem yaşandı. Şimdi Türkiye bu dönemin sonuna geldi ve bu dönemi geride
bıraktı. Şimdi işçi ve emekçiler için “fakirleşme dönemi” başladı. Bu yüzden
sanayi burjuvazisi, ithal ikamesini bırakıp ihracat bayrağını açtı. Bu yüzden
Dr.Sencer Divitçioğlu ve etkiliyebildiği az sayıda iktisatçı “solculuk sevdası”
ile sanayi burjuvazisinin bu eğilimine alkış tutmaya başladı. İhracat da işçi
ücretleriyle emekçi maaşlarını azaltmayı gerektiriyor.
Türkiye aşırı bir tüketim kamçılamasından sonra işçi ve emekçiler için
tüketimin zor olduğu bir döneme giriyor. Türkiye işçi ve emekçileri taş devri,
tunç devri ve Ecevit devri’nden sonra “lahmacun devri” denilebilecek bir devre
giriyor. Her köşede lahmacuncu açılıyor. Fakirleşme rejiminin zorunlu bir
sonucu olacak. Lahmacun, hamur, soğan, acı biber ve et kokusundan yapılıyor.
İnsanlar her öğün lahmacunu kolay kolay kabul etmezler. Gerçekten
insanlar güzel şeylere layıktır. Ancak Türkiye’nin kapitalizmi bundan sonraki
dönemde işçi ve emekçiye yalnızca lahmacun vaat edebiliyor. Bunun tek başına
yenmeyeceğini bilecek. Bu yüzden lahmacunla birlikte işçi ve emekçiye, bir de
“öbür dünya” vaat edecek. Öyleyse, Türkiye kendi iç dinamiğiyle, bir daha aşırı
bir dinselliğin baskısı altına girecek.
Örnek olsun, DİSK’e bağlı Maden-İş ile TİSK’e bağlı MESS’in geliştikleri
dönem geride kaldı. Şimdi ayrı ayrı gelişmek zorundalar. Metal işleyen sanayi
dallarının gelişmesi için, daha önceki dönemde, işçi sınıfı içinde bir bölümün
görece olarak yüksek ücret alması zorunlu idi. Şimdi tam tersi. Metal işleyen
sanayi kolları, belli gelir bölüşümünde, iç pazarda doyum noktasına ulaşmış
görünüyorlar. Bu yüzden kütlesel olarak ürettikleri malları ihraç etmek
zorunluluğuyla karşı karşıya geliyorlar. Bunun için de Türkiye ekonomisi düşük
ücret dönemine girmiş oluyor.
Fakat bu kadar değil.Türkiye burjuvazisi on beş yıldır vergi yasaları
çıkarma pratiğini kaybetti. Tasarruf ve vergilerle finansman, yerini, en
adaletsiz vergi olan enflasyona bıraktı. Enflasyon ile aynı zamanda, “Türk
Mucizesi” diyebileceğim bir yöntemle, işçi ve emekçilerin vergi ödeme
oranlarını iki misline çıkardı. Kısaca şöyle oldu: Bundan on beş yıl kadar önce
on yıllık bir memur veya işçi yüzde 25 çevresinde bir oranla gelir vergisi
öderken, şimdi yüzde 50 düzeyinde bir oranla vergisini ödüyor. Çünkü, fiyat
artışlarını yakalamasa bile, ücret ve maaşlardaki artışlar işçi ve memurları
çok daha yüksek vergi oranlarına çıkarıyor. “Türk Mucizesi” ile işçi ve
emekçiler fiilen fakirleşirken, Gelir Vergisi yasası önünde zenginleşiyor. Bugün
işçi ve memurlar gelir vergisi yasası çıkarıldığı zaman Türkiye’nin büyük
zenginlerine layık görülen oranlar üzerinden gelir vergisi ödüyorlar.
Kayıp her taraftan. Kaybedenler var. Yalnız şu da var: Kazananlar olmasa
kaybedenler olmaz. Tersi de doğru. Yoktan var olmaz. Vardan yok olmaz. İşçi ve
emekçiler kaybediyor. Çok kazananlar var. Gelir bölüşümü insafsız bir hızla
daha da bozuluyor. Bundan bir sonuç çıkıyor: Türkiye’de lüks tüketim için
üretim ve gerçekten lüks tüketim için harcama alanları açılıyordu. Bu yüzden
Türkiye ekonomisi artık fakirleşen işçi ve emekçileri için, İslam’ın “tevekkül
felsefesi”ne daha çok muhtaç duruma geliyor.
Siyasal iktisadın duygusuz fakat açıklayıcı
mantığıyla bakınca ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Ufukta İslam var.
Aslında İslamcı baskı şimdi de var. Ufukta olan daha derin bir dinsellik.
Türkiye’de daha
yoğun İslamcı dinsellik nasıl artabilir? Kısaca üç yoluna işaret etmek gerekir. Birincisi
başında Erbakan’ın bulunduğu dinsel ve siyasal akımın güçlenmesi. İkincisi, bu
güçlenmenin, MHP, CHP ve AP gibi sermayenin diğer partilerini daha çok etkisi
altına alması. Burada “daha çok” diyorum. Çünkü halen yol almış durumda. İlk
zamanların kımız içen dinsiz Türk boylarını model alarak yola çıkan emekli
albay Türkeş’in hacı olması veya “laik” Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı
Bülent Ecevit’in “Allah” demeden konuşmasını bağlamaması alınmış olan mesafeyi
gösteriyor. Üçüncü bir yol da, dinselliği çok daha açık bir devlet politikası
haline getiren, albay Kaddafi türünden bir hükümet başkanının bulunması oluyor.
Bu üçüncü yolu şöyle formüle etmek de mümkün: 12 Mart
Süleyman Demirel’i başbakanlıktan indirdi. Ancak, esas olarak, Süleyman Demirel’in
politikasını uyguladı. Demirel’in bütün rakiplerini politika sahnesinden sildi,
Türkiye İşçi Partisi’ni kapattı, İnönü’yü tarihin derinliklerine gönderdi.
Necmettin Erbakan’ın partisini kapattı, kendisini İsviçre’ye ikamete raptetti.
Şimdi çok daha kapsamlı bir yeni askeri müdahalenin bunun tersini yapması
mümkün. Tersi şu: Erbakan’ı
Türkiye’nin siyaset sahnesinden silip, Erbakan’ın temsil ettiği İslamcı dinsel
politikayı daha yoğun bir biçimde uygulamak.
Mümkün mü? Açıktır, bu üçüncü yol, Silahlı Kuvvetler’in Türkiye’nin
yönetimini ele almasına bağlı görünüyor. Bu yüzden bu üçüncü yolun mümkün olup
olmayacağı, Silahlı Kuvvetler’in yönetime gelip gelmeyeceği tartışmasıyla
ilgili görünüyor."
Yalçın Küçük
Bir Yeni Cumhuriyet İçin
Eylül 1980