Sıradan şeyler yazmayı çok isterdim. Aslında futbol hariç pek çok konuda yazabilirim; edebiyat, tarih, eğitim, hatta klasik müzik ve sinema üzerine, biraz zorlanarak da olsa, mantıklı bir yazı çıkarabilirim. Fakat insanın kafası memleketin kaderiyle meşgulken başka konularda yazmaya çalışmak hıyânet-i vataniye gibi oluyor.
Aşağı yukarı 1960’lardan bu yana, elbette çok farklı algı düzeylerinde, siyasi olayları izlemişimdir. Bu kadar karanlık ve vahim bir dönem görmedim.
En vahim durum, mevcut hükümetin palazlandırıp memleketin başına belâ ettiği PKK ve IŞİD’le süren savaştır. Birincisine “çözüm süreci”yle meşruiyet, ikincisine ise toplumu zehirleyerek kitle tabanı kazandırdılar. İkisini de kendi iktidarlarını güçlendirmek için kullandılar. Saplantılı dış politikalarını hemen bugün değiştirseler bile bu ikili savaşın yıllarca sürmesi kaçınılmazdır. Kilis’i de muhtemelen ülkeyi dış savaşa sürüklemek için bizzat bombalatıyorlar. Ülkeyi taşralı tüccar zihniyeti ve ideolojik saplantıyla bataklığa sürüklediler. İktidarda kaldıkları her gün bu bataklığa biraz daha gömüleceğiz; biz gömüldükçe, saltanatları ihtişam kazanacak.
İkincisi, hukukun üstünlüğü yerini siyasetin üstünlüğüne bıraktı. Kumpas davaları esastan bozulduğunda çok sevindik. Aslında esastan değil siyasetten bozuldu. Kendisini kumpasın fahri savcısı ilan eden muktedir, “Pardon, beni kandırmışlar” dedi. Fakat neticede TSK’nın içindeki en donanımlı, en ulusalcı (anti-emperyalist) subaylar tasfiye edilmiş, kurumun hiyerarşik yapısı bozulmuş oldu. Tasfiye edilen subayların yazdıkları kitapları ve yazıları okudukça kumpasın sebebini daha iyi anlıyor, failini daha açık görebiliyoruz. Bu kayıplar nasıl telafi edilecek?
Üçüncüsü, ülkenin cumhurbaşkanı anayasanın tamamını “ilga” ederek fiilen bir başkanlık rejimi kurdu. Kuvvetler ayrılığı ilkesini bir engel olarak gördüğünü başbakan sıfatıyla açıkça ilan etmişti zaten (“Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denen var ya, o önümüze gelip engel olarak dikiliyor,” 17.12. 2012, Konya nutkundan!). Şimdi bütün derdi bu engeli kaldırmak, fiili durumu yeni bir anayasayla hukuki hale getirmek. Muhtaç olduğu kudret, % 56 gibi görünen, halkın dinî ve millî duygularının istismarıyla artırılan oylardan ibaret. Gazi Meclis’in çöküşünden, siyaset kurumunun iflasından, kendisini tarif edemeyen muhalefetin içine düştüğü çaresizlikten söz etmeye gerek yok.
Kendi elinin ölçülerine uygun bir heykelciği milletvekillerine dağıtıyor. Olabilir, karizmatik adam, elbette duygusal simgelere muhtaç. Fakat el “millî” değil; ihvan-ı müslümin’in rabia işaretini yapıyor. Buna rağmen altında “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” yazılı. Bu kadar hastalıklı bir durum olabilir mi? Yazıya bir de “tek lider” eklese, Nazilerin “Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer” sloganından farkı kalmayacak. Sadrazamı “hal” eden, kavuğunu kellesiyle birlikte alan padişah tavrıyla, kendi kurduğu hükümete gayet spektaküler (seyirlik) bir darbe yaptı. Şimdi bütün ağır yorumcular normal bir durum varmış gibi tartışıyor, yeni sadrazam kim olacak diye! Ne fark eder? Bir hukuk devletinde böyle şeyler olabilir mi? Ciddi olmayan vahim bir durum söz konusu.
Sürdürülebilir mi? Elbette sürdürülemez. Sürdürmeleri için gereken silahlı gücü bütün gayretlerine rağmen henüz oluşturamadılar. Hukukun üstünlüğünü sağlayacak, Cumhuriyet’i kaidesine oturtacak bir Kurucu İrade elbette oluşacak. Son on dört yıl, gecikmenin ödenecek bedeli artırdığını gösterdi.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/07.05.2016