25 Mayıs 2011 Çarşamba

YILDIZ MAHKEMELERİ GERÇEĞİ

MİDHAT PAŞA HAKKINDA YENİ YAYINLAR VE GÖRÜŞLER
Prof. Dr. Bekir Sıtkı BAYKAL

Üstad İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1946 yılında yayınladığı Midhat ve Rüştü Paşaların Tevkiflerine Dair Vesikalar ve 1950 de çıkardığı Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları adlı kitaplardan sonra şimdi de Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi başlığını taşıyan cildi yayım alanına koymakla bu konu üzerindeki çalışmalarını tamamlamış görünmektedir.

I- Midhat ve Rüştü Paşaların Tevkiflerine Dair Vesikalar
   (Türk Tarih Kurumu yayınları, VII. Seri. No. 13, Ankara 1946) adlı kitap, bu eserin kronoloji bakımından birinci cildini teşkil etmektedir.
   179 sahifelik metin iki ana bölüme ayrılmış olup bunun 100 sahifesi Midhat Paşa ile, geri kalan kısmı ise Rüştü Paşa ile ilgili bilgi ve belgeleri kapsamaktadır. Birinci bölümde yazar, Midhat Paşanın Avrupada uzunca süren bir sürgün hayatından sonra yurda dönüşünü, birbiri ardından Suriye ve Aydın valiliklerine tâyin edilişini kısaca hikâye etmekte, müteâkiben de Yıldız sarayında Padişah Sultan Abdülhamid'- in emri ile, Sultan Abdülaziz'in ölümünden suçlu t u t u l an kimseler meyanında Midhat Paşanın da tevkif edilmesi kararının nasıl verildiğini ve bu kararın ne şekilde uygulama alanına konduğunu anlatmaktadır. Uygulama sırasında Midhat Paşanın Vali bulunduğu İzmir'de cereyan eden olaylar, İstanbul'dan sırf  bu işe memur edilerek gönderilmiş olan Yaver Binbaşı Hüsnü Beyin faaliyetleri, Midhat Paşanın Fransa Konsoloshanesine sığınması, bu olaydan çıkan sorunlar ve nihayet Midhat Paşanın, Padişah ve hükümetin adaletine ve mahkemenin alenî olacağına dair kendisine verilen teminata güvenerek, hükümete teslim olması hadiseleri oldukça etraflı olarak hikâye edilmektedir. Bundan sonra, İstanbul vapuru ile başkente doğru yola çıkarılan Midhat Paşanın, o vaktin Adliye Nâzın Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında özel olarak İzmir'e gelmiş olan bir heyet tarafından sorgusu başlamaktadır. Tekrar tekrar yapılan bu sorguların aynen verilen tutanaklarından Midhat Paşanın, Sultan Abdülaziz'in son zamanlarında memleketin genel durumuna, Padişahın davranışları ve aleyhindeki cereyanlara, ayrıca da kendisinin İzmir'de tevkifine dair etraflı ve dikkate değer bilgiler veren ifadeleri okunmaktadır. Bölümün sonunda sıra ile, Midhat Paşanın tevkifi hakkında Yaver Hüsnü Beyin ve İzmir Kumandanı Hilmi Paşanın raporları, bâzı yabancı gazetelerin bu konu ile ilgili olarak yayınladıkları yazılar ve nihayet Sorgu heyetinin tertip ettiği fezleke yer almaktadır. (s. 63-100).
   İkinci bölümde, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilişi sırasında Sadrâzamlık mevkiini işgal etmekte olan Mehmet Rüştü Paşa ele alınmaktadır. Bu bölümde de esas itibariyle aynı usul tâkip olunmuştur. Yalnız fazla olarak Mehmet Rüştü Paşanın karakteri hakkında, mevcut kaynaklara dayanan etraflı bilgi verilmektedir.
   Yıldız sarayında, Sultan Abdülaziz'in t a h t t a n indirilişi ve ölümü ile ilgili kişilerin tevkif edilmelerine karar verildiği sıralarda Mehmet Rüştü Paşa Manisa'da bulunuyordu ve ağırca hasta idi. Buna rağmen kendisi İzmir'e kadar getirilmiş, sorgusu yapılmış, fakat sonra hekim raporlarına uyularak yargılanmasından şimdilik kaydiyle vazgeçilip Manisa'ya geri gönderilmiştir. Beş defa yapılan sorgusuna ait tutanak ile neticede kaleme alınan fezleke de kitabın sonuna konmuş bulunmaktadır.
   Eserin metin kısmının son iki sahifesi, Midhat ve Mehmet Rüştü Paşaların tevkif ve sorguya çekilmelerinde rol almış olan belli başlı kişilerin, yâni Ahmet Cevdet Paşa, Hüseyin Hüsnü Bey (Paşa), Abdüllâtif Bey, Lebib Efendi ve hekim İsak Beyin kısa hal tercümelerine ayrılmıştır.

II


Aynı yazar tarafından yayınlanan "Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları (Türk Tarih Kurumu Yayınları VII. Seri . No, 18. Ankara 1950), kronoloji bakımından Midhat Paşa hakkındaki eserin üçüncü cildini teşkil etmektedir. 219 sahife t u t a n metin kısmı sekiz bölüme ayrılmıştır. Başta Midhat Paşa ve kendisiyle birlikte hüküm giyen arkadaşlarının, Sultan Abdülaziz'in lcaatilleri olarak suçlandırılmaları için girişilen faaliyetlere kısaca temas edildikten sonra bunların Taif'e nasıl gönderildikleri ve buradaki çile dolu sürgün hayatları tasvir olunmaktadır. Midhat ve Damat Mahmud Celâleddin Paşaların Taif zindanında şehit edilmeleri olayına özel bir bölüm ayrılmıştır. (Bl. IV). Facianın hazırlanması, sahneye konuşu ve bu arada bütün olup bitenler ayrıntılı bir şekilde bu bölümde anlatılmaktadır. Yine ayrı bir bölümde (Bl. VI) Taif mahkûmlarından 12 kişinin (Midhat Paşa, Damad Mahmud Celâleddin Paşa, Damad Nuri Paşa, Hasan Hayrullah Efendi, Mâbeyinci Fahri Bey, Seyyit Ahmet Bey, izzet Bey, Necip Bey, Namık Paşa zade Ali Bey, Pehlivan Mustafa , Hacı Mehmed ve Cezayirli Mustafa) kısa hâl tercümeleri verilmektedir. Son bölümde ise bâzı önemli vesiklar ve mektuplar yer almaktadır.
   Bu kitap, şimdiye kadar bilinen kaynaklara ilâve olarak, baştan başa arşiv malzemesine dayanmaktadır. Bu itibarla, bükümlülerin İstanbul'dan hareketlerinden itibaren kendileri ile ilgili bütün resmî işlemler, hareket, yolculuk, Taif'e varış, karşılanış, oradaki mahbes hayatı, kendilerinin ve muhafazalarına memur edilen kimselerin bütün davranışları ve faaliyetleri resmî vesikalara dayanılarak etraflı bir şekilde tasvir olunmaktadır.Sultan Andülhamid'in Midhat Paşadan ne kadar kuşkulandığı, Damat Mahmut Celaleddin Paşadan ne kadar nefret ettiği, bunlar hayatta kaldıkça kuruntu ve vehimler içinde rahatının kaçtığı gayet açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu sebeplerle her iki Paşanın da bir an evvel bu dünyadan göçmeleri için Padişahın giriştiği faaliyet ve tertipler, zehirletme teşebbüsleri v. b., nihayet gecenin birinde zindandaki hücrelerinde iki Paşanın aynı anda cellatların elinde boğularak can vermeleri ve bunlarla ilgili hadiseler gayet canlı ve son derece ibret verici bir şekilde gözlerimizin önüne serilmektedir.
  Sahife 150-219 da yer alan vesikaların bir kısmını mahkûmlar ile ilgili resmî muhabereler, diğer kısmını ise mahkûmların aileleri ve yakınları ile yaptıkları yazışmalar teşkil etmektedir. Bu vesile ile mahkûmların gizli yollardan nasıl ve kimlerin aracılığı ile muhabere ettikleri de açıklanmaktadır. Birçok noktalarda olduğu gibi, bu hususta verilen bilgiler de, genel olarak, Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat tarafından yayınlanan Tabsıra-i İbret ve Mir'at-ı Hayret başlıklı iki ciltlik eserdeki mâlumata uygun düşmekte ve şüphesiz ki bunu aşmaktadır. Yazışmalar arasında Midhat Paşanın ailesi ve yakınlarına gönderdiği mektuplarla bunların cevaplarını teşkil eden dokuz mektup sureti bulunmaktadır. Zevcesine yazdığı mektuplarda Midhat Paşa, yer yer zindandaki hayatı hakkında son derece ilginç bilgüer vermektedir. Ayrıca Damat Mahmut Celâleddin Paşa, eski Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz'in ikinci Mâbeyincisi Fahri Bey, Seyyid Bey ve mahkûmlardan diğer bâzılaarmın mektupları da bu meyanda yer almaktadır. Böylece mektupların sayısı yirmi üçü bulmaktadır. Bu vesikalar dikkatle okunduğu zaman yalnız mahkûmların zindan hayatında çektikleri ıztırablar değil, fakat aynı zamanda o devrin memur ve devlet ricalinin zihniyet ve tutumları gözlerimizin önünde canlanır, çok kere içimiz sızlar ve tüylerimiz ürperir.

   III

Ustad Uzunçarşılı'nın Midhat Paşa ile ilgili yayınlarının en çok ilgi çekici kısmı, şüphesiz ki son olarak yayınlandığı Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Seri. No. 53. Ankara 1967) başlığını taşıyan cilttir. Ayrıca yazarın, aslında eserinin ikinci cildi olan bu kısmın yayınlanması için uzun yıllar beklemesinin nedenini de buradan öğrenmekteyiz: Yazar, Sultan Abdülaziz'in ölümü meselesinde bugüne kadar tereddütler içinde kalmış, yâni bu ölümün bir intihar mı yoksa katil suretiyle mi vukubulduğu hususunda her türlü şüpheden arınmış kesin bir hükme varamamış bulunuyordu. Kendisinden önce aynı sorunu ele alan araştırmacılardan Abdurrahman Şeref ve Ibnülemin Mahmut Kemal (inal) Beyler de aynı durumda idiler, yâni bunlar da kesin bir sonuca varamamışlardı.Buna karşılık Vakanüvis Lütfi Efendi, ölümün katil suretiyle vuku'bulduğu kanısına meyil göstermiş bulunuyordu. Uzunçarşılı da eskiden mütalâa ettiği eser ve vesikaların etkisi altında kalarak yıllarca daha ziyade bir katil fiili ile karşı karşıya bulunulduğu sanısını beslemiş, fakat bunu bir hüküm olarak destekliyecek kesin deliller elde edemediğinden ifade edecek zamanın henüz gelmemiş olduğu kanaatini taşımıştı. Ancak, son yıllarda Yıldız sarayı arşivinin araştırıcılara açılması, meselenin bütününe bir ışık tutmuştur. Gerçekten de Yıldız evrakı arasında Sultan Abdülhamit tarafından kendi şahsı için hazırlatılmış mükemmel bir Yıldız Mahkemesi dosyası ele geçmiştir. Aynı dâvanın Adliye arşivinde bulunması gereken asıl dosyası daha önce yanmış bulunduğundan, belki de ebediyete kadar karanlıkta kalmağa mahkûm görünen bu "intihar mı, yoksa katil mi?" meselesinde yazar, Yıldız evrakı arasındaki bu dosyayı mütalâa etmekle kesin bir hükme varmak imkânını bulmuştur. Bunları inceledikten sonra Abdülaziz'in intihar ettiğine artık hiç bir şüphesi kalmayınca da önemli eserini tamamlamak için bu son cildi yayınlamıştır.
   Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, 362 sahifelik metin, 19 sahifelik endeks ve 58 sahife vesika fotokopilerinden teşekkül etmektedir. Ayrıca kısa bir de bibliyografya eklenmiştir. Önsöz'den sonra başlayan metin yirmi bir bölüme ayrılmış bulunmaktadır. İlk altı bölüm, Sultan Abdülaziz'in hükümdarlık devri, son zamanlarında İstanbul'un durumu, çeşitli cereyanlar, t a h t t a n indirilmesi ile ilgili faaliyetler ve nihayet bu plânın uygulanması, hal'iden ölümüne kadar geçen olaylar, ölümü, eğer ölmeseydi sağ bırakılır mıydı ? gibi konuların işlenmesine tahsis olunmuştur. Kısaca Sultan Murad'dan bahs edildikten sonra Abdülhamid'in ilk saltanat yıllarına ve Sultan Abdülaziz'in ölümünün hemen arkasından resmen açıklanmış olan intiharı olayının şüpheli bir hale sokulması, ölümün katil suretiyle vuku'bulduğu inancının yayılması ve onun t a h t t a n indirilişinde rol almış olan kimselerin aranıp bulunması meseleleri ele alınmaktadır. Müteakiben tahkikat, suçluların yakalanması, dâvanın safhaları ile sonucu anlatılmaktadır. Son bölümde de Yıldız mahkemesi Başkanı Ali Sururî Efendi ile ikinci Başkan Hristo Forides Efendinin, aynı mahkeme üyeleri Hüseyin Hamit ve Mehmet Emin Beylerin, Hacı Emin, Gadban ve Emrullah Efendilerin, Savcı Abdüllâtif ve Savcı yardımcısı Mehmet Raşit Beylerin, Mustantık Fıkdıklı'lı Mehmet Nazmi ve Hüseyin Sıtkı Efendilerin kısa hâl tercümeleri verilmektedir. Bunları, "Heyet-i ithamiye" Reis ve azâlarının keza kısa hâl tercümeleri takip etmektedir. Sanıkların sorguları ve yargılanmaları sıralarında Sultan Abdülhamid'in âlet olarak kullandığı şahıslar sıfatiyle Mahmut Nedim, Ahmet Cevdet ve Mahmut Celâleddin Paşalarla Mâbeyinci Ragıb Beyin ve nihayet muhakeme sırasında sanıkların avukatlıklarını yapmak üzere sarayca tâyin olunan beş zatın kısa biyografilerine yer verilmiştir. Eser, genel olarak şimdiye kadar kullanılmamış olan arşiv malzemesine dayanmaktadır ve sırf bu bakımdan bile tamamiyle orijinal bir mahiyet arz etmektedir. Kitabın mütalâasından anlaşıldığına göre Sultan Abdülhamid , amcası Sultan Abdülaziz'in başka kimseler tarafından kati edilmiş olduğuna kendisi de inanmamaktadır, fakat böyle bir dâvayı tertip ile ve tamamiyle sun'î olarak vücuda getirmiştir. Padişahı böyle davranmağa sevk eden âmiller ve onun bundan elde etmek istediği  başlıca gayeler şu şekilde sıralanabilir:

1— Sultan III. Selim'in t a h t t a n indirilip feci bir surette öldürülmesinden beri geçen yetmiş yıldır unutulmuş olan Padişah hal'i ve katli olayı, Sultan Abdülaziz ile Sultan V. Murad'ın birbiri arkasından tahttan indirilmeleri ile birden bire tazelenmiştir. Bu hâl, kendisinin de aynı akıbete uğraması ihtimalini kuvvetlendirmekte ve bu sebeple Sultan Abdülhamidi daimi bir kuruntu ve korku içinde yaşatmakta idi. İşte böyle bir ruh haleti içinde idi ki Padişah, kendisine karşı bu gibi bir hareketin tekrarlanmasına meydan vermemek amacı ile, son hal'i ve ölüm suçlularını âleme ibret olacak ve her kesi sindirecek bir şekilde  şiddetli cezalara çarptırmak lüzumunu duymakta idi.2— Sultan V. Murad'ın cülusundan üç ay gibi kısa bir süre t a h t t a n indirilmesinin sebebi, o talihsiz hükümdarın mübtela olduğu akıl hastalığı idi. Tedavi edilmesi imkânsız nevi'den olan aynı hastalık hâla devam etmekte olmasına rağmen Sultan Murad'ın bir takım taraftarları vardı ki bunlar gün geçtikçe Sultan Abdüllıamid'in idaresinden daha ziyade memnunsuzluk duymakta ve bu sebeple Sultan Murad'ı yeniden tahta geçirmek için faaliyet göstermekte idiler. İşte Abdülhamid, vehim ve endişe içinde büyük bir dikkatle tâkip ettiği bu pro- Murad faaliyetlere kesin surette bir son vermek azmindedir ve bu gaye ile tasni' ederek yaratmış olduğu dâvaya Sultan Murad ile yakınlarını da katmak ve bunları sorumlu bir duruma düşürerek, ağabeyisinin kendisi için teşkil ettiği tehlikeyi büsbütün ortadan kaldırmak kararındadır.
3 - Sultan Abdülaziz'i ve Sultan V. Murad'ı t a h t t a n indirmekte fiilî rol oynayan devlet erkânının büyük bir kısmı hâla hayatta idiler. Gerçi Sultan Abdülhamid, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus savaşında uğranılan yenilgiden faydalanarak bunların bâzılarını zararsız hale getirmiş bulunuyordu. Bu meyanda Sultan Abdülaziz'in hal'inde Harbiye kumandanı olan ve bu okul öğrencilerini silâhlandırarak Dolmabahçe sarayını kuşatmış bulunan Süleyman Paşayı Bağdad'a sürmüştü. Aynı şekilde, Sultan Abdülaziz'in t a h t ' t a n indirilmesinin şer'an câiz olduğuna dair fetva vermiş olan devrin Şeyhülislâmı Hasan Hayrullah Efendiyi de Hicaz 'a nefy etmişti. Fakat saltanatı için en tehlikeli adam olarak saydığı Midhat Paşa ile Mehmed Rüştü ve Mahmud Celâleddin Paşalar halâ bir heyula gibi ortada dolaşıyorlardı. İşte bunlar ayakta durdukça rahat edemeyen Padişah, kendilerini kaatil ve cani duruma düşürmek suretiyle onlardan kesin olarak kurtulmak için, amcası Sultan Abdülaziz'in ölümü olayını elverişli bir vesile saymıştır. Bu fırsattan faydalanılarak onlar câni ve kaatil damgasını yemeli ve böylece ebediyen mahv edilmeli idiler.

   Üç noktada özetlediğimiz; bu sebeplerden dolayı Sultan Abdülhamid, tamamiyle sun'î olarak bir Sultan Aziz dâvası yaratmak suretiyle asıl amacına ulaşmak istemiştir. Yıldız Mahkemesinde gördürdüğü bu düzmece dâva sırasında vehimli Padişah, gayesi uğrunda Makyavelist ölçüleri de aşan davranışlarla her türlü vasıtaya baş vurmakta bir sakınca görmemiştir. Yurdun dört bucağından yakapaça toparlatılıp getirttiği sanıkları önce birer birer önüne alarak sorular sormuş ve onlardan kendi isteğine uygun cevaplar vermelerini talep etmiştir. Sözde suçlarını itiraf etmemekte direnenlere fena halde hiddetlenmiş ve bunları türlü türlü işkencelere tâbi tutmuştur. Uygulanan işkenceleri bizzat idare etmekte, h a t t a çoğunu kendi eliyle icra eylemektedir. Bu maksatla sadece basit birkaç zavallıyı veya şahsî kölelerini değil, fakat yüksek mevkiler işgal etmekte olan devlet erkânından bâzılarını da âlet olarak kullanmaktadır. İşine yarıyabilecek zayıf karakterli insanları seçmekte eşsiz bir maharet göstermektedir. Düzmece dâvayı kurabilmek için bu adamlar ve Padişah baş başa verip bir plân tertip etmişlerdir. Buna göre Sultan Abdülaziz'in ölümü şöyle cereyan etmiş olmalı idi: Sultan V. Murat ile annesi, Sultan Abdülaziz'in öldürülmesi için emir vermişlerdi ve bu irade, Mâbeyinci Seyyid Bey aracılığı ile Damat Mahmud ve Damat Nuri Paşalara iletilmişti. Bunun üzerine Damat Paşalar , Sultan Murad'ın adamlarından Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmet ve Cezayirli Mustafa adında üç kişiyi eski Padişahın öldürülmesine memur etmişlerdi. Aynı zamanda Sultan Abdülaziz'in yanında bırakılmış olan ikinci Mâbeyincisi Fahri Beye bu yolda tâlimat vermişlerdi. Böylece Fahri Bey bir sabah erkenden bu üç kişiyi Fer'iyye dairesine gizlice almış, Pehlivan Mustafa'ya beyaz sedef saplı bir çakı vererek yine kimse görmeden kurbanlık Abdülaziz'in odasına sokarak kendisi arkasından sıkıca onu kavramış, Hacı Mehmet ile Cezayirli Mustafa, dizlerine oturmuş ve Pehlivan Mustafa da mâhud çakı ile eski hükümdarın kollarını kesmiş idi. İçerde cinayet işlenirken iki subay kılıçlarını çekmiş oldukları halde oda kapısının önünde nöbet tutmuşlar, dört Haremağası da bunlara nezâret etmişlerdi. - İşte sanıkların bu yolda ifade vermeleri isteniyordu. "Matlûb-ı şahâneye" uygun söylemiyenler şiddetli işkencelere tâbi tutuluyorlardı.

   Bütün bu tertipler ve tasni'ler sayesinde Sultan Abdülhamid, cehennemi bir işkence sistemine dayanamayıp nihayet kendisine öğretildiği şekilde "Sultan Abdülaziz'i falan ve filanın da yardımiyle ben öldürdüm" diye güya itirafta bulunan Pehlivan Mustafa adında cahil ve saf bir zavallıyı bulabilmiş ve bütün dâvasını bu biçârenin ifadesi üzerine bina etmeğe muvaffak olmuştur. Doğrudan doğruya gözlerinin önünde ve şahsî denetimi altında yürüttüğü mahkeme bir adalet cihazı olmaktan çok bir sahne oyununu andırmaktadır. Yargıçlar hükümlerini, efendilerinin istekleri istikametinde peşin olarak vermiş bulunmaktadırlar. Zamanın Adliye Nâzın bulunan Ahmet Cevdet Paşa çapında bir insan bile bu tüyler ürpertici trajedide Padişahın körü körüne bir âleti olarak karşımızda durmaktadır. Hakimler olsun, Padişahın diğer yardakçıları olsun, sanıklara karşı, haklı veya haksız yere eskiden beri içlerinde birikmiş kin ve intikam duygularına kapılıp sürüklenen kimselerdir. Örneğin, mahkemenin Başkanı Sururî Efendi-ki emellerine yaptığı hizmetlere mükâfat olarak Padişah, ölümünden sonra ona bir türbe yaptırmıştır- uygunsuz davranışları yüzünden Tuna valisi Midhat Paşa tarafından vilayetinden kovulmuş bir yargıçtır. Bunun gibi daha birçoklarının içinde sanıklara karşı garez kaynamaktadır. Hâsılı yaranmak, göze girerek kolay tarafından yükselmek ve bir mevki kapmak yarışı, dalkavukluk ve şahsî menfaat ihtirası gözleri karartmış , kulakları sağır kılmıştır. Kafalar durmuş, mantık işlemez olmuştur. Aklı başında sanıkların vekarla yaptıkları savunmalar, ortaya koydukları aklî ve kanunî deliller asla dikkate alınmamıştır. Hatta daha da ileri gidilerek, resmî sıfat ve mevkiin sağladığı yetki ve otorite ile, sanıklar "zülf-i yâre" dokunacak gibi olunca, derhal sözleri kesilmiş, konuşmaktan men' olunmuşlardır. Mahkemenin alenî olacağı ilan ve temin edildiği halde alınan son derece sıkı tedbirlerle gayet sınırlı sayıda dinleyici içeriye bırakılmıştır. Böyle bir hava içinde yürütülen yargılamanın sonucunu önceden kestirmek hiç de güç değildir: Cinayetle i t h am olunarak mahkemeye sevk olunan on bir sanıktan yalnız ikisi onar yıl ağır hapis ve geri kalan dokuzu da idam cezalarına çarptırılmışlardır. Bununla beraber Padişah, bu kararları, temyiz mahkemesi tarafından da tasdik edilmiş olmalarına rağmen infaz etmek cesaretini gösterememiştir. Temyizden sonra önce Meclis-i vükelâ'da, sonra da eski Sadrâzamlar, Nâzırlar, Müşirler ve Feriklerden oluşan yirmi beş kişilik özel bir mecliste aynı kararları uzun uzun tetkik ettirmiştir. Ayrıca ulemâdan mürekkep bir meclis daha toplayarak bilhassa Sultan Murad ile validesinin "âmir-i mücbir" sayılıp sayılamıyacağı meselesini inceletmiştir. Son olarak toplanan özel mecliste meseleyi saatlerce inceleyen üyelerin çoğu cezaların aynen infaz edilmesine, azınlıkta kalan diğer kısmı ise cezaların hafifletilmesine taraftar olmuşlar ve oylarını, mazbata'ya kendi el yazıları ile koydukları ve altını imzaladıkları şerhlerde belirtmişlerdir. Mazbatadaki oyların oranı 10 /15 dir. Cezaların hafifletilmesi için oy kullananlar içinde en açık ve kesin ifade, eski Sadrâzamlardan Tunus'lu Hayreddin Paşanın yazısıdır. Ötekiler ise esas fikirlerini açığa vurmaktan sakınmışlar ve âdeta ağızlarında gevelemişlerdir. Bu durum karşısında Padişah, ölüm cezalarını müebbed hapse ve sürgüne çevirmekte çıkar yolu bulduğu inancına varmış görünmektedir.Böyle davranışı için ileri sürdüğü gerekçe "merhamet-i şahâne"dir.Bu gerekçe belki birkaç zavallı hakkında doğru olabilir. Fakat esasında onu böyle hareket etmeğe esevk eden asıl âmil başkadır: idam cezalarının infazı halinde memleket ve dünya kamu oyunda gösterilecek muhtemel tepkiden duyduğu korkudur. Gerçekten de memleket içinde yapılan mahkemenin iç yüzünü bilenlerin sayısı az değildir. Diğer taraftan istanbul'daki yabancı devlet temsilcileri Sultan Abdülhamid'e cezaların affı için müracaatta bulunmuş oldukları gibi İngiliz Parlâmentosunda ve genel olarak Avrupa gazetelerinde Yıldız Mahkemesi ve kararları üzerinde tartışmalar sürüp gidiyordu. Bütün bu haberler tercüme edilerek Padişaha duyuruluyordu. İşte bu şartlar altında idi ki Sultan Abdülhamid uzunca bir tereddüt devresi geçirerek Yıldız Mahkemesinin mâhud hükmünden ancak üç hafta sonra cezaları hafifletmeğe karar verdi. Bununla beraber Sultan Abdülhamid, kendi mevkiini ve hayatını korumak için vücudlarını yok etmeğe karar verdiği tehlikeli şahısların öldürülmelerinden vazgeçmiş değildi; b u işi sadece elverişli bir fırsat çıkıncaya kadar ertelemiş bulunuyordu. Nitekim o, yukarıda sözünü ettiğimiz "Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları" cildinde bütün ayrıntıları ile anlatılmış olduğu gibi, üç yıl kadar bir süre sonra yâni 7 /8 Mayıs 1884 te, mahkûmlar içinde en tehlikeli gördüğü Midhat ve Mahmut Celâleddin Paşaları , sürgün bulundukları Taif zindanında cellatlarına boğdurtmak suretiyle nihayet huzura kavuşmuştur.

   İşte Uzunçarşılı üstadımız, Midhat Paşa ve zamanı konusundaki eserini ikinci cilt olarak tamamlayan Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi başlıklı kitabında bu trajik olayın hikâyesini vermektedir. Kullandığı vesikalardaki deliller, vardığı hükümler hakkında her hangi bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve kesindir. Öyle görünüyor ki bu eser ile, Sultan Abdülaziz'in ölümü üzerinde öteden beri beslenen şüphe, yâni "intihar mı, katil mi?" sorunu, artık çözümlenmiş, bu konuda yıllardır devam eden tartışmalar sona ermiş ve son söz söylenmiş bulunmaktadır. Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği, Yıldız Mahkemesinin belli bir  takım emellerin gerçekleştirilmesi amacı ile tasni' edildiği sabit olmuştur.