Bilindiği gibi, gemileri yüzdüren, uçakları uçuran ve seyir sırasında gerekli hizmetleri gören kişilere “mürettebat” deniyor. “Personel” ise bir iş yerinde çalışanların tümüdür. “Kadro”ya gelince, bu aynı zamanda bir bisikletçi terimidir: bisikletin taşıyıcı iskeletini oluşturan metal bölüme verilen isim.
Kadro aynı zamanda siyasi/sosyolojik bir anlam taşır. Devrimlerin, siyasi hareketlerin ve partilerin kadroları olur. Bunlar bir düşünce akımının, ideolojinin ve bunları savunan bir siyasi partinin taşıyıcı iskeletini oluştururlar.
12 Eylül rejiminden kalma Siyasi Partiler Kanunu (1983) zaman içinde siyasi partilerin merkez yönetim kurullarını mürettebata, parti üyelerini personele dönüştürmüş ve “siyasi kadro” anlayışının zaman içinde sönümlenmesine yol açmıştır. Partilerin değişmez liderleri en etkin ve kolay biçimde yönetmelerini sağlayacak mürettebatı artık parti hiyerarşisini ve örgüt emekçilerini dikkate almadan seçebilmektedirler.
Partinin tarihi, ideolojisi ve kültürel ortamıyla hiçbir bağlantısı olmayan bu kişiler tecrit olmuş makamlarında bürokratik işlerle uğraşırlar. Bu arada parti personeli getir götür işleriyle; mitinglerde pankart asma, bildiri dağıtma, para toplama ve gerektiğinde basın açıklaması yapıp görüntüleri sosyal medyaya “yükleme” faaliyetiyle meşguldür.
1980’lerden bu yana siyasi kadroya en fazla benzeyen parti personelini AKP’de görüyoruz. Bu durum kısmen AKP ve öncellerinin legal ve illegal faaliyetleri birleştirme geleneğine sahip tarikatlara ve en küçük yerleşimlerde bile istikrarlı bir nüfus kesimini oluşturan cami cemaatlerine dayanmasından kaynaklanmaktadır. CHP gibi partiler ise toplumdaki her düşünce yoğunluğunu yansıtma iddiasıyla yeniledikleri mürettebatıyla partinin üye ve sempatizan kitlesini tam bir yabancılaşmaya sürüklemişlerdir. Partinin mürettebatı Kemalistler karşısında ulusalcı, şeriatçılar karşısında tavizkâr, bölücüler karşısında “kimlikçi”, burjuvazi karşısında “Dervişçi”, FETÖ’cüler karşısında “demokrat” ve halk kitleleri karşısında “popülist” söylemler kullandıkça personelin ve tabanın yabancılaşması artmaktadır.
Son bir iki yıl içinde neoliberal küresel sistem bir dönüşüm geçirerek yerini gelişmiş kapitalist ülkeleri de kapsayacak şekilde güçlü lider, merkezi devlet, ekonomide bir tür Keynescilik, militarizm ve iktidarda kalmak için en bayağısından bir “popülizm”e bıraktı (bkz. Trump’ın başkanlık konuşması). Neoliberalizmin baskısı altında yoksullaşan, yalnızlaşan ve bunalan kitlelerin bu “popülizm”in peşinden sürüklenmeleri işten bile değildir. Yapılarını ve işleyişlerini değiştirmedikçe muhalefet partilerinin bu “popülizm”e karşı durmaları çok zordur.
Ülkemizde elindeki kaynakları kullanarak en etkili biçimde popülizm yapma kabiliyetine sahip olan parti AKP’dir (torununa bakan dede ve ninelere maaş bağlayacak ölçüde). Muhalefet partileri çaresiz görünmekte; iktidarın eteklerinde yer almak ile sadece itiraz etmek gibi iki seçenek arasında sıkışmaktadırlar.
Doğu Perinçek, 32 yıl önce SPK’yi eleştirirken bugünkü çaresizliği şu sözlerle öngördü:
“Bu tutumun temelinde ... devletin toplumu kapsayarak yutmasına yönelen, yekpare bir toplum özleyen bir ideoloji yatmaktadır. Partiler, devletin bir parçası gibi görülmektedir. Bu mantığın birkaç adım ilerisi, partilerin devlet örgütü içine alınması ve bir Siyasi Partiler Genel Müdürlüğü kurularak İçişleri Bakanlığına bağlanmasıdır” (Anayasa ve Partiler Rejimi, Kaynak Y. 1985, s. 401).
Anayasa taslağı sadece TBMM’yi, Bakanlar Kurulu’nu değil, siyasi partileri de gereksiz hale getirmeyi öngörmektedir. Taslağın yürürlüğe girmesi halinde siyasi partiler, kendilerine ayrılan bahçenin içinde dilediklerini söylemekte özgür, fakat gerçekte tamamen etkisiz, siyasi iktidarın popülizmi ve demagojisi karşısında çaresiz kalacaklardır.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/24.01.2017