14 Ocak 2016 Perşembe

‘Huzur ve istikrar tamamen sağlanana kadar...’

Buna benzer sözleri son elli yıl içinde kaç kez duyduğumu hatırlamıyorum. En yoğun işittiğim zamanlar herhalde 12 Mart ve 12 Eylül dönemleriydi. Bu iki dönemin olayları bugün yaşadıklarımızla kıyaslandığında huzur ve istikrar açısından neredeyse önemsiz görünüyor, fakat her iki dönemin de bugünleri hazırlayan etkisi tartışılmaz.

Birincisinde en kalıcı felaket, insanların yanı sıra, bir suç aleti olarak görülen kitaplara yapılan zulümdür. “Kitap okuyarak zehirlenen gençler” düşüncesi ülkemizin kültürel hayatında kalıcı bir hasar yarattı. Burada, bir bavula doldurduğu kitaplarını saklayacak yer arayan gençleri, çocuklarının kitaplarını yakan ya da küçük parçalara ayırarak yok eden aileleri düşünelim.

İkincisinde ise en büyük felaket, “Türk İslam Sentezi”ydi. Bu senteze göre Türklük ancak Müslüman olmak koşuluyla sürdürülebilirdi. Atatürkçü olduğunu iddia eden üniformalı diktatör, meydanlarda ayetler okudu, eğitim sistemi dönüştürüldü, ilerici görünen herkes yerini bir gericiye bıraktı.

ÜÇ DÜŞMAN

Her ikisinde de devletin mücadele ettiği esas düşman en geniş anlamda tanımlanan “komünizm” idi. Aslında devletin üç düşmanı vardı: komünizm, bölücülük ve laikliğe karşı hareketler.

Birincisine karşı gerçekten başarılı oldular. Kullandıkları orantısız güç her defasında bir sürek avına dönüşerek ülkenin en akıllı, bilgili ve fedakâr evlatlarını kamusal alanın dışına sürdü. Fakat bu faaliyeti öylesine abarttılar ki üçüncüsüne iktidar yolunu açtılar ve sınırsız bir şiddet uygulayarak ikincisini bir kopuş noktasına kadar güçlendirdiler, böylece telafisi mümkün olmayan bir durum yarattılar.

Bugünden geçmişe bakıldığında, bütün bunlarda bir tür saflık/salaklık demeyelim de, devletin kendi varlık koşullarını, raison d’être’ini inkâr görmemek mümkün mü? Saflık dediğimiz şey, çok güçlü ve mantıklı sandığımız, her hareketinde bir hikmet aradığımız Devlet’in Soğuk Savaş paranoyalarıyla kendi temellerini çürütmesi ve NATO konseptini sonsuz bir güvenlik imkânı sanmasıdır. Tarihte bundan daha manidar bir “ironi” var mıdır acaba?

Çok güvendikleri NATO şimdi emperyal rakibiyle gizli bir ittifak içinde ülkeyi çatır çatır bölüyor ve laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olduğu mahkeme kararıyla sabit olan, referandumu demokrasi zanneden siyasi parti bir diktatörlük sistemi kurmaya hazırlanıyor. Putin bile, “Mustafa Kemal bugünleri görseydi mezarında ters dönerdi,” diyor.

ŞEHİRDE TOP ATIŞI

Askerden korktukları için sıkıyönetim ya da OHAL gibi anayasal önlemlerden, EMASYA benzeri planlardan uzak duruyor ve tamamen kanunsuz olarak tanklarla kuşattıkları illerin içinde top atışlarıyla huzur ve istikrar sağlamaya çalışıyorlar. Başında iki generalin bulunduğu on beş bin askerle hendekleri kapatmaya çalışıyorlar. Sıkıyönetimin ya da OHAL’in yetkileri hiç olmazsa mevcut yasalarla belirlenmişti. Şu anda yaptıkları hiçbir yasada yazmıyor.

Bu arada huzur ve istikrar arayan Kürt kökenli yurttaşlar aileleriyle birlikte kaçıyorlar. Fakat kantonlara ya da Barzani devletine doğru değil, Anadolu’nun içlerine, büyük şehirlere doğru kaçıyorlar, PKK de arkalarından ateş ediyor.

Bu göçün fazladan bir güvenlik sorunu yaratacağını söyleyenler de var. Adam iki ateş arasında kalmış, ailesini almış göç ediyor, çocuklarına gelecek arıyor. Ne yapacaksınız, sınır dışı mı edeceksiniz, yoksa Suriyeliler gibi kamplara mı kapatacaksınız? Devlet aklının “Çözüm süreci” şeklinde tutulmasının bedelini bu insanlar mı ödeyecek?

Ulus-devlet anlayışıyla hesaplaşarak yurttaşlık bilinci yerine ümmet kültürü aşılamaya çalışmışsınız, kendiniz bölmüşsünüz, şimdi çarşının orta yerinde tankla “huzur ve istikrar” arıyorsunuz. Öyle mi? Burada 12 Mart ve 12 Eylül mantığının çok daha ilkel bir türünü, sivil ve ümmetçi versiyonunu görüyoruz. Üstelik bu versiyon ABD’nin denetiminde bölgede bir Sünni-Şii çatışmasına taraf olmaya hazırlanıyor. Askeri güç göstererek “masaya oturma” hevesleriyle memleketi doğruca felakete götürüyorlar.

Bir klişe oluşturalım ve şöyle diyelim: PKK’ye karşı mücadele ABD’nin bölgesel planlarına karşı mücadeleden bağımsız olamaz.

Tamam, anladık, bölgesel savaş koşullarında kendinizi NATO’dan ayıramazsınız. Peki, ülkenin bölünmesi ve rejiminin değişmesi karşısında sesinizi de mi çıkaramazsınız!

Yavuz ALOGAN
Aydınlık- 12,01,2016