Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Yeni jeopolitiği
1980’lerin ortalarında SSCB’nin
güç kaybettiğini ve krize doğru sürüklendiğini gören ABD’nin yönetici kadroları olası gelişmelere uygun plan
hazırlıklarına girişir. Soğuk Savaş döneminde bir cephe ülkesi olarak
tanımlanan Türkiye’nin (yeni
dönemde: Balkanlar, Orta-Doğu, Kafkasya ve Orta –Asya’nın yeniden düzenlenmesi,
Batı sistemine entegre edilmesi planlarına göre) jeopolitik konumu yeniden
değerlendirilir.
‘Türkiye
gerek stratejik, gerekse de ekonomik bakımdan önemli bölgelerin kesiştiği bir
noktada bulunmaktadır -uçlarını Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasların oluşturduğu
karmaşık üçgen de buna dahildir.- Bu önemli bölgelerin hepsi de kendi içlerinde
şiddet tohumlarını ve her an patlamaya hazır anlaşmazlıkları
barındırmaktadırlar. …Bosna, Ortadoğu barış süreci, Irak’a uygulanan
yaptırımlar, Çekiç Güç, Trans-Kafkasya’daki ayrılıkçılık, Yakın Doğu’daki Rus
faaliyetleri, Avrupa Anlaşması Konvansiyonel Güçler konusu, NATO genişlemesi,
Kıbrıs, Orta Asya ve enerji boru hatları Türkiye’den bahsetmeden
tartışılabilecek konular değillerdir.’ [1]
Bu tartışmalarda, Soğuk Savaş döneminde Avrupa savunmasını güçlendiren
Türkiye’nin, artık NATO’daki rolünü ve görevi yitirdiği söylenir. Türkiye jeopolitiğine ilişkin bu tartışmalarda iki başlık
öne çıkar.
Bunlardan birincisi, ‘Sovyet tehdidi’ Avrupa’nın üstünden
artık kalkmış ve Avrupa’nın savunulmasında Türkiye’ye duyulan tarihi zorunluluk
sona ermiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmasına, AB
üyeliğine kabul edilmesine de ihtiyaç kalmamıştır. Ayrıca Türkiye’nin üyeliği
ile Birliğin sınırlarının Kafkasya ve Orta-Doğu’daki sıcak çatışma ve savaş
bölgelerine kadar genişlemesi yeni güvenlik sorunlarını da ortaya çıkaracaktır.
‘Soğuk
Savaş boyunca Türkiye Avrupa Kıtası’nın bir ileri karakolu Orta Doğuya yönelik
Sovyet hırsları önünde, bir engel ve Avrupa’nın güvenliğine katkı yapan bir
ülke konumundaydı. Yaklaşık kırk yıl boyunca Ankara’nın jeostratejik “menzili”
Atlantik Paktı ve daha da dar bir ifade ile NATO’nun Güney Bölgesi ile kısıtlı
olmuştur. … Türkiye’nin kurumsal anlamda Avrupa’ya ve Batı Avrupa Birliği’ne
katılma olasılığı halen zayıf bulunmaktadır. Soğuk Savaştan kaynaklanan önemi
ortadan kalkmakla birlikte Körfez Savaşı Türkiye’yi yeniden stratejik açıdan ön
sıralara getirmiştir. Ancak Türkiye’nin stratejik önemi artık Orta Doğu ve Orta
Asya açısından değerlendirilmekte ve bu da oluşan Avrupa güvenlik
düzenlemelerine dâhil olmasını daha da güçleştirmektedir.’ [2]
İkincisi
ise, Orta-Doğu,
Kafkaslarda yaşanacak kargaşa ve savaşların Türkiye’yi daha da sıkıntıya
sokacak gelişmeleri içinde barındırmasıdır. Sıcak çatışma bölgelerine komşu
Türkiye’nin bu çatışmalara çekilmesi, NATO’nun 5. Maddesi’ne göre (üye ülkelerden
birine yapılan saldırıya tüm üyeler birlikte karşılık vereceğinden) NATO üyesi
Avrupa ülkelerini de çatışmaların tarafı haline getirecektir.
‘Avrupa
ülkelerinin birçoğu Türkiye’nin AB’ye üyeliğine sadece politik, ekonomik veya
kültürel sebeplerle karşı çıkmamakta, bunun Avrupa’nın sınırlarını Orta Doğu’ya
taşımasından ve Avrupa’yı Orta Doğu politikalarının anaforuna sokmasından da
korkmaktadırlar.’[3]
Tüm bu bölgeleri ve Türkiye’yi yakından bilen strateji-politika yapıcı
uzmanlar kadrosu, ABD’nin Yeni Dünya Düzeni Planları doğrultusunda Türkiye
üzerine raporlar hazırlarlar. Türk-Batı ilişkilerinde ortaya çıkan stratejik
değişimi RAND uzmanlarından Zalmay
KHALİLZAD söyle özetler.
‘‘Soğuk Savaşın bitişinden beri
ABD, Batı Avrupa ve Türkiye arasındaki stratejik fikir birliği zayıfladı. …Batı
ve Türkiye için önemli dört ortak çıkar tanımlanır: enerji güvenliğini sağlama;
Türkiye, yakın bölgeler ve
Avrupa’nın maruz kaldığı kitle İmha silahları ve füze tehdidine karşı koyma; Rusya’yı çevreleme ve ilişki
kurma; Türkiye ve NATO müttefikleri
arasında yenilenmiş bir stratejik ittifak yönünde Türkiye’nin Batı’yla
entegrasyonunu sağlama.’’ [4]
Birçok ABD’li politika üreticisi gibi Zalmay KHALİLZAD’de Soğuk Savaş döneminin koşullarında
göre Batı’nın çıkarlarına uygun bir şekilde emperyalist sisteme entegre olan
Türkiye’nin, artık değişen dünyada farklı bir düzlemde entegrasyonunu ele alır.
Nitekim Türkiye’de 1990’lı yıllardan itibaren yönetimdeki ‘hakim ittifak’
içinde yaşanan çatışmaların temelini de bu ‘yeni entegrasyon’ anlayışı
oluşturacaktır.
RAND bünyesinde, ABD Savunma Bakanlığı ve Dışişleri
Bakanlığı vb. kuruluşlar için 1980’lerin sonunda hazırlanan raporlardan üçü,
1993 yılında -Birinci Körfez Savaşı sonrasında- yayınlanır. Bunlar:
·
Graham Fuller’in ‘Avrupa’nın Doğu’sundan Çin’in Batı’sına:
Türkiye’nin Dünyada artan rolü, sonuçları ve Batı’nın çıkarları’,
·
O. Lesser ‘Köprü mü, Bariyer mi: Soğuk Savaş sonrası Türkiye ve Batı’,
·
Paul Henze’nin ‘Türkiye: 21. Yüzyıla Doğru’ başlıklı
raporlarıdır.
Graham Fuller, Paul Hanze ve Ian O. Lesser bu raporların yanı sıra yaşanan gelişmeler göre başka raporlar da
hazırlarlar. Bu üç raporun RAND’ın
web sitesindeki içeriğiyle kitaplaştırılan hali aynı değildir. RAND Corporation’un Savunma bakanlığına
ilettiği raporların içeriği ile yayınlanan raporların içeriğide kuşkusuz
farklıdır. Yine de raporlar gerek konu başlıkları, alt başlıkları gerek
içerikleri, gerekse odaklandıkları sorunlar nedeniyle Türkiye’nin geleceğine
ilişkin oldukça önemli bilgiler içerir.
‘Çalışmanın 1992 yazında resmen
tamamlanmasından bu yana Türkiye içinde ve Bosna’dan Orta Asya’ya kadar Türkiye’nin
çevresinde yaşanan gelişmeler sadece Türkiye’nin önemini artırmıştır. … (
rapordaki) bölümler bu değişimleri de kapsayacak biçimde revize edilmiş ve
güncelleştirilmiştir. Kaçınılmaz olarak olayların hızı bu çalışmanın hızını
aşacaktır. Ancak uzun vadeli eğilimler ve incelemenin temel çizgileri
değişmeyecektir.’ [5]
Graham Fuller’in RAND
için hazırladığı raporunda Türkiye’nin konumunu söyle değerlendirir:
‘‘Türkiye
artık yeni bir dünyada yaşamaktadır. Gorbaçov’un iktidara gelmesinin ardından
birkaç yıl içinde (1985
sonrasında y.n.) Türkiye’nin jeopolitik ortamı pusulanın üç veya dört
yönünde değişmeye başlamıştır. Kuzeybatı bugün yeni bir Balkan devlet sistemini
oluşturma sürecinde bulunan tam bağımsız Balkan devletleri doğmuştur. Kuzeye
doğru ise, Türkiye yeni bağımsızlığını kazanan Ukrayna ve tamamen yeni bir
varlık olan Rusya ile deniz yoluyla direkt bağlantı kurma şanına sahiptir.
Kuzeydoğuda Kafkasya’da Türkiye’nin hali hazırda dolaysız ilişkiler kurmuş
olduğu üç yeni devlet sahneye çıkmıştır: Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan.
Daha doğuda eski Sovyet Orta Asya’sında dört yeni Müslüman devlet kurulmuştur.
… Türkiye’nin güneyinde ise yeni devletler kurulmamış, ancak Körfez savaşı …
Irak’ın bölünme potansiyeli … güç bir durum ortaya çıkarmıştır.’’[6]
Bir diğer rapor hazırlayıcısı Ian O. Lesser’ de, Fuller’e benzer değerlendirmelerde bulunur. Lesser Türkiye’nin AB’ne girmesinin son derece
zor olduğunu belirtir. ABD önderliğindeki Batı’nın bölgeye ilişkin
politikalarında, Türkiye’nin oynayacağı rolü ‘Köprü mü, Bariyer mi’ yaklaşımıyla ele alır.
lan O. Lesser, ‘‘Siyasal, ekonomik ve stratejik
açıdan Türkiye Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’da potansiyel olarak önemli bir
aktör olmaya devam edecektir. Ancak, acaba bu durum Türkiye’yi Avrupa ve Orta
Asya arasında doğal bir köprü yapmakta ve Türkiye’ye özel bir rol ve statü
vermekte midir? Fiziksel ve felsefi olarak Türkiye’nin bu bölgeler arasında bir
köprü vazifesi görmesi mümkündür, ancak bu rol otomatik bir rol olmayıp,
eleştirel bir şekilde incelenmesi gerekmektedir.’’[7]
Lesser, ABD’nin Balkanlar- Kafkasya ve Orta Doğu bölge
politikalarındaki Türkiye’nin yeni rolü ve bu çerçevede direkt veya dolaylı
görevler üstlenmesinin hem yönetim erki içinde ve hem de komşularıyla
ilişkilerinde sıkıntılara yol açacağını söyler.
‘Türkiye’nin Orta Doğu
sınırlarının savunulması açıkça ittifakın sorumluluk alanı içinde yer
almaktadır. … Körfez krizi deneyimi ve özellikle de AMF desteği konusundaki
tartışmalar, NATO garantilerinin Doğu-Batı sınırları dışında işlerliği
konusunda Türkiye’nin şüphe, duymasına yol açmıştır. “Alan dışı” veya daha
da kötüsü “gri alan” sorumlulukları konusunda giderek artan tartışmaların
Ankara’nın ilgisini çekmesi mümkün değildir. Türkiye’nin bu noktadaki
hassasiyeti Orta Doğu’daki operasyonlara askeri destek sağlaması veya
üslerin daha dolaysız biçimde kullanılmasının istenmesi olasılığını da
kapsamaktadır. NATO’nun Avrupa dışında daha aktif bir rol benimsemesi
ise Türkiye’nin Arap dünyası ile zaten nazik durumdaki ilişkilerini ciddi
biçimde sıkıntıya sokabilecektir.(koyulaştırma y.a.)’ [8]
Gerçekten de Batı’nın bölge
politikalarının ilk adımını oluşturan Birinci
Körfez Savaşı’nda, Türkiye’nin Batı ile Doğu arasında hem bariyer hem de
köprü olma görevi, geleneksel Atatürkçü ‘yurtta
sulh, cihanda sulh’ temelindeki dış politikası ile çelişir. Yeni Dünya Düzeni
planına uygun olarak, Birinci Körfez
Savaşı’nda, ABD yönetiminin istemlerine yönelik en büyük direnç Soğuk Savaş
ortamının Amerikancı milliyetçi akımından
ve Atatürkçü kesimlerden gelir.
Graham E. Fuller, ‘İslamcı Doğu ve
Batı arasında Türkiye’nin yönelimi ne olacaktır? Uluslararası eylemciliğin
tehlikeleri konusundaki geleneksel Atatürkçü fikirler ne ölçüde değişecektir?
Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’daki Türk ve Amerikan çıkarları benzeşecek mi,
yoksa çelişecek midir? Bölgesel krizlerde Türkiye’nin tutumuna ilişkin
Beklentiler nelerdir?’ [9]
Birinci Körfez Savaşı sırasında başlayan ve sonrasında Kuzey
Irak’ta ‘Uçuşa Yasak Bölge-Çekiç Güç’
ile devam eden ABD isteklerine karşı ana akım Atatürkçü-ulusalcı
ve milliyetçi-İslamcı kesimlerin giderek artan direnci ABD’nin Irak
planını tam anlamıyla hayata geçirmesini de engeller.
1. Stephen
Larrabe, Ian o. Lesser, Türk politikacıları ve düşünürleri, Soğuk Savaş döneminde,
daha da açık biçimde Körfez Savaşından sonra Washington’un doğrudan Türkiye ile
ilgili bir politikasının olmadığını fark ettiler. Türklerin görüşüne göre
Amerika’nın Türkiye’ye yaklaşımı, kendisi için daha önemli endişelerin, yani
Rusya, Yunanistan, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu politikalarının bir yan
ürünüdür.[10]
ABD’li stratejistler-politika üreticileri bir ülkede‘‘ dış politika içerde
başlar ’’ anlayışıyla, Türkiye’nin dış politikası ile iç politikasını bir
bütünsellik içinde ele alırlar. Dış ve iç politikanın bütünselliğini ABD Dış İlişkiler Konseyi (CRF) Başkanı
Richard
N. Haass söyle açıklar:
‘‘
… dış politika ve milli güvenlik, sıkça birbiri yerine kullanılır, aslında
oldukça faklıdır. Milli güvenliği iki taraflı bir madalyon olarak düşünmek
yardımcı olur. Bir yüzü dış politikadır –bir ülkenin yurtdışında, diplomatik,
askeri veya diğer alanlarda ne yaptığıdır. Diğer yüzü daha içsel veya yereldir-
bir ülkenin ekonomisini ve halkını güçlendirmek için yaptığı ( ya da
yapamadığı) her şeydir. Bir ülkenin milli güvenliği her iki alanda da
yapılanları yansıtır.’’[11]
Graham E. Fuller, Ian. O. Lesser, Paul Henze, F. Stephen Larrabe, Morton Abramowitz, Alan Makovsky, Zalmay Khalilzad vd. politika üreticileri raporlarında, makalelerinde bu dış politikayı
belirleyen yapılar olarak Genel Kurmay,
MGK, Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri
Bakanlığı üzerine dururlar. Bu
kurumlarda etkin konumda olan ve Türkiye dış politikasında ağırlığı olan ana
akım Atatürkçü-ulusalcı-milliyetçi kesimleri (düzen-istikrar ve devamlılık
isteyen Batı yanlısı gelenekselcileri) hedef haline getirirler.
ABD yönetimi Birinci Körfez Savaşı’ndan
yaklaşık on yıl sonra, ikinci Körfez
Savaşı’nda bir kez daha Türkiye’nin direnci ile karşılaşır. AKP’nin verdiği
sözlere güvenerek İşlerin yolunda olduğunu düşündüğü bir dönemde, ana akım Atatürkçülerin,
milliyetçilerin ve Milli Görüşçülerin bir kısmının karşı çıkışı ile ABD’nin
Irak işgali ile ilgili talepleri (bu talepler doğrudan Türkiye’nin
Güneydoğusunu da ilgilendiriyordu) 1 Mart’ta TBMM’sinde ret edilir. Bu ABD için
tam bir şoktur.
‘‘Birleşik
Devletler’deki şaşkınlık ve hayal kırıklığı aşikârdı. CENTCOM (ABD Merkezi
Kuvvetler Komutanlığı) kumandanı Tommy Franks, oylama öncesinde Türkiye’nin
Amerikalılara geçiş hakkı tanımayı reddetmesi halinde, tepesinin tasının
atacağını açıkça belirtmişti ve oylamadan sonra Savunma Bakanı Yardımcısı Paul
Wolfowitz’in Türk ordusu hakkındaki yakınması ‘beklediğimiz güçlü liderlik
rolünü oynamadı’ şeklinde olmuştu.’’ [12]
Türkiye’nin iç dinamiklerinin ülkeye biçilen
yeni jeopolitik konumuna uygun davranmaması ve dış politikada ülke çıkarları
doğrultusunda nispi bağımsız tavır geliştirmesi, ABD’yi Türkiye’nin devlet ve
toplum yapısını dönüştürme programını hızlandırmaya iter.
2001 ekonomik krizinin altında kalan,
önemli bir itibar ve güç kaybına uğrayan ‘Amerikancı milliyetçiler ile
ulusalcılar’ dan sonra TSK içindeki ana akım Atatürkçüler de ABD-Cemaat ve AKP
işbirliği ile , 2000’li yılların ikinci yarısında Ergenekon, Balyoz, Casusluk
gibi davalarla tasfiye edilirler. Böylelikle ABD Türkiye’nin iç politikasına
yaptığı bu müdahalelerle, dış politikanın ABD tanımladığı yeni jeopolitik role
uygun hale getirilmesinde belirleyici olur. ABD, söz konusu müdahalelerle yeni
bir devlet, yeni bir toplum inşasının önünü açar.
ABD yönetimini 1980’leri sonunda hazırlığını yaptığı ‘Siyasal İslam Stratejisi’
doğrultusunda hem iktidara aday hem de Yeni Dünya Düzeni planına en uyumlu
davranacak kesim olarak belirlediği İslamcılara
doğru yöneltir. Müslüman özellikleri
güçlendirilmiş bir Türkiye, yüzünü hem Orta-Doğu’daki Müslüman ülkelere
dönecek hem de bu ülkelerle Batı çıkarları arasında köprü görevini başarıyla
yerine getirecektir. Bu amaçla 1989’da,
Rand Corporation ABD Savunma
Bakanlığı (Pentagon) için Fullerin yönetimi altında, Paul Henze, Sabri Sayarı, Barry Rubin’in de içinde yer aldığı grubun
hazırladığı ‘‘Türkiye’de İslam Radikalizminin Geleceği”
başlıklı rapor- politika belgesi uygulamaya konur. Bu strateji doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ve toplum
yapısının değişimi gündeme gelir.
Graham
Fuller, ‘‘… dünyada hiç
bir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar
yaşayabilecek bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an veriyor. Liderler ölüyor.
Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kur’an ve İncil
yaşıyor. … bugünün kendisine entellektüel güven duyan güçlü Türkiyesi, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki
rolünü hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
İslam’a
bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi
yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. … Ama diğer
yandan insanlar İslam dininin kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini,
İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul
edilmemeli ki bu, üstelik Türkiye’nin ulusal ve kültürel mirasının parçasıdır.
“Zamanıdır” demiyorum, ama parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak
bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir, ama artık Türkiye bu bakımdan
kendisiyle barışmalıdır.
Türkiye
geçmişte Ortadoğu için bir modeldi bugün de olmaya devam ediyor. Hele demokrasi
ile İslami bir arada yaşatabileceği modern bir formül bulunsa, İran ve Arap
dünyasına olağanüstü büyük bir entellektüel öncülük yapmış olacak. İslam dünyası için geleceğin modeli olacak.
Ama Türkiye’nin tıpkı İslam konusunda olduğu gibi Ortadoğu konusunda da
komplekslerini atması lâzım. … Türk deneyiminin Ortadoğu’yu etkilemesini ben
kendi adıma çok arzularım. Bu çok olumlu bir rol olur. Bu artık Batılı
olmadığınız, Batı’ya ait olmadığınız anlamına gelmez. Çünkü artık kimse Batı
değerlerini Türkiye’den koparamaz. Avrupa
Topluluğu’nun Türkiye’yi tam üyeliğe alıp almaması da bu bakımdan fark
etmez ve Batılılığınız konusunda hiçbir ölçü sinyali vermez.’’[13]
Barry
Rubin, ‘”Dindar
kitlelerin siyasete, iş yaşamına, devlet bürokrasisine, subaylık mesleğine,
öğretmenliğe doğru çekilmesi modernizasyon süreci için önemli bir adım
olabilir. Ama bu durumun din sektörüne ek bir güç vermesi de kaçınılmazdır.
…Millet kavramının gelişmediği ülkelerde, dinin ulusal kimliğin merkezi unsuru olmayı
sürdürdüğünü … normal İslam’ın, bağnaz ve devrimci İslam’a karşı bir numaralı
panzehir oluşturduğunu, hatta Sünni İslam’da Ruhban sınıfının devrimci İslam’a
direnç gösterdiğini, bu yüzden de ABD’nin devrimci İslam’a direnen İslam
sektörünü desteklemesi gerektiği…’ [14]
Türkiye’nin AKP iktidarı aracılığıyla
dış politikada Orta Doğu’nun Müslüman ülkelerine, dolayısıyla da ABD’nin
GBOP’ne, içeride de buna uygun olarak Müslüman-etnik kimlikli bir toplumsal
yapıya yönelmesi sağlanır. Yeni Türkiye inşası politikaları karşı kesimlerin
tasfiyesi ile birlikte yürütülür.
ABD ve AB, ‘Siyasal İslam Stratejisi’ doğrultusunda sisteme entegre olan
İslamcı AKP iktidarının izlediği ekonomik-siyasi (hem iç hem de dış)
politikaları överler. Türkiye’yi Orta-Doğu’nun Müslüman ülkeleri için ‘örnek
ülke’ ilan ederler. Türkiye, artık Soğuk Savaş döneminin ‘Batı
savunma sisteminin kilit ülkelerinden birisi’ olmaktan çıkar ve ‘dünyadaki
rolü’ gereği Orta Doğu’nun Müslüman ülkelerine uzanan bir ABD-AB ve İsrail
köprüsüdür. Aynı zamanda da bölge yaşanan çatışmalarının Avrupa
sınırlarına ulaşmasını engelleyen ve bu bölgelerden Avrupa’ya yönelen büyük
insan göçünü engelleyen bir bariyerdir de.
ABD’nin Orta-Doğu’da doğrudan ya da dolaylı askeri müdahalelerinde,
Türkiye’nin bu yeni ‘köprü’ işleviyle katkı sağlaması, onu bölgede yaşanan
kargaşaların içine çeker ve bir cephe ülkesine dönüştürür.
Alan Makovsky, ‘‘Bakan yardımcısı olarak Hoolbroke, Türkiye’yi
sürekli, olarak “cephe ülke” olarak takdim etti. Mart 1995’te Kongre’de bir
komitenin önünde Türkiye’nin önemini vurgularken, onun ‘’Asya kıtasında ABD
için önemli olan hemen her konunun kavşağında durduğunu” ileri sürmüştü. … “Biz
[Grossman ve Hoolbroke] yeni görevimize başladıktan kısa bir süre sonra oturduk
ve Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin bizim için ne anlam ifade ettiğini
tartıştık ,” dedi, “White House ve Pentagon tarafından tamamen desteklenen yeni
bir konsept geliştirdik. Buna göre Türkiye
Batı için yeni cephe ülkeydi ve bu anlamda Soğuk Savaş döneminde
Almanya’nın aldığı rolü alıyordu.” [15]
Yeni Dünya Düzeni planlarına uygun olarak hazırlanan tüm raporlarda açık ve
net bir şekilde tanımlanan Türkiye’nin jeopolitik konumuna ilişkin ABD’deki
politika üreten kesimlerin yaklaşımını, lan O. Lesser gayet güzel bir şekilde ifade eder:
‘‘…incelemeler Türkiye ve Batı
konusunda uzun vadeli beklentileri ortaya koymaktadır. …Birçok Türk’ün de
kolaylıkla kabul edeceği üzere, Türkiye’ye ilişkin strateji sadece
Türkiye’ye bırakılamayacak kadar önemlidir. [16]
Bu ‘birçok Türk’ün kimler olduğunu tahmin
etmek zor olmasa gerek! ABD’nin Yeni Dünya Düzeni planının bir parçasını oluşturan BOP-GBOP’un
hayat bulmasına yönelik ABD’nin çok sayıda bölgesel inisiyatifinde ve
stratejisinde NATO’nun anahtar üyesi Türkiye’nin önemli bir görev
üstlenmesinde ‘‘birçok Türk’’de büyük gayret gösterir. Uzun yıllar ABD
Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa Yakın Doğu Şefi olarak görev yapan ve ABD’deki
İsrail Lobi kuruluşlarının önde gelenlerinden Alan Makovsky, Türkiyenin üstlendiği bu görevlerin bir kısmını söyle sıralar:
- · ‘Fundamentalist İran’a karşı ideolojik bir denge,
- · Bosna ve Kosova’nın güçlü ve anti-ayrılıkçı savunucusu,
- · Balkan barışı koruma çabalarının bir katılımcısı,
- · Eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki devletler ve Gürcistan açısından Rus olmayan ve Batı yanlısı bir iletişim hattı,
- · Hazar Denizindeki enerji kaynakları için Rusya ve İran’a alternatif bir çıkış kapısı,
- · Türk boğazları ve Ortadoğu’ya yönelik potansiyel Rus saldırganlığına karşı bir tampon,
- · İslam dünyasında İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesinde örnek bir ülke,
- · İsrail-Filistin barış görüşmelerinin, her iki tarafın da güvenini kazanmış güçlü bir destekçisi
ve
- ·İslam dünyasında demokrasinin (kusurlu da olsa) nadir bir örneği olarak önemli bir rol oynamaya başladı.
ABD politikaları açısından bu kadar
önemli görevleri yerine getirecek güçlendirilmiş bir işbirlikçi iktidara
ihtiyaç olduğu tartışma götürmez. Bu politikalara muhalefet edebilecek etkili
aktörlerin de uyumlu hale getirilmelerinin önemi de yadsınamaz. Geçtiğimiz
yıllar, bunların hayata geçirilmesine tanıklık etti.
[1] Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası,
Derleyenler: Barry Rubin ve Kemal Kirişçi, 1990’larda Türkiye’nin Enerji
Politikaları, Brent Sasley, s 326
[2] Türkiye: 21. Yüzyıla Doğru,
Balkanlar’dan Batı Çin’e, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Önsöz, Ian. O.
Lesser, s xvıı
[3] Türk Dış Politikası Belirsizlikler
Döneminde, F. Stephen Larrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 19
[4] Türk Batı İlişkilerinin Geleceği:
Türk-Batı İlişkileri İçin Stratejik Bir Plan, Zalmay KHALİLZAD, ASAM Yayınları,
2001, s 83
[5] Balkanlar’dan Batı Çin’e, Türkiye’nin
Yeni Jeopolitik Konumu, Önsöz, Ian O. Lesser, Alfa yayınlar, 2000, S XVII
[6] Türkiye’nin Yeni Doğu Politikası,
Graham E. Fuller, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, s 47
[7]Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın
Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Balkanlar’dan Batı Çin’e, Türkiye’nin
Yeni Jeopolitik Konumu, Alfa Yay., 2000, s128
[8] Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın
Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu
s149
[9] Türkiye: 21. Yüzyıla Doğru,
Balkanlar’dan Batı Çin’e, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Önsöz, Ian. O.
Lesser, s xvıı
[10] Türk Dış Politikası Belirsizlikler Döneminde,
F. StephenLarrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 210
[11] Yeni Amerika, Dış Politika İçerde
Başlar, Richard N. Haass, Tutikitap, 2014, s 9
[12] Türkiye’yi Kazanmak: Türkiye Batı için
neden vazgeçilmez, Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, Timaş Yayınları, 2009,
s 64
[13] Ufuk Güldemir’in Graham Fuller’le
yaptığı rapor üzerine röportaj ve değerlendirme yazısı, Cumhuriyet Gazetesi 26
Şubat 1990 ve 7 Mart 1990.
[14] Ufuk Güldemir’in Graham Fuller’le
yaptığı rapor üzerine röportaj ve değerlendirme yazısı, Cumhuriyet Gazetesi 26
Şubat 1990 ve 7 Mart 1990.
[15] Türkiye’nin Dönüşümü ve Amerikan
Politikası, ABD’nin Türkiye Politikası- Gelişme Ve Sorunlar, Alan Makovsky, s
330
[16] Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın
Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu
s127
[17] Türkiye’nin Dönüşümü ve Amerikan
Politikası, ABD’nin Türkiye Politikası- Gelişme Ve Sorunlar, Alan Makovsky, s
327
Haluk BAŞÇIL / 30 Ocak, 2015
anafikir.gen.tr
Değişen Dünya ve Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği -1 için bkz.