SSCB’nin çöküşü önce sosyalist blok içinde yer alan Doğu Avrupa
ülkelerindeki iktidarları yerinden eder ve bloktan koparır. Arkasından da SSCB
içinde yer alan 11 ülke, Birlikten ayrılarak bağımsızlığını ilan eder. Bu
gelişmeler, SSCB ile birlikte davranan Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki
birçok ülkede şaşkınlık yaratır. ABD yönetimi, bu çöküş ortamında önüne çıkan
fırsatı değerlendirir. Dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyasını kalıcı
kılmak amacıyla bir dizi strateji ve politikalar geliştirir. Oluşturduğu ‘Yeni Dünya Düzeni Projesi’ ile Rusya
dahil olmak üzere tüm bu ülkeleri ABD’nin önderliğindeki Batı sistemine –neoliberal kapitalist pazara- entegre
etme doğrultusunda harekete geçer.
Bu projede Batı sistemiyle hızla
bütünleştirilmesi hedeflenen ülkeler şunlardır:
· Balkanlar’da Yugoslavya ve Romanya (bu iki ülke de Doğu Blok’una dahil
değildi), Bulgaristan ve Avrupa’da yer alan Polonya, Çekoslovakya, Macaristan
ise Blok’a dahil olan ülkelerdi,
·
Akdeniz’in güneyinde: Libya, Cezayir, daha güneyde de Afrika ülkelerinden
Mali, Kongo, Etiyopya, Tanzanya, Angola ve Mozambik,
· Doğuda: Ukrayna ve Kafkasya ülkeleri (Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan),
daha Doğu’da da Orta Asya ülkeleri (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan,
Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan),
· Güneyde ise Yemen, Suriye, Irak ve (İslam devrimi ile Batı kontrolünden
çıkan) İran’ dır.
Kuzey-Güney ve Batı-Doğu
hatlarının kesiştiği yerde ise Türkiye
ile İran bulunmaktadır. Bu iki ülke coğrafi konumları,
tarihi-kültürel ve dini-mezhepsel özellikleriyle ‘önemli jeopolik eksenler’
olarak değerlendirilir.
‘Türkiye gerek stratejik, gerekse de ekonomik
bakımdan önemli bölgelerin kesiştiği bir noktada bulunmaktadır -uçlarını
Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasların oluşturduğu karmaşık üçgen de buna dâhildir.
Bu önemli bölgelerin hepsi de kendi içlerinde şiddet tohumlarını ve her an
patlamaya hazır anlaşmazlıkları barındırmaktadırlar.’ [1]
ABD önderliğindeki Batı’nın, Hazar
bölgesi ile Orta Asya’ya açılımında, Türkiye ve İran’ın yanı sıra önemli
bir diğer ülke de Ukrayna’dır. Ancak Ukrayna ve İran jeopolitik konumları açısından uygun
ülkeler olsalar da, Batı kapitalist sistemine dâhil değildirler. Türkiye ise, jeopolitik konumu nedeniyle, İran
ve Ukrayna’dan farklı olarak tüm bu bölgelerin (Balkanlar-Kafkasya ve
Orta-Doğu’nun) ortasında yer alır. Aynı zamanda da Batı bloğunun sadık üyesi
olduğundan anahtar ülke diye
tanımlanır.
SSCB’nin
tarih sahnesinden çekilmesi ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle bir önceki dönemin
ihtiyaçlarına göre tarif edilen Türkiye jeopolitiği anlamını yitirir. ABD’nin yönetim ve politika üretim yapıları
(RAND, çeşitli vakıflar, tink-tank kuruluşları vb.) Yeni Dünya Düzeni
planlarıyla uyumlu yeni bir Türkiye jeopolitiği oluşturmaya girişirler.
Türkiye’nin yeni jeopolitik konumuna uygun bir dış ve iç politika anlayışı
üzerine de tartışma yürütürler.
…Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na üye olup
olmayacağı konusunda kuşkulu olsalar da, bu kuşkular stratejik yönden
Türkiye’yi Batı’ya sıkıca bağlama ihtiyacı karşısında geri plana itiliyordu.
Ancak, Soğuk Savaşın sona ermesiyle Türkiye’nin Avrupa’daki yeri konusunda yeni
tereddütler baş gösterdi ve Ankara’nın Avrupa ile ilişkilerinde yeni güçlükler
ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Avrupa’nın Türkiye’ye yaklaşımında
askeri ve stratejik konuların önemini azaltırken ekonomik, kültürel ve politik faktörlerin önemini artırdı. Bu gün
için Avrupa’nın önceliği, Sovyet (veya Rusya) tehdidini savuşturmaktan çok,
uyumlu bir politik ve ekonomik birlik yaratmak ve etkili bir Avrupa güvenlik ve
dış politikası oluşturmaktır. Öncelikteki bu değişme, Türkiye’ye karşı
“ayrımcılığı” artırmakta ve “Yeni Avrupa’da” Türkiye’nin yerinin neresi olacağı
konusunda yeni sorunlara sebep olmaktadır.[2]
Yürütülen
çalışmalarda, Türkiye’nin jeopolitik konumu, Avrupa’dan bağımsız bir şekilde,
Balkanlar-Kafkasya ve Orta Doğu merkezli olarak yeniden tanımlanır.
‘Stratejik ortamın değişen niteliği, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini
ayarlamaya ilişkin önemli sorunlara yol açacaktır. Çok uzun zaman sürdürülen
öncelikler Soğuk Savaşın sona ermesi, Orta Doğu ve Balkanlardaki istikrarsızlık
ve Karadeniz ve Orta Asya’dan kaynaklanan yeni fırsat ve sorunlar ışığında
eleştirel biçimde yeniden gözden geçirilmektedir. Aynı zamanda Avrupa ve
ABD’nin de sınırlama stratejisi ve Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolüne
ilişkin geleneksel görüş doğrultusunda belirlenen ilişki biçimlerini yeniden
değerlendirmesi gerekmektedir. (vurgu y.a.)’[3]
Hazırlanan raporlarda ve yayınlanan politika belgelerinde Türkiye’nin bu
bölgelerde izleyeceği dış politikanın ABD’nin bölge planları açısından hayati
önemini vurgulanır. Ünlü
stratejisti-politika üreticisi Brzezinski, ‘Büyük Satranç Tahtası: Amerikan’ın Küresel Üstünlüğü ve Bunun
Jeostratejik Gereklilikleri’ adlı kitabında, ABD’nin izleyeceği
politikalarda Türkiye’nin jeopolitik konumuna dikkat çeker.
‘‘… hem Türkiye hem İran öncelikle önemli jeopolitik
eksenlerdir. Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrar sağlamakta, Karadeniz’e
Akdeniz’den de ulaşımı kontrol etmekte, Kafkaslarda Rusya’yı dengelemekte,
İslam muhafazakârlığına (İran’a kastediliyor y.n.) karşı panzehir
oluşturmakta ve NATO’nun güneydeki güvencesi olarak hizmet etmektedir.[4]
‘‘Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran
kritik olarak en önemli jeopolitik eksen rolünü oynarken, Türkiye ve İran’ın
her ikisi de bir ölçüde, daha sınırlı kapasiteleri dâhilinde aynı zamanda
jeostratejik olarak da etkindirler.[5]
ABD’nin İstihbarat ve Araştırma
Dairesi’nin Güney Avrupa bölüm şefliğini görevinde bulunan Alan Makovsky, Washington Orta Doğu Politikası Enstitüsü’ aracılığıyla, 1997-1998 yılları arasındaki ‘Türk
Dış Politikası’ üzerine, ABD’li bölge uzmanlarının yanı sıra Türkiye’den de
birçok kişinin katımıyla seminer düzenler. Bu seminer notlarında ve diğer
birçok raporda da Türkiye’nin jeopolitik durumu ve önemi ele alınır.
Alan Makovsky ve Sabri Sayarı, ‘‘ABD, Türkiye’ye öncelikle jeostratejik nedenlerle değer veren global bir
güçtür. Washington’un Balkanlardaki istikrarsızlık, Rusya’nın gelecekteki
yönelimi, İran köktendinciliği, Irak’ın saldırgan dış politikası ve Ortadoğu
Barış Süreci’ndeki kilitlenmeye ilişkin endişeleri, ABD’deki siyaset
yapıcıların Türkiye’ye yönelik ilgisini güçlendirmektedir. ‘‘[6]
RAND corporation’un Orta-Doğu ve Avrupa bölümünde
çalışan ve Türkiye üzerine tahliller yapan, Raporlar hazırlayan F.
Stephen Larrabe ve Ian O. Lesser’in RAND
için birlikte hazırlandıkları bir raporun kitaplaştırılmış halinde de ABD’nin
çıkarları açısından Türkiye’nin jeopolitik konumunun ‘yaşamsal önemi’
vurgulanır:
‘‘Soğuk Savaşın sona ermesi, ABD’nin gözünde Türkiye’nin stratejik önemini
artırmıştır. Türkiye Birleşik Devletler için jeostratejik önemi gittikçe
artan üç bölgenin ortasındadır: Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkanlar.
ABD’nin bu bölgelerin her birinde dış politika hedeflerine varabilmesi için Türkiye
ile işbirliği içinde olması yaşamsal öneme sahiptir. (vurgu y.a.)’’[7]
1 Soğuk Savaş Döneminde Türkiye
Jeopolitiği
SSCB’nin kuruluşu sürecine denk gelen Ulusal Kurtuluş savaşına, SSCB
destek verir. Para ve silah yardımında bulunur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte iki ülke lideri: M.
Kemal ve Lenin’in Türk-Sovyet dostluk dönemini de
başlatırlar. 1923 ve 1936’da her iki ülke Boğazlar anlaşmasının yanı sıra Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık
Anlaşması’nı imzalarlar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan SSCB büyük insan kaybına rağmen
güçlenerek çıkar. Nazi yayılmacılığını durduran ve ezen, Avrupa’nın sömürgeci
ülkeleri arasındaki acımasız savaşa son veren SSCB’ne, Komünizme yönelik Avrupa’da büyük bir sempati oluşur. ABD – İngiltere -Fransa, Avrupa
halklarında oluşan bu sempatiyi kırmak ve Avrupa’nın SSCB’nin etkisi altına girmesi önlemek için bir dizi politika
geliştirir. SSCB’nin Avrupa’daki
etkisinin önüne set çekmeye yönelirler. Bu askeri set daha sonra politik ve
ekonomik set ile tahkim edilir.
Stalin,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1945
Mart’ında, Türkiye ile SSCB arasında 1925 yılında imzalanan ve 1945 yılında
süresi sona erecek olan Türk-Sovyet
Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı yenilemeyeceğini açıklar. Ayrıca
Türkiye’ye İstanbul ve Çanakkale Boğazında askeri üsler kurma isteği ve
Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin’i de kapsayan toprak talebi iki ülke arasında
gerginliğe yol açar. Türkiye’nin SSCB’ne karşı duyduğu güvenlik kaygısını da
artırır.
Avrupa’da ABD ve İngiltere ile
SSCB arasındaki anlaşmazlıkların arttığı, Türkiye’de de SSCB tepkilerin yüksek
olduğu bir dönemde, 5 Nisan 1946’da
ABD’nin en büyük savaş gemilerinden Missouri
İstanbul’u ziyaret eder. Missouri’nin
ziyareti, ABD’nin Türkiye’yi SSCB’ne karşı destekleyeceğinin bir işareti olarak
değerlendirilir. İnönü iktidarı hem savaş nedeniyle bozulan ekonomiyi
geliştirmek, dışarıdan kredi-sermaye sağlamak hem de SSCB’ne karşı Türkiye’nin
güvenlik ihtiyacı için Batı’ya yönelir.
ABD “Avrupa’da İkinci Dünya
Savaşı sonrası ekonomik bir çöküntü çok ciddidir ve bazı güçler, komünistler,
bundan faydalanabilir” düşüncesiyle savaşta yıkılan ve bitap düşen Avrupa
ülkelerinin ekonomiklerini onarması, kısa zamanda gelişmeleri, güçlenmeleri için
Marshall Planı adı altında mali
yardım programı oluşturur. ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa ülkeleri
için geliştirdiği ekonomik-politik ve ideolojik boyutları olan Truman Doktrinine ve Marshall Planı’na Türkiye’de dâhil
edilir.
Paul B. Henze, ‘İngiltere’deki
İşçi Hükümeti 1946 yılında Türkiye ile Yunanistan’ın korunmasını üstlenecek
kaynaklardan yoksun olduğuna karar verdi. 21 Şubat 1947 tarihinde İngilizler
Washington’a keyfiyeti resmen bildirdi. Ondokuz gün sonra Başkan Harry Truman
Kongreden, Türkiye ve Yunanistan’ın milli bütünlüklerini korumalarına yardım
için bir fonun kurulmasını istedi. Kongre hemen kabul etti bu talebi ve Truman
Doktrini bu suretle doğdu’. [8]
Türkiye’nin dış politikada
tarafsız konumundan çıkarak ABD’nin
tarafına doğru geçmesinde, SSCB’nin Türkiye’ye yönelik bu yanlış dış
politikasının etkisi büyüktür. Bu durumdan da İngiltere-ABD ustalıkla yararlanmıştır.
Tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra
Türkiye’nin de ABD’nin ekonomik-politik ve askeri hegemonyası altına girmesinde
Truman Doktrini ve Marshall yardımları önemli rol oynar.
Batı bloğunun bir parçası olmaya yönelen Türkiye, SSCB’ne karşı oluşturulan NATO’ya da 1952’de katılır. Bu adımla
birlikte, Türkiye ekonomik-politik ve askeri olarak Batı cephesinin bir üyesi
haline gelir. ABD emperyalizminin SSCB’ne karşı geliştirdiği kuşatma, yalıtma
ve tehdit etme stratejilerine göre Türkiye’nin jeopolitik konumu belirlenir.
Türkiye’nin Marshall yardımları,
AET-OECD, NATO-CENTO ile Batı’ya bağlanması sürecini Paul
B. Henze net bir şekilde
özetler:
‘‘Bu ilk taahhüdü (Marshall yardımlarını y.a.), mantıki silsile içinde başka taahhütler
takip etti.
- 1. Türkiye’nin 1950’de Avrupa Konseyi Üyeliği
- 2. Marshall Planı çerçevesi dâhilinde Amerikan ekonomik yardımının bir şartı olarak Türkiye ile Yunanistan’ın OECD’ye ortaklığı ve Avrupa Ekonomik İşbirliği (EEC) ve diğer çok uluslu ekonomik kuruluşlara üyelik
- 3. Türkiye ve Yunanistan’ın 1953’te NATO üyeliğine kabulü
- 4. Türkiye’nin 1956’da Bağdat Paktı üyeliği. Bu pakt daha sonra Merkezi Anlaşma Teşkilatı (CENTO) adını almıştır.
Türkiye’nin Batı savunma sistemine girmesi iç politikadaki gelişmeleri
de hızlandırdı. İçeriden kaynaklanan ve Amerika tarafından da desteklenen
kararlar Türkiye’yi Batının savunma ve ekonomik ortaklığına götürüyordu.(vurgu
y.a.)’’ [9]
Batı sistemine ekonomik-politik
ve askeri olarak entegre olan Türkiye, ABD’nin Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki
‘Yakın Doğu İlişkileri Bürosu’ ndan
çıkarılır ve ‘Avrupa İlişkileri Bürosu’na
dahil edilir. [10]
Böylelikle Türkiye jeopolitik olarak SSCB’ne karşı Avrupa’nın güvenliğinin
sağlanmasında güney hattını tutma görevinde Avrupa’nın bir parçası olarak
değerlendirilir..
Stephen Larrabe, Ian o. Lesser, ‘Soğuk
savaş döneminde Türkiye, Batı savunma sisteminin kilit ülkelerinden biriydi.
Ankara (Sovyetlerin Ortadoğu’ya ve Doğu Akdeniz’e yayılmasına karşı bir kale
görevi görüyor, üstelik Sovyetlerin batı cephesine yerleştirebileceği 24 askeri
tümenini kendi çevresinde bağlı tutuyordu.) Ayrıca Sovyetlerin nükleer
silahların yayılması ve silah kontrolü anlaşmalarına uyup uymadığının
denetlenmesi için de önemli üsler ve kolaylıklar sağlıyordu.’ [11]
Türkiye,
Truman doktrinine ve jeopolitik konumuna
göre ABD’nin öncülüğünde yürütülen Komünizme/SSCB’ne karşı mücadelede hem dış
politikasını hem de iç politikasını yeniden biçimlendirir. Bağımsız
Cumhuriyet’in iç politikadaki ‘irtica-gericilik’ tehdit algısı yerine
laiklik – şeriat kutuplaşması ve anti-komünizm konur.
Philip H. Gordon, ‘‘1947
tarihli Truman Doktrini Türkiye’ye komünistlere karşı mücadele etmesi için
yüklü miktarlarda Birleşik Devletler mali desteği sağladı.’’ [12]
Stalin’in Türkiye’ye yaptığı talepleri
vurgulanarak toplumda var olan tarihi Çarlık-Moskof düşmanlığı,
Rus Komünizmi-Moskova üzerinden -kısa süren
dostluk dönemi sonrasında- yeniden hortlatılır. Çarlığın yıkılışı ve SSCB’nin
kuruluşu, yeni devletin Anadolu Kurtuluş savaşına yaptığı yardımların, dostluk
döneminin üstü örtülür. İç politikada sol düşünce düşman ilan edilir. Sol,
komünizm düşmanlığında ortaklaşma, İslamcılara sağ partiler içinde yer açar.
Sağ siyasi partiler, bir bütün olarak bir yandan dinin toplum içindeki
etkinliğini arttırır, diğer yandan da ‘Amerikancı milliyetçiliği’ öne çıkarır.
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uluslaşma politikalarına direnç gösteren iki
büyük dinamik: dini
kesimler ve
Kürtler Soğuk Savaş şartlarına göre
kendilerini yeniden biçimlendirirler.
Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, ‘‘Soğuk
savaş sayesinde siyasi rejimin ve de Türk Silahlı Kuvvetlerinin gözündeki asıl
tehdit Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına damgasını vuran bölücülük ve irtica
olmaktan çıkmıştı. Soğuk Savaş döneminde yeni tehdit komünizm ve Sovyetler
Birliği idi. Böylece Amerika ve Türkiye artık ortak bir düşmana sahip
olmuşlardı. Türkiye’nin NATO üyeliği ve Bağdat Paktı gibi bazı girişimler hep
bu ortak düşman algılaması üzerinden yürüdü.[13]
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı
sonrası Batı dünyasının ihtiyaçlarına göre tanımlan jeopolitik konumuna, ABD-NATO’nun
çıkarlarına uygun bir dış politika izler. Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde
izlediği bu dış politikayı ABD’nin ünlü
Türkiye uzmanı ve CİA görevlisi Paul
Hanze 1992’de
RAND’a hazırladığı raporda şöyle
ifade eder:
‘‘Truman Doktrini Şubat 1947’de resmen ilan edildiği için – kırkbeş yıldan
fazla bir süre önce- Türkiye’nin güvenlik ilişkilerinde en büyük önceliği ABD
olmuştur. Bu bağlamda Türkiye NATO politikalarının tutarlı ve önemli bir
savunucusu olmuş, Balkan ve Kafkas cephelerindeki herhangi bir eyleme karşı
ordusunu hazır bulundurmuş ve Sovyet hedefleri hakkında uzman istihbarat
girişimleri için kolaylıklar sağlamıştır. Türkiye 1960 ’lardan 1990’lara dek, NATO
yükümlülüklerinin komünist olmayan bölgelerden kaynaklanan tehditleri veya
sorunları kapsamadığı iddiası ile Orta Doğu’da Batı ile işbirliğine gitme,
konusunda ketum davranmıştır Ağustos 1990’da Kuveyt-Irak krizi
tırmandığında Cumhurbaşkanı Özal bu politikayı tersine döndürerek
Türkiye’nin tavrını ABD lehine çevirmiştir.(vurgu y.a.)’’ [14]
RAND’ın stratejist-politika üreticilerinden olan F.
Stephen Larrabe ve Ian O. Lesser 2002 ABD’de, Türkiye’de ise 2004’te
basılan ‘Türk Dış Politikası: Belirsizlikler
Döneminde’, isimli RAND
yayınında Türkiye’nin yeni jeopolitiği ile uyumlu dış politikasının yol açacağı
sorunlara da değinir.
‘‘Stratejik ortamın değişen niteliği,
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini ayarlamaya ilişkin önemli sorunlara yol
açacaktır. Çok uzun zaman sürdürülen öncelikler Soğuk Savaşın sona ermesi, Orta
Doğu ve Balkanlardaki istikrarsızlık ve Karadeniz ve Orta Asya’dan kaynaklanan
yeni fırsat ve sorunlar ışığında eleştirel biçimde yeniden gözden
geçirilmektedir. Aynı zamanda Avrupa ve ABD’nin de sınırlama stratejisi ve
Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolüne ilişkin geleneksel görüş doğrultusunda
belirlenen ilişki biçimlerini yeniden değerlendirmesi gerekmektedir.’’[15]
ABD’nin
Türkiye-bölge uzmanları, Soğuk Savaş sonrası ABD stratejilerinde ortaya çıkan
köklü değişimlerden en fazla etkilenecek ülkelerin başında Türkiye’nin
geldiğini söylerler.
Barry Rubin, ‘‘Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politikası ve kendine bakışında
diğer komünist olmayan ülkelere kıyasla en büyük dönüşümü yaşadı. … Türkiye’yi
asıl ayırt edici kılan, Amerika Birleşik Devletleri dışında, hemen hemen hiçbir
ülkenin bu kadar çeşitli coğrafi bölgede rol oynamaması. Dahası, bu bölgeler
ile Türkiye’nin sınırlarını paylaşması ilişkilere acil önem katıyor. Ayrıca her
bölgenin kendine özgü siyasi sistemi ve sorunları var. Bütün bu nedenlerden
dolayı Türkiye dünyadaki en karmaşık
dış politika konumlarından birinde bulunuyor.’’[16]
[1] Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası,
Derleyenler: Barry Rubin ve Kemal Kirişçi, 1990’larda Türkiye’nin Enerji
Politikaları, Brent Sasley, s 326
[2] Türk Dış Politikası Belirsizlikler
Döneminde, F. StephenLarrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 73
[3] Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın
Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu
s164
[4] Büyük Satranç Tahtası: Amerikan’ın
Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, Zbigniev Brzezinski,
İnkilap Kitapevi, 2005, s 73
[5] Büyük Satranç Tahtası: Amerikan’ın
Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, Zbigniev Brzezinski,
İnkilap Kitapevi, 2005, s 65
[6] Türkiye’nin Yeni Dünyası, Türk Dış Politikasının
Değişen Dinamikleri, Giriş, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı, s 5
[7] Türk Dış Politikası Belirsizlikler
Döneminde, F. Stephen Larrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 122
[8] Türkiye ve Atatürk’ün Mirası, Paul B.
Henze, Komen Yayınları, 2003, s 56
[9] Türkiye ve Atatürk’ün Mirası, Paul B.
Henze, Komen Yayınları, 2003, s 56
[10] Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen
Bölgesel Aktör, Graham E. Fuller,Timaş Yayınları, 2011, s 28
[11] Türk Dış Politikası Belirsizlikler
Döneminde, F. Stephen Larrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 15
[12] Türkiye’yi Kazanmak: Türkiye Batı için
neden vazgeçilmez, Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, Timaş Yayınları, 2009,
s 47
[13] Türkiye’yi Kazanmak: Türkiye Batı için
neden vazgeçilmez, Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, Timaş Yayınları, 2009,
s 13
[14] Türkiye: 21. Yüzyıla Doğru, Paul B.
Henze, Balkanlar’dan Batı Çin’e, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu s 38
[15] Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın
Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu
s164
[16] Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası,
Derleyenler: Barry Rubin ve Kemal Kirişçi, Türkiye’nin uluslararası alanda
değişen rolü, Barry Rubin, s 1
Haluk BAŞÇIL / 21 Ocak, 2015
anafikir.gen.tr