Plato-Augustine dünya
görüşü tarihçesiz bir dünya görüşüdür. Evreni Tanrı yarattı; bu evren “mahşer
gününe” dek var olacak. Yine Tanrı bu evrendeki insanları, iyi-kötü;
yöneten-yönetilen vb. çeşitlemeleriyle yarattı. Neden? Nedeni yok; Plato-
Augustine dünya görüşünde neden-sonuç ilişkisi boşlandı. Olaylar “öylesine”
oluyordu, çünkü Tanrı “öyle” olmasını istiyordu. Durum böyle sunulunca o
toplumlarda bilimin kök salması olanaksızdı, çünkü nedensellik ilkesi anlamını
yitirmişti!
Ancak M.S. 400 - 1900 döneminde kozmik sarkaç öyle bir
salındı ki, “sonlu evren mi sonsuz evren mi?” tartışmasından utkuyla çıkan
görüş, sonsuz evren görüşü oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaçağın
lordları ve serfleriyle birlikte Batlamyus’un evren modeli de ortadan kalktı.
Gezegenleri, dolandıkları kusursuz çember yörüngelerde bulunmasını sağlayan
kristal küreleri tuzla buz oldu. Ansızın yaratılan ve mahşer gününde yok olacak
olan evren yerine, sonsuz, doğal süreçlerin süregeldiği, evrim geçiren bir
evren modeli geçti. Bu evren gözlem ve deneylerle anlaşılabilen bir evrendi.
Bu dönemde biliminsanları nesnel dünyada süregelen
fiziksel süreçlerin ayrıntılı bir tarihçesini oluşturdu. Bu çalışmaların
sonucunda devasa bir teknoloji gelişti. Ancak, bilimsel bir bakış açısının
gelişebilmesi için ortaçağ evren modelinin iki temel kavramının ortadan
kaldırılması gerekiyordu : 1) Uzay ve zamanda sonlu ve çürüyen
bir evren ve 2) Evrenin ancak dinsel veya bilimsel otoritelerce uygulanan salt
usa vurma yöntemiyle anlaşılabileceği inancı.
BİLİME KARŞI İLK KATLİAMLAR
Kuşkusuz, bu öldürücü vuruşları eski toplumun bağrında
gerçekleştirebilmek olanaksızdı. Bu devrim ancak tüccar, sanatkar, fabrikatör
ve özgür köylülerin toplumunda, diğer bir deyişle özgür emek üzerine kurulmuş
olan bir toplumda gerçekleşebilirdi. Yeni düşünceler, otoriter gücün alaşağı
edilmesi çabasında kullanılan güçlü politik silahlara dönüşmüştü. Bilimin
utkusuyla özgür emeği savunan düzenin utkusu birbiriyle ilişkiliydi. İşte bu ilişki
nedeniyle, evrenbilim görüşleri, Rönesans ve Reformasyon öneminde insanların
yakılmasına, ev hapsine alınmasına, kısacası, katliamlara neden olan görüşler
oldu.
Bu dönemin ilk bin yılı (M.S. 400 - 1400) evrene ilişkin
yeni bilimsel görüşlerin geliştirilmesi yönünde harcanan, ancak başarısız kalan
üç çabaya tanık oldu. Gerici güçler bu çabaları bastırmış, ancak her çabada
ortaya çıkan yeni kavramların bilimsel devrime giden yolu döşemelerini
engelleyememiştir.
İLK İSYAN KÖLELERDEN GELDİ
Bilimsel bir evren modeli oluşturulması yönünde atılan
birinci adım bilim alanından değil, politika ve din öğretisi (teolojiden)
alanından geldi. Yer-Cennet (Cehennem), madde-ruh gibisinden dinsel ikilik
(düalizm) ve dolayısıyla yöneten-yönetilen, köle-efendi gibisinden ideolojik ve
politik ikilik her şeyi denetim altında tutuyordu ve meydan okunmadığı sürece
de doğanın incelenmesi, gözlem ve deneyler değersiz etkinlikler olarak
nitelendiriliyordu. O dönemde Cennet-Yer ikiliğine karşı görüş ileri sürmek,
köle-efendi, yöneten-yönetilen ikiliğine karşı çıkmak anlamına geliyordu.
Ancak “meydan okuma” eninde sonunda Augustine öneminde
başladı. Doğudaki kiliseler bir yandan Palagius’un ve tinsel savlarına
sarılırken diğer yandan da kendileri benzer savlar geliştirdiler. Roma
İmparatorluğu’nun doğusunda hem yönetime karşı olan direnişler hem de özgür
araştırma isteği, İmparatorluğun batısındakilere kıyasla daha derin köklere
sahipti. Doğudaki kiliseler giderek, “imparator yanlısı” ve “imparator karşıtı”
olmak üzere yarılmaya başladı ve Augustine’den 100 yıl sonra, Justinian
yönetiminde yarılma tamamlandı.
M.S. 527 yılında başlayan Justinian yönetimi Roma
İmparatorluğu’nun gördüğü en barbar yönetimdi. İtalya’yı yeniden ele geçirme
çabasına parasal olanaklar yaratma amacıyla vergi üstüne vergi almaya başladı.
Diğer yandan da İmparatorluğun başkenti olan Constantinopole’de ve diğer
eyaletlerde kanlı ayaklanmalar kışkırttı. İmparatorluk sınırları içindeki
yıkımların neden olduğu karmaşaya İtalya ve Kuzey Afrika’nın vahşice fethi de
eklenince, 542 yılı salgın hastalıklar, sefalet ve tükenişin başlangıcı oldu.
DİN, SİYASETİN HİZMETİNDE
İmparatorluğun doğusundaki başkaldırıların başını kilise
fraksiyonlarından Monophysite’ler çekiyordu. Hareketin lideri Antioch’lu
Severus idi. O dönemde kiliseyle devlet, din öğretisiyle (teoloji) politika bir
ve aynı şeyler olduğundan kilisedeki yarılmayı, görünürde dinsel bir sorun olan
“ Hz. İsa tanrı mı insan mı ?” sorusuna yanıt bulma çabaları tamamlıyordu.
İmparator yanlısı ortodoks Diphysite’ler İsa’nın ilahi ve insan doğasının ayrı
ayrı olgular olduğunu savunurken, Monophysite’ler de İsa’nın ilahi ve insani
yanlarını birleştirip bir tek olguda topluyorlardı. Bu saçma tartışmanın
ardında yatan gerçek, imparatorluk politikasının ölüm kalım savaşı verdiğini
gösteriyordu. Diphysite’ler, “Nasıl ki İsa’nın insani yanı ilahi yanının
güdümündeyse, imparatorluk sınırı içindeki kitleler de, Tanrının Yer’deki
görüntüsü olan imparatorun güdümünde olmalıdır” biçiminde bir sav
geliştirmişlerdi. Monophysite’ler içinse insani ve ilahi yanların İsa’da
bütünleşmiş olması, tüm insanların ilahi pastayı paylaştıkları düşüncesini
simgeliyordu; bu, yönetimi de paylaşma hakkına sahip oldukları anlamına
geliyordu. Bu sav, imparatorluk politikasını haklı gösteren dayanakları
çökertiyordu.
TAŞLAR YERİNDEN OYNADI
Bilimin gelecekte yükselişe geçebilmesi için gerekli olan
saldırıyı ilk kez Severus başlattı. Severus ruh ile bedenin ayrı olduğu
düşüncesine karşı bir saldırı başlattı. Tıpkı İsa’nın ilahi ve insani
yanlarının bir tek olguda toplanmış olduğu gibi, insanın ruh ve bedeni de bir
tek olguydu. Severus savını şöyle geliştirmişti: “Kendi evini yapan bir insanı düşünelim.
Bu kişi evin planını çizer; evin konumunu , yapıda hangi malzemeleri
kullanacağını kendi belirler. Sonra temel kazmaya başlar; çivi, çekiç,
testereyle evin yapısını oluşturur; fırça, boya, badanayı da kendisi yapar. Bu
aşamalarda kişi hem fiziksel hem de ussal iş yapmıştır. Ancak işlerin tümü o
kişiden , onun özgür istencinden kaynaklanmıştır.”
Severus’un bu betimlemesi bizlere son derece basit
gelebilir. Ancak aynı düşünceler o dönemin baskın ideolojisinin temellerini
sarsacak bir saldırıydı. Kişinin kendi evini tasarlayıp kendisinin yapması
kölelik veya serfliği değil özgür emeği gerektiriyordu. İmparatorlukta evin
nereye ve nasıl yapılacağına köle sahibi veya lord karar verir, köle, serf veya
kiracı da işleri o doğrultuda yapardı. Eylem ve düşünce, yönetilenle yöneten
arasında bölünüyordu. Severus’a göreyse, insan düşünce ve eylemi bütünleştiren
bir varlıksa, kendi yaşamını tasarlayıp kendini yönetmeye de yetenekli
olmalıydı. Bu durumda kuramı yüceltip gözlemin aşağılanması gibisinden bilimi kısırlaştıran
tavra gerek yoktu. Bilmek ve yapmak tek bir eylemdi.
Nedenselliği canlandıran Severus, bilimin canlanışının
yollarını hazırladı. Bir olay bir başka olayı izler; insan ve doğa, ilahi
müdahalelerin gerekmediği, tarihsel olaylar olarak anlaşılabilirdi. Nedensellik
adı verilen bu temel kavram olmaksızın bilimin serpilip gelişmesi olanaksızdı.
KÖR İNANÇLARLA 1500 YIL İDARE ETTİLER
Kötülüklerin kaynağını toplumların tarihsel
gelişimlerinde arayan görüş, insanlık tarihinin en yıkıcı (yöneten sınıflar
açısından) ancak aynı zamanda en yapıcı (yönetilen sınıflar açısından)
görüşlerinden biri olmuştur. Yönetici sınıflar, neden-sonuç ilişkilerinin insan
toplumuna da uygulanabileceği görüşünü büyük bir çabayla 1500 yıl gibisinden
uzunca bir süre bastırabilmeyi becermişlerdir. Eğer insan ilişkileri
nedensellik ilkesi temelinde anlaşılabiliyorsa evren de benzer bir yaklaşımla
anlaşılabilirdi. Böylece ortaçağın melek, şeytan ve kaprisli ilahi gücünden
oluşan evren modeli çöpe atılmış; yerine, bilimin gelişmesi için gerekli olan
nedensellik ilkesi geçmiştir.
Bu yaklaşımıyla Severus, evrim geçiren bir evren
görüşüyle bir kere ve tüm zamanlar için yaratılmış olan evren görüşü arasındaki
tartışmayı canlandırdı. Evrim geçiren evrenle evrim geçiren toplum anlayışı, canlılığını
Severus zamanından günümüze dek korudu. Severus’un felsefi kavramları yer ile
gökyüzünü birleştiriyordu; evren, bir doğaüstü güç tarafından yaratılmış bir
olgu olarak değil, gelişen, evrim geçiren tarihsel bir süreç olarak
sunuluyordu.
YILDIZLAR İLAHİ DEĞİL
Ancak Severus’un bu kavramları politik ve felsefi
kavramlar olarak kaldı. Severus’un çağdaşı ve Monophysite filozof olan John
Philloponus ruh ve maddenin birliğini evrenbilim öğretisine uyguladı. İyonya
uygarlığının düşüncelerini canlandıran Philloponus, aynı düşüncelerin Yer ve
Yerötesi ikilisine de uygulanabileceğini savundu. Yıldızlar ne ilahi ne de
mükemmel varlıklar olarak alınmalıydı; yıldızlar, yanmakta olan maddeden
oluşuyorlardı. Yerötesi evrenin değişmediği görüşü doğru değildi. Yerdeki
cisimler üzerine etki eden yasalar Yerötesi cisimler için de geçerliydi.
BİLİM VE TOPLUM KURALLARI YAN YANA
Kilise, Aristo ve Plato’nun ezici otoritesine karşı
savaşabilmek için Philloponus İyonya uygarlığının gözlem ve deney üzerine
verdiği vurguyu ön plana çıkarmaya başladı. Yıldızların yanmakta olan madde
oldukları savını kanıtlamak amacıyla yıldızların farklı renklere sahip
oldukları gerçeğine sarıldı. Düalistler, ether maddesinin tüm evreni
kapladığına, yıldızların da ether’den oluştuklarına inanıyorlardı.
Philloponus’a göre bu doğru değildi. Yer’deki deneylerimizden değişik
materyallerin değişik renkler verdiğini biliyorduk. Kısacası, yıldızlar da
tıpkı Yer’de olduğu gibi değişik materyallerden oluşmalıydı. Bu basit, ancak
önemli gözlem aslında tayfbilimin temelini oluşturuyordu. Yüzyıllar sonra bilim
insanları yıldızların hangi maddeden oluştuklarını tayfbilim yardımıyla öğrenme
durumuna geldiler.
FETİH, BİLİMİ DURDURDU
Tüm bu başarılarına karşın John Philloponus’un yaklaşımı
da sınırlı kaldı. Gözlem ve deneylere sıkça gönderi yapmasına karşın bunları
felsefi araştırmalarının birer aracı olarak kullanıyordu. Ne yazık ki John
Philloponus, antik çağın sonlarında baskın evren görüşü olan ‘sonlu ve yer
özekli evren’ modelini sorgulamamıştır.
John Philloponus’un dünya görüşü ciddi sınırlar
içeriyordu. Bu sınırlar olmasa da onun evren görüşü bilimin canlanışını
sağlayamazdı, çünkü John Philloponus Akdeniz uygarlığının çökme aşamasında
yaşamış olan bir bilge kişiydi. O dönemde gelişmekte olan ticaret, bilimsel
araştırmaya gereksinim duyuyor ve onu destekliyordu. Ancak Bizans
İmparatorluğu’nun yöreyi yeniden fethetme çabaları ve İran’la giriştiği
sonuçsuz savaşlar bilimin gelişmesini engelledi. John Philloponus dönem
biliminin son pırıltısını simgeler. Bilimsel ilerleme yönünde bir sonraki adım
bir başka toplumdan gelecekti. Bu adım, sistematik deneysel yöntemin
gelişmesini sağlayacaktı.
Aydınlık / 17.12.2014