10 Şubat 2015 Salı

RENNAN PEKÜNLÜ YAZDI: "Neden sorusu bilimin yükselişini başlattı..."


 
Plato-Augustine dünya görüşü tarihçesiz bir dünya görüşüdür. Evreni Tanrı yarattı; bu evren “mahşer gününe” dek var olacak. Yine Tanrı bu evrendeki insanları, iyi-kötü; yöneten-yönetilen vb. çeşitlemeleriyle yarattı. Neden? Nedeni yok; Plato- Augustine dünya görüşünde neden-sonuç ilişkisi boşlandı. Olaylar “öylesine” oluyordu, çünkü Tanrı “öyle” olmasını istiyordu. Durum böyle sunulunca o toplumlarda bilimin kök salması olanaksızdı, çünkü nedensellik ilkesi anlamını yitirmişti!
Ancak M.S. 400 - 1900 döneminde kozmik sarkaç öyle bir salındı ki, “sonlu evren mi sonsuz evren mi?” tartışmasından utkuyla çıkan görüş, sonsuz evren görüşü oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaçağın lordları ve serfleriyle birlikte Batlamyus’un evren modeli de ortadan kalktı. Gezegenleri, dolandıkları kusursuz çember yörüngelerde bulunmasını sağlayan kristal küreleri tuzla buz oldu. Ansızın yaratılan ve mahşer gününde yok olacak olan evren yerine, sonsuz, doğal süreçlerin süregeldiği, evrim geçiren bir evren modeli geçti. Bu evren gözlem ve deneylerle anlaşılabilen bir evrendi.
Bu dönemde biliminsanları nesnel dünyada süregelen fiziksel süreçlerin ayrıntılı bir tarihçesini oluşturdu. Bu çalışmaların sonucunda devasa bir teknoloji gelişti. Ancak, bilimsel bir bakış açısının gelişebilmesi için ortaçağ evren modelinin iki temel kavramının ortadan kaldırılması gerekiyordu : 1) Uzay ve zamanda sonlu ve çürüyen bir evren ve 2) Evrenin ancak dinsel veya bilimsel otoritelerce uygulanan salt usa vurma yöntemiyle anlaşılabileceği inancı.
 
BİLİME KARŞI İLK KATLİAMLAR
Kuşkusuz, bu öldürücü vuruşları eski toplumun bağrında gerçekleştirebilmek olanaksızdı. Bu devrim ancak tüccar, sanatkar, fabrikatör ve özgür köylülerin toplumunda, diğer bir deyişle özgür emek üzerine kurulmuş olan bir toplumda gerçekleşebilirdi. Yeni düşünceler, otoriter gücün alaşağı edilmesi çabasında kullanılan güçlü politik silahlara dönüşmüştü. Bilimin utkusuyla özgür emeği savunan düzenin utkusu birbiriyle ilişkiliydi. İşte bu ilişki nedeniyle, evrenbilim görüşleri, Rönesans ve Reformasyon öneminde insanların yakılmasına, ev hapsine alınmasına, kısacası, katliamlara neden olan görüşler oldu.
Bu dönemin ilk bin yılı (M.S. 400 - 1400) evrene ilişkin yeni bilimsel görüşlerin geliştirilmesi yönünde harcanan, ancak başarısız kalan üç çabaya tanık oldu. Gerici güçler bu çabaları bastırmış, ancak her çabada ortaya çıkan yeni kavramların bilimsel devrime giden yolu döşemelerini engelleyememiştir.
 
İLK İSYAN KÖLELERDEN GELDİ
Bilimsel bir evren modeli oluşturulması yönünde atılan birinci adım bilim alanından değil, politika ve din öğretisi (teolojiden) alanından geldi. Yer-Cennet (Cehennem), madde-ruh gibisinden dinsel ikilik (düalizm) ve dolayısıyla yöneten-yönetilen, köle-efendi gibisinden ideolojik ve politik ikilik her şeyi denetim altında tutuyordu ve meydan okunmadığı sürece de doğanın incelenmesi, gözlem ve deneyler değersiz etkinlikler olarak nitelendiriliyordu. O dönemde Cennet-Yer ikiliğine karşı görüş ileri sürmek, köle-efendi, yöneten-yönetilen ikiliğine karşı çıkmak anlamına geliyordu.
Ancak “meydan okuma” eninde sonunda Augustine öneminde başladı. Doğudaki kiliseler bir yandan Palagius’un ve tinsel savlarına sarılırken diğer yandan da kendileri benzer savlar geliştirdiler. Roma İmparatorluğu’nun doğusunda hem yönetime karşı olan direnişler hem de özgür araştırma isteği, İmparatorluğun batısındakilere kıyasla daha derin köklere sahipti. Doğudaki kiliseler giderek, “imparator yanlısı” ve “imparator karşıtı” olmak üzere yarılmaya başladı ve Augustine’den 100 yıl sonra, Justinian yönetiminde yarılma tamamlandı.
M.S. 527 yılında başlayan Justinian yönetimi Roma İmparatorluğu’nun gördüğü en barbar yönetimdi. İtalya’yı yeniden ele geçirme çabasına parasal olanaklar yaratma amacıyla vergi üstüne vergi almaya başladı. Diğer yandan da İmparatorluğun başkenti olan Constantinopole’de ve diğer eyaletlerde kanlı ayaklanmalar kışkırttı. İmparatorluk sınırları içindeki yıkımların neden olduğu karmaşaya İtalya ve Kuzey Afrika’nın vahşice fethi de eklenince, 542 yılı salgın hastalıklar, sefalet ve tükenişin başlangıcı oldu.
 
DİN, SİYASETİN HİZMETİNDE
İmparatorluğun doğusundaki başkaldırıların başını kilise fraksiyonlarından Monophysite’ler çekiyordu. Hareketin lideri Antioch’lu Severus idi. O dönemde kiliseyle devlet, din öğretisiyle (teoloji) politika bir ve aynı şeyler olduğundan kilisedeki yarılmayı, görünürde dinsel bir sorun olan “ Hz. İsa tanrı mı insan mı ?” sorusuna yanıt bulma çabaları tamamlıyordu. İmparator yanlısı ortodoks Diphysite’ler İsa’nın ilahi ve insan doğasının ayrı ayrı olgular olduğunu savunurken, Monophysite’ler de İsa’nın ilahi ve insani yanlarını birleştirip bir tek olguda topluyorlardı. Bu saçma tartışmanın ardında yatan gerçek, imparatorluk politikasının ölüm kalım savaşı verdiğini gösteriyordu. Diphysite’ler, “Nasıl ki İsa’nın insani yanı ilahi yanının güdümündeyse, imparatorluk sınırı içindeki kitleler de, Tanrının Yer’deki görüntüsü olan imparatorun güdümünde olmalıdır” biçiminde bir sav geliştirmişlerdi. Monophysite’ler içinse insani ve ilahi yanların İsa’da bütünleşmiş olması, tüm insanların ilahi pastayı paylaştıkları düşüncesini simgeliyordu; bu, yönetimi de paylaşma hakkına sahip oldukları anlamına geliyordu. Bu sav, imparatorluk politikasını haklı gösteren dayanakları çökertiyordu.
 
TAŞLAR YERİNDEN OYNADI
Bilimin gelecekte yükselişe geçebilmesi için gerekli olan saldırıyı ilk kez Severus başlattı. Severus ruh ile bedenin ayrı olduğu düşüncesine karşı bir saldırı başlattı. Tıpkı İsa’nın ilahi ve insani yanlarının bir tek olguda toplanmış olduğu gibi, insanın ruh ve bedeni de bir tek olguydu. Severus savını şöyle geliştirmişti: “Kendi evini yapan bir insanı düşünelim. Bu kişi evin planını çizer; evin konumunu , yapıda hangi malzemeleri kullanacağını kendi belirler. Sonra temel kazmaya başlar; çivi, çekiç, testereyle evin yapısını oluşturur; fırça, boya, badanayı da kendisi yapar. Bu aşamalarda kişi hem fiziksel hem de ussal iş yapmıştır. Ancak işlerin tümü o kişiden , onun özgür istencinden kaynaklanmıştır.”
Severus’un bu betimlemesi bizlere son derece basit gelebilir. Ancak aynı düşünceler o dönemin baskın ideolojisinin temellerini sarsacak bir saldırıydı. Kişinin kendi evini tasarlayıp kendisinin yapması kölelik veya serfliği değil özgür emeği gerektiriyordu. İmparatorlukta evin nereye ve nasıl yapılacağına köle sahibi veya lord karar verir, köle, serf veya kiracı da işleri o doğrultuda yapardı. Eylem ve düşünce, yönetilenle yöneten arasında bölünüyordu. Severus’a göreyse, insan düşünce ve eylemi bütünleştiren bir varlıksa, kendi yaşamını tasarlayıp kendini yönetmeye de yetenekli olmalıydı. Bu durumda kuramı yüceltip gözlemin aşağılanması gibisinden bilimi kısırlaştıran tavra gerek yoktu. Bilmek ve yapmak tek bir eylemdi.
Nedenselliği canlandıran Severus, bilimin canlanışının yollarını hazırladı. Bir olay bir başka olayı izler; insan ve doğa, ilahi müdahalelerin gerekmediği, tarihsel olaylar olarak anlaşılabilirdi. Nedensellik adı verilen bu temel kavram olmaksızın bilimin serpilip gelişmesi olanaksızdı.
 
KÖR İNANÇLARLA 1500 YIL İDARE ETTİLER
Kötülüklerin kaynağını toplumların tarihsel gelişimlerinde arayan görüş, insanlık tarihinin en yıkıcı (yöneten sınıflar açısından) ancak aynı zamanda en yapıcı (yönetilen sınıflar açısından) görüşlerinden biri olmuştur. Yönetici sınıflar, neden-sonuç ilişkilerinin insan toplumuna da uygulanabileceği görüşünü büyük bir çabayla 1500 yıl gibisinden uzunca bir süre bastırabilmeyi becermişlerdir. Eğer insan ilişkileri nedensellik ilkesi temelinde anlaşılabiliyorsa evren de benzer bir yaklaşımla anlaşılabilirdi. Böylece ortaçağın melek, şeytan ve kaprisli ilahi gücünden oluşan evren modeli çöpe atılmış; yerine, bilimin gelişmesi için gerekli olan nedensellik ilkesi geçmiştir.
Bu yaklaşımıyla Severus, evrim geçiren bir evren görüşüyle bir kere ve tüm zamanlar için yaratılmış olan evren görüşü arasındaki tartışmayı canlandırdı. Evrim geçiren evrenle evrim geçiren toplum anlayışı, canlılığını Severus zamanından günümüze dek korudu. Severus’un felsefi kavramları yer ile gökyüzünü birleştiriyordu; evren, bir doğaüstü güç tarafından yaratılmış bir olgu olarak değil, gelişen, evrim geçiren tarihsel bir süreç olarak sunuluyordu.
 
YILDIZLAR İLAHİ DEĞİL
Ancak Severus’un bu kavramları politik ve felsefi kavramlar olarak kaldı. Severus’un çağdaşı ve Monophysite filozof olan John Philloponus ruh ve maddenin birliğini evrenbilim öğretisine uyguladı. İyonya uygarlığının düşüncelerini canlandıran Philloponus, aynı düşüncelerin Yer ve Yerötesi ikilisine de uygulanabileceğini savundu. Yıldızlar ne ilahi ne de mükemmel varlıklar olarak alınmalıydı; yıldızlar, yanmakta olan maddeden oluşuyorlardı. Yerötesi evrenin değişmediği görüşü doğru değildi. Yerdeki cisimler üzerine etki eden yasalar Yerötesi cisimler için de geçerliydi.
 
BİLİM VE TOPLUM KURALLARI YAN YANA
Kilise, Aristo ve Plato’nun ezici otoritesine karşı savaşabilmek için Philloponus İyonya uygarlığının gözlem ve deney üzerine verdiği vurguyu ön plana çıkarmaya başladı. Yıldızların yanmakta olan madde oldukları savını kanıtlamak amacıyla yıldızların farklı renklere sahip oldukları gerçeğine sarıldı. Düalistler, ether maddesinin tüm evreni kapladığına, yıldızların da ether’den oluştuklarına inanıyorlardı. Philloponus’a göre bu doğru değildi. Yer’deki deneylerimizden değişik materyallerin değişik renkler verdiğini biliyorduk. Kısacası, yıldızlar da tıpkı Yer’de olduğu gibi değişik materyallerden oluşmalıydı. Bu basit, ancak önemli gözlem aslında tayfbilimin temelini oluşturuyordu. Yüzyıllar sonra bilim insanları yıldızların hangi maddeden oluştuklarını tayfbilim yardımıyla öğrenme durumuna geldiler.
 
FETİH, BİLİMİ DURDURDU
Tüm bu başarılarına karşın John Philloponus’un yaklaşımı da sınırlı kaldı. Gözlem ve deneylere sıkça gönderi yapmasına karşın bunları felsefi araştırmalarının birer aracı olarak kullanıyordu. Ne yazık ki John Philloponus, antik çağın sonlarında baskın evren görüşü olan ‘sonlu ve yer özekli evren’ modelini sorgulamamıştır.
John Philloponus’un dünya görüşü ciddi sınırlar içeriyordu. Bu sınırlar olmasa da onun evren görüşü bilimin canlanışını sağlayamazdı, çünkü John Philloponus Akdeniz uygarlığının çökme aşamasında yaşamış olan bir bilge kişiydi. O dönemde gelişmekte olan ticaret, bilimsel araştırmaya gereksinim duyuyor ve onu destekliyordu. Ancak Bizans İmparatorluğu’nun yöreyi yeniden fethetme çabaları ve İran’la giriştiği sonuçsuz savaşlar bilimin gelişmesini engelledi. John Philloponus dönem biliminin son pırıltısını simgeler. Bilimsel ilerleme yönünde bir sonraki adım bir başka toplumdan gelecekti. Bu adım, sistematik deneysel yöntemin gelişmesini sağlayacaktı.
 
Aydınlık / 17.12.2014