Haziran Ayaklanması AKP’nin ideolojisine ve uygulamalarına karşı olan herkesin kendiliğinden hareketiydi. Nüfusun on milyonluk bir bölümü “ayaklarıyla oy verdi” ve her ne olursa olsun; ister seçim kazansın, ister kendi çıkardığı yasalarla meşruiyet sağlasın iktidar partisine boyun eğmeyeceğini eylemli biçimde ortaya koydu.
Hiçbir siyasi parti ya da hareket İstanbul’un Anadolu yakasında yaşayan insanların gecenin bir vakti evlerinden çıkıp, köprüyü geçerek Beşiktaş’ta polisle çatışmasını sağlayamaz. Bu anlamda hareket kendiliğindendi; aydınlanmadan yana, Cumhuriyet’in Kurtuluş ruhuna ve Kuruluş ilkelerine bağlı halk kesimlerinin bağrından kopup gelen bir tepkiydi.
Elbette emeğiyle geçinenlerin, “Gündüz işte, akşam direnişteyiz” diyenlerin hareketiydi. Ama aynı zamanda sınıflar üstü özellikler taşıyordu. Bizim gibilerin hiç hoşlanmadığı bir burjuva karakter, “Ne sağcıyım ne solcu, çapulcuyum çapulcu” pankartı açabiliyordu mesela, ya da bir özel bankanın genel müdürü bankasının önüne çıkıp direnişçilere destek verebiliyor, Hilton Oteli’nin sahibi direnişçileri içeri alabiliyordu.
KONVANSİYON İHTİYACI
Demek ki ayaklanma herkesin kendisine bir rol biçtiği, karmaşık, tepkisel ve esas olarak AKP zihniyetini hedef alan bir hareketti. Sosyalistin kafasında 15-16 Haziran olayları vardı; liberter genç kendisini 1849’un Dresden barikatlarında hissediyordu; Cumhuriyet değerlerine bağlı insanlar Mustafa Kemal’e ve İnönü’ye hakaret edilmesine, çocuklarının zorla imam yapılmasına öfkeliydiler; devlet imkânlarını AKP’nin yeni zenginleriyle paylaşmak istemeyen burjuvazinin de itirazı vardı.
Böylece Haziran Ayaklanması sokaklarda çok geniş bir demokratik (sosyalist değil) cumhuriyet cephesi oluşturdu. Ancak ayaklanma dalgası geri çekilirken arkasında bütün katılımcı sınıf ve kesimleri temsil edecek örgütsel bir yapı bırakmadı. Bu durum, operasyonla liberalleştirilen CHP’nin, hatta Sarıgül gibi karakterlerin, cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Demirtaş’ın bile harekete sahip çıkmasına yol açtı. Verdiği mücadeleden sürekliliği olan bir “konvansiyon” çıkaramayan, bu anlamda kendisini anlatamayan bir hareketi her siyasi aktör kendine göre anlatır.
ÜLKENİN GELECEĞİ
AKP’nin icraatı Türkiye’yi, şeriatçılar, cumhuriyetçiler ve ayrılıkçılar olmak üzere üçe böldü. Her birinin kendi hayat tarzı, ayrı kültürü, farklı bir gelecek beklentisi olan bu üç kesimin mevcut bütün siyasi partileri ve akımları uzun süredir kendi içinde parçaladığını söylemek abartılı olmaz. Tarihte yaşanmış iç savaşlara baktığımızda bu tarz bölünmelerin bir örüntü halinde tekrarlandığını görürüz: siyasi partilerin ve akımların programları etkisini kaybeder, ayırt edici özellikleri fark edilmez hale gelir ve bunlar kendiliğinden toplumun içindeki fay hatlarına göre konumlanırlar. Tarihin gidişatı cepheleşmeyi dayatmıştır.
Bu tarz bir bölünme, aynı zamanda, anayasal rejimin artık işlemediğini, bütün yurttaşları kapsayan bir hukukun üstünlük kuramadığını, siyasi partiler rejiminin her türlü manipülasyona açık olduğunu gösterir.
Burada bizi ilgilendiren, elbette, bu şekilde yaşamak ve yönetilmek istemediğini Haziran’da ilan eden halk kesimlerinin Cumhuriyet cephesidir. Bu kesimde yer alan hiçbir siyasi parti ve akımın “kısmi başarılar”la kendini avutmaya ve yurttaşları aldatmaya hakkı yoktur. Gericilerin oluşturduğu paradigma içinde kaldığınız sürece, anketler oylarınızın % 0.1’den % 2.58’e çıktığını ya da kararsızlar bilmem ne olduğunda % 7 oy alacağınızı söylese ne olacak? Tarihte hiçbir mafya rejimi demokratik prosedürlerle bertaraf edilememiştir. Paranın ve demagojinin belirleyici olduğu seçimlerle sınırlı olmayan, geniş, örgütlü ve eylemli bir cumhuriyet cephesi kurulmadığı takdirde; başka deyişle, yönetilenler en az yönetenler kadar çıldırmayıp akıllı olmaya devam ettikleri sürece, ülkemizin geleceği yoktur.
Aydınlık / 06.01.2015