Sosyalist mücadelenin zemini işçi
sınıfı hareketidir. İşçi sınıfı etnik
gruplara ve dini cemaatlere göre bölündüğü zaman
sınıf mücadelesinden söz edilemez. Tekil işçinin mensubiyeti, birlikte çalıştığı, ürettiği
yoldaşlarının ekonomik ve siyasi mücadelesinden etnik ve dini siyasete doğru
saptığı zaman, ne sınıf dayanışmasından ne sınıf bilincinden ne de burjuvaziye, patronlara karşı ortak mücadeleden
söz edilebilir.
Siyasi akımlar ve partiler işçi sınıfıyla ara örgütler aracılığıyla bağ
kurabilir. Bu örgütler en başta sendikalardır; ikinci olarak, geçmişte pek çok
örneğini gördüğümüz semt dernekleri, çok
çeşitli biçimlerde oluşabilen dayanışma örgütleridir. Günümüzde bu türden ara
örgütlerin sadece soluk gölgeleri kalmıştır.
Günümüzde işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu gözler önüne seren en önemli olay Soma’da
yaşanan faciadır. Bunun kâr hırsıyla işlenen bir cinayet olduğu, sınıfın
gazabından korkusu olmayan hükümet üyeleri tarafından bile gayet pervasızca
dile getirilmiştir. Bu olayla ilgili pek çok yayın yapıldı. Benim asla
unutamayacağım manzara, Zonguldak’taki maden işçilerinin ağlayarak
yaptıkları saygı duruşuydu. Kâr hırsına kurban edilen 300 arkadaşlarının
matemini grevlerle, kitlesel
gösterilerle değil de sessizce ağlayarak ifade edebilen bir işçi sınıfının
varlığı, sınıf mücadelesinin ne kadar gerilediğini göstermiştir. 12 Eylül
döneminin TİSK (zamanın işveren sendikası) başkanını hatırlamamak mümkün mü?
Şöyle demişti: “Bugüne kadar biz ağladık onlar (işçiler) güldü, bundan sonra
onlar ağlayacak biz güleceğiz.” Değişen bir şey yoktur.
KURDA KUŞA YEM OLMAK
Günümüzde sadece kol gücünü kullanan işçiler değil, “beyaz yakalı”
dediğimiz çalışanlar; bilişim, reklamcılık, medya gibi alanlarda fikir ve tasarım üretenler de, gayet
pervasız, her türlü tacizi içeren ağır
bir sömürü altındadırlar. İş güvenceleri yoktur; özellikle bu alanda çalışan
gençlerin gelecekleri ve çalışma koşulları servet hırsından gözü dönmüş,
kendini dokunulmaz sanan patronların kaprislerine, ruhsal iniş çıkışlarına,
insaflarına kalmıştır. Kuralsızlık ve
sömürü hayatın her alanına hâkim olmuştur.
Türkiye’de emekçi sınıfların durumu bütün partileri, dernekleri,
dergileriyle birlikte sosyalistlerin gerekliliğini ve işlevini sorgulamayı
gerektirecek kadar vahimdir. Kendimize
yakıştırdığımız pek çok sıfat bir yana, biz olmasak, ne fark edecek mesela?
Bunu düşünelim. Son yirmi sekiz yıl içinde toplumun içinde tutunabildiğimiz bir tane sağlam mevzi, önderlik edebildiğimiz
tek bir mücadele var mı? Varacağımız sonuçları yazılı ve sözlü olarak ilan
etmemiz gerekmez elbette, ancak bu türden soruları çoğaltıp, her biri üzerinde
sessizce düşünmek durumundayız. Böyle
bir güçsüzlüğe ulaşmak için; seçim
ittifakı ayağına PKK’liye, kurda kuşa, patrona yem olmak, etnik ve
dinsel bölünmelere kurban gitmek, üstelik bu durumu hâlâ tam olarak idrak
edememiş olmak için temelde büyük bir değerlendirme hatası yapmış olmalıyız.
İNSAN OLMANIN ÖN ŞARTI
İşçinin emekçinin her şeyden önce kendisini, hakları ve yükümlülükleri olan
bir “yurttaş”
olarak görmesi gerekir. Kendisini
falanca etnik grubun üyesi ya da
Muhammed ümmetinin falanca
mezhebinin ya da tarikatının müridi olarak tanımlarsa, ne haklarına sahip çıkabilir ne de sınıf bilinci edinebilir. Bir zamanlar bazı
gericiler, üstelik solcu geçinen entel dergilerinde “Medine Vesikası”
tartışıyor ve 7. asırdan kalma bu
belgede çağdaş bir demokrasi örneği görüyorlardı. Çok önce oldu bu. Geriye doğru bakınca, bu
türden saçmalıkların emperyalizmin özellikle Ortadoğu halklarına reva
gördüğü mezhebi ve dini parçalanmayla
bire bir örtüştüğünü görüyoruz. Kavramları ve klişeleri sakız gibi çiğneyen
solcu entelektüelin bu kadar aptal
olması da bir talihsizlik aslında.
Sonuç
olarak, bir kurucu iradeyle modern/seküler toplum düzeninin yeniden kurulması,
ümmet ideolojisinin ve her türlü dini gericiliğin kamu yönetiminin bütün
alanlarından temizlenmesi, sosyalistler
dahil yurttaşlık bilincine sahip olan herkesin birinci görevidir. Bu bir ön
şarttır! Neyin ön şartıdır? Dehşet verici katliamlara, iç savaşlara
sürüklenmemenin; sınıf bilincinin ve sosyalist mücadelenin, kültür ve sanat
alanında özgür yaratıcılığın, tarihimizin ve hayat tarzımızın, tek kelimeyle
insan olmanın ön şartı, vazgeçilmez koşulu, olmazsa olmazıdır.
Yavuz Alogan
Hiç yorum yok :
Yeni yorumlara izin verilmiyor.