14 Mayıs 2017 Pazar

Aydınlanma Savaşımızın Bir Başka Boyutu: Evlatlık Kurumu

Yetimler – Teresa Kelly, İngiltere – Baskı



Yirminci yüzyılın başında Anadolu…

Balkanlarda ilk isyanın çıktığı 1804’ten beri, neredeyse yüz yıldır yokluk ve yoksulluğun kol gezdiği Osmanlı coğrafyasında herhalde en çok rastlanan şeylerden biri de anasız babası çocuklardı. Özellikle Anadolu topraklarında yer alan şehirlerde, başınızı hangi yana çevirseniz, bir lokma ekmek, başını sokacak bir sıcak çatı bulmak ümidi ile biçare gezinen kimsesiz bir yavrucak görmeniz mümkündü.

Kökleri ve kolları ile muazzam bir coğrafyaya uzanmış devlet çınarı, büyük çatırtılarla çöküyor, yüzyıllar boyu onun gölgesine, dallarına sığınmış olan insancıklar çöküşün kulakları patlatan, yürekleri yerinden oynatan gümbürtüsü altında can havli ile kaçacak bir emin yuva, sığınacak bir sakin gölge arıyordu.  Savaşlardan, kırımlardan, mezalimlerden kaçarak beş parasız ve bitap bir halde, zaten kendisi bir lokma ekmeğe muhtaç Anadolu’ya doluşan bu insanların çoğu yoksulluğa, hastalığa ve açlığa teslim oldular. Yüzyıldan uzun süren bu felaketten geriye kalan -ya da ana babalarının kurtarabildikleri diyelim- sadece çocuklardı. Devletin kısıtlı olanakları, bu çocukların ancak çok az bir bölümüne derman oluyor, ekserisi kendi kaderi ile başbaşa kalıyordu.

Hayal edin…. Çorak Anadolu toprakları üzerinde tek gayesi salt bir gün daha hayatta kalabilmek olan, kimileri henüz yaşını bile almamış, ayak çıplak baş kabak, bir öksüz ve yetimler ordusu yürüyor. O devirlerde henüz ne fotoğraf ne film makinesi olmadığı için elimizde hiç bir görüntüleri yok, ama siz tarihin gördüğü en perişan, en zavallı sürüyü, insan kalbini ortasından ikiye ayıracak denli acıklı bir manzarayı tahayyül edebilirsiniz.

Bir vatan görevi olarak evlatlık almak


Bunun için kimsesiz çocukları himaye etmek Osmanlı okumuşları, özellikle de subayları arasında adeta bir “vatan görevi” olarak kabul edilirdi. Subaylar, görev için gittikleri ücra memleket köşelerinde, kimsesiz çocukları güçleri ölçüsünde himayeleri altına alır, komutanlar daha alt rütbeden subayları bu konuda teşvik ederdi. Bu himaye, evlat edinmek sureti ile olduğu gibi, süt anne tutma, bakım ya da tahsil masraflarını karşılama veya daha büyük çapta -örneğin yetimhaneler gibi- girişimler şeklinde de gerçekleşebilirdi. (*)

Genç Osmanlı subaylarındaki kimsesiz çocuklara sahip çıkma eğilimi, alelade bir hayırseverlik olarak değerlendirilemez. Jön Türklerin devamı olan bir aydınlanma kuşağını temsil eden bu insanlar için, tek bir kimsesiz çocuğun kendi bahtsızlığını yenebilmesi, sembolik olarak tüm memleketin makus talihini yenmesi anlamına geliyordu. Bu genç aydınlar, bu bakımdan “sevap kazanma” gayesi ile iyilik yapan ve fakat büyük oranda “objektif ahlaktan” nasibini almamış klasik dindar Osmanlı erkeğinden ayrılıyor, hayır işlerinde “ilerlemeci ve vatanperver” bir damarı temsil ediyorlardı.  Yani bir çocuğu kurtarmak yolu ile memleketin makus talihine karşı yürütülen mücadele, aynı zamanda o makus talihin sorumlusu olarak görülen “eski zihniyete” karşı bir savaş anlamına da geliyordu.

Osmanlı toplumunun çürümüş zihniyeti


Nedir o zihniyet? Ben kısa bir iki ipucu vereyim, bugüne dair benzerlikleri kurmak size kalsın.

19. yüzyıl Osmanlı toplumunda yaygın bir evlat edinme müessesesi vardı; ancak bu kurum, temel hakların korunmasını garanti altına alan seküler bir yasal çerçeveden ziyade şeri ve örfi hukukun karışımı olan bir zemine oturuyordu. Her ne kadar evlat edinme ile ilgili mahkeme tarafından “tebenni” belgesi düzenlense de bu belge sadece çocuğun aylık masrafını ifade eden “nafakayı” tanımlıyor, çocuğun (nüfus, miras, cinsel korunma vb) medeni haklarını düzenlemiyordu. Evlat edinme, kadı huzurunda yemin ve şehadete dayanıyordu. Köleliğin tamamen yok olmayarak, farklı formlarda hayatını sürdürdüğü Osmanlı toplumunda bu durum, evlat edinilen çocuğun statüsü açısından pek çok karışıklığa ve istismara yol açıyordu.

Fatma Aliye’nin 1892 tarihli Muhadarat adlı romanında evde hanımlar ve kızlar dışında üç tip genç kadın tanımlanıyor: halayık, odalık ve besleme. Eski usulde, evlat edinilen çocuk aslında eve besleme olarak geliyordu. Evin bir evladı gibi görülse de asıl vazifesi ev işlerinde hanıma yardımcı olmaktı. Beslemeler, teorik olarak özgür bireyler olsa da sık sık köle kadınlarla (yani halayık ve odalıklarla) karıştırılıyor, bu şekilde hem emek hem de cinsel açıdan istismar ediliyorlardı.

Aydınlanmamızın kalbindeki kavram: hürriyet


Abdulhamit döneminin istibdat koşulları altında gelişen Osmanlı aydınlanma hareketi açısından belki de en önemli kavram hürriyetti. Bireyin ve vatanın hürriyeti aynı mücadelenin bir parçası olarak görülüyor, gündelik yaşamda köle olarak kullanılan kadınların durumu edebiyatta sık sık konu ediliyor, rejimin çirkinliğini ve geri kalmışlığını teşhir için kullanılıyordu.

Ahmet Mithat’ın Henüz Onyedi Yaşında romanı bir beslemenin yaşadıklarını anlatır. Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt romanının baş kahramanı Dilber adlı bir cariyedir. Hür bir insan olmak için çabalayan Dilber, özgürlüğüne kavuşmasının mümkün olmadığını anlayınca köle olarak kalmaktansa intihar etmeyi tercih eder. Romanın son cümlesi, tüm Türk aydınlanmasının çekirdeğini gösterir gibidir, Sami Paşazade romanı “Hürriyetine” cümlesi ile bitirmeyi seçmiştir.

Beslemelerin fiziksel şiddet görmesine, “tellallar” tarafından alınıp satılmasına, çok ağır ev işlerine koşulmasına sıkça rastlanıyordu. İslam hukuku, evlatlık ile cinsel ilişkiyi yasaklamadığı için beslemelerin cinsel şiddete ve tecavüze uğraması da sıradan bir durumdu. Bu tip tecavüz ve zorbalıklara dair 19. yüzyıla ait pek çok mahkeme kaydı bulunmaktadır(**). Bu kayıtlara bakacak olursak mahkemeler hemen her zaman ev sahibi lehine karar vermektedir.

Aynı yıllarda besleme ve evlatlıklar kadınlar için de bir tür “rakip” olarak görülmektedir. Mesela, 1890’larda yayınlanan “Hanımlar İçin Mecmua”da çıkan yazılarda ev hizmetçilerine çok fazla iş verilmesi öğütlenmekte, iş yapmaktan vakitleri kalırsa evin erkeğini ayartacakları söylenmektedir. 1911 tarihli “Kadın” dergisinde ise beslemeler, evin erkeğini baştan çıkarmaya çalışan şeytanlar olarak tasvir edilmektedir.

Saray, hukuk, mollalar, bürokratlar, zenginler ve onların kadınları… Bütün Osmanlı toplumu adı açıkça konulmamış bir büyük zulmün, küçük kız çocuklarınının hayatları pahasına yürüyen bir köle ticaretinin ortakları gibidirler.

Tam da bu sebepten dolayı, ilk nesil Türk aydını için “hürriyet”, önce insanlık onurunu ve sonra oradan genişleyerek kutsal bir vatan fikrini simgeleyen temel mücadele başlığıdır. Yurdumuzda hürriyet düşüncesinin temellerini atan bu insanlar, kimsesiz çocuklara baktıklarında sadece insani bir yara değil, saray erkanı, mollalar ve zenginler tarafından sömürülen bir ezilenler sınıfı da görüyorlardı. Evlat edinme müessesesinin iki yüzlü işleyişi ve evlatlıkların durumu, onlara adeta tüm dinci gericiliğin ve baskı rejiminin bir sureti gibi görünüyordu.

Atatürk’e saldırı basit bir meczup vakası değil


İşte Atatürk’ün evlat edindiği çocuklara da en önce bu pencereden bakmak gerekiyor. Atatürk, kısa hayatı boyunca onbir çocuğu evlat edindi. Bunlardan beşi (İhsan, Ömer, Afife, Abdurrahim ve Zühre) Cumhuriyet’ten önce, altısı ise (Sabiha, Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç Mustafa) Cumhuriyet’ten sonra evlat edinilmişti. Kendisi de bir yetim olan Mustafa Kemal, bir Osmanlı subayı olarak görev yaptığı yıllarda bir vesile ile karşısına çıkan, kendilerinde okuma ışığı gördüğü kimsesiz çocukları himayesine almıştı. İstiklal Savaşımızı kazanıp yeni Türkiye’yi kurarken de ne karakteri ne de ülküsü değişmedi, muhtelif şekillerde karşısına çıkan, özellikle okumaya meyyal ve desteğe muhtaç çocukları himayesine almaya devam etti.

Bunun için, FETÖ kırması bir kaç ahlaksızın cumhuriyetimizin en güzide kadınlarından biri olan Afet İnan üzerinden Atatürk’e hakarete yeltenmesi sıradan bir hadise değil, tarihsel bir kinin dışa vurumudur. Bu adamları sıradan meczuplar olarak görmek hata olur. Bunlar, Türk aydınlanmasının tarihe gömdüğü “cariyeler ve kapatmalar düzeninin” bugünkü temsilcileridir. Bunların inanç dünyasında evlat edinilen kişi ile cinsel birliktelik serbesttir, arzu ettikleri şey tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi korumasız masumların seks kölesi olarak alınıp satıldığı, “kendi şeriatlarına uygun” bir  düzendir. Belli ki milletin temel değerlerinden biri olan Atatürk’ü de kafalarındaki bu hayasız cürme ortak etmenin derdine düşmüşlerdir.

Hem Afet İnan’ın hem de Atatürk’ün yaşamları ve kişilikleri hiçbir tereddüte yer bırakmayacak denli açık bir şekilde biliniyor. Bu ahlaksızlara bu konuda yanıt vermeye değmez. Ancak mutlaka ciddiye alacağız, hem hukuken hem sosyal olarak bu hadsizliklerini yanıtsız bırakmayacağız. Bu haysiyet fukaralarını öyle bir rezil edeceğiz ki bundan sonra imam efendilerin kucağında yetişen hiç bir hokkabaz Atatürk’e laf etmeye cesaret edemeyecek.

NOTLAR:

(*) Bu konuda tarihimizin belki de en önemli ismi Kazım Karabekir’dir. Erzurum’da görev yaptığı sırada tüm Doğu vilayetleri boyunca 6 bini aşkın Türk ve Ermeni yetimini himayesine alıp eğitmiş, bu çocuklara temsili olarak “Gürbüzler Ordusu” adını vermişti. Ayşe Hür gibi izansızlar, eşi görülmemiş bu insani girişimi “Ermeni çocukların Türkleştirilmesi” diyerek Cumhuriyet’e duydukları nefrete malzeme etmeye kalktılar.

(**) Yazı uzamasın diye bu örnekleri vermiyorum. Merak edenler Nazan Maksudyan’ın Orphans and Destitute Children in the Late Ottoman Empire” adlı eserine göz atabilirler. Maksudyan’ın çalışması, sadece kapsam olarak değil yaklaşım olarak da bu alandaki en güzel işlerden biridir diyebilirim. 

Deli GAFFAR
09.05.2017