6 Mayıs 2017 Cumartesi

AKP BENİ HİÇ ŞAŞIRTMADI




Askerliğimden hatırlarım: 1 Mayıslarda subaylar kışladan ayrılamazlardı. Asker hazırda beklerdi. Çünkü 1 Mayıslarda Komünistlerin ayaklanıp Allahsız, Dinsiz, Kitapsız ve Ahlaksız rejimlerini getirecekleri farz edilirdi. Asker sayesinde (!) ülkeye komünizm gelemedi.


Yaptıkları darbelerde komünistler, sosyalistler bahane edilerek ülkenin cumhuriyetçi aydın ve demokratları temizlendi. Devrimler  iğdiş edilip soysuzlaştırıldı, laik okulların yerini imam-hatipler aldı. Cumhuriyeti korumakla görevli asker kendini bile koruyamadı, AKP ve şeriki FETÖ’ye teslim oldu.

Bu 1 Mayıs’ta da asker kışlalarında komünist ayaklanmasına karşı teyakkuzda bekledi mi acaba? Yoksa Taksim’e çıkan sokakların önüne barikat kuran Polis gibi demokrasinin ayaklanmasına karşı teyakkuzda mıydı? Asker sayesinde hayali Komünist ihtilali, şükürler olsun, bastırıldı. Şimdi sıra demokrasinin bastırılmasına geldi. Bastırılması için de her türlü önlem alınıyor. Ancak b(p)astırmacıların yanıldığı bir püf nokta var: Komünizm tek başlı canavar idiyse, demokrasi bin bir başlı canavardır (kessen bitmez) ve su  gibidir. Su, su olacak da akacak delik, yarık ve çatlak bulamayacak, olur mu molla?

Gazetelerin yazdığına, aptal kutularının söylediğine göre: «Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, anayasa değişikliğinin ardından 33 ay sonra yeniden AKP’ye üye oldu. Binali Yıldırım, 21 Mayıs’taki büyük kongrede, Erdoğan’ı AKP Genel Başkanlığına aday olarak teklif edeceklerini açıkladı. İlk konuşmasını yapan Erdoğan, “Ayrılmak zorunda kaldığım, kurucusu olduğum partime, yuvama, sevdama, aşkıma bugün yeniden dönüyorum” dedi.»

Benzetmek gibi olmasın: Son cümleyi okuyunca aklıma delikanlılık dönemimin caz şarkıcısı Celal İnce geldi. “Kavuştum yine baharla sürüme, dudakta kavalım, can katar ömrüme, oreloleli, oreloleli” diye şarkı söylerdi. Daha sonra Modern Folk Üçlüsü de söylemiş.

Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti devletinin  cumhurbaşkanıdır. Öyle değil mi, yanılıyor muyuz ? Bu durumda Recep Tayyip Erdoğan’ın  bir tek yuvası, bir tek sevdası ve bir tek aşkı olabilir: O da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir ortağı, bir şeriki, bir kuması, bir ortakyaşarı (sembiyozu) olamaz. Olması, doğa ve insan yasalarına aykırıdır. Sırtta bir sülük, koltuk altında kene.




Böyle bir şey sadece antik ve pagan Roma’da, iki yüzlü pagan tanrı Janus’ta vardı. Janus’un bir yüzü öne (geleceğe), bir yüzü de arkaya (geçmişe) bakardı. R.T.Erdoğan’ın bir yüzü başkanlık, ikinci yüzü AKP Genel Başkanlığı olacak.  Ama bu kadar değil: Yasama Başkanlığı, Yürütme Başkanlığı, Yargı Başkanlığı yüzleri de var.  Yetmedi Şeyhülislamlık da var, Halifelik de var, Reis ül Müslimin yüzü de var.  Aslına bakarsanız, R.T.Erdoğan’ın 360 derecelik bir çemberi kapsayacak yüzleri olacak. Sanki bir Kadir-i Mutlak. Hıristiyanlıkta olsa: “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesini şahsında toplamış bir Başyüce” derdim. Tam anlamıyla  Necip Fazıl Kısakürek’in yaratığı Başyüce. Bu yükü bir insanoğlu asla kaldıramaz. Robot da kontak yapar.

Her şey yerinde diyelim: R.T.Erdoğan’ın bir mesaj kaynağı (gönderen)  olduğu kabul edilirse, mesajın alımlayıcısı  (halk ve bireyler) tarafından doğru alımlanması, algılanması için, her “Yüz”ün  ayrı bir üniforma  giymesi gerekir. Halkın, vatandaşın haklarının korunması için böyle bir yöntemin zorunlu olması gerekir. Diyelim ki R.T.Erdoğan kendisini eleştirenlere karşı budala ya da hain sıfatlarını kullandı. Ne olacak? R.T.Erdoğan’ın birden çok yüzü olsa da bunlardan sadece  biri dokunulmazdır: Cumhurbaşkanlığı! Bir vatandaş, kendisine “Budala” ya da “Hain” diyen bir partinin genel başkanına, özgürce, “İkisi de sensin!” diyebilir. Yoksa, Cumhurbaşkanı Başkan bir kararname çıkartıp bütün yüzlerini de dokunulmazlıklarla mı donatacak? Beklenebilir, yakışır ve yaraşır. Dünden bu yana artık Türkiye’de  her şey mümkün.

Durum, birbirine zıt kişilikleri olan  ikiz kardeşlerin başrolde olduğu komedi filmine dönüyor.

Vatandaş Ahmet Efendi, R.T.Erdoğan’ı hem cumhurbaşkanı hem AKP genel başkanı olarak, hatta insan olarak sevmeyebilir, nefret edebilir. Gelelim işin püf noktasına:Vatandaş Ahmet Efendi, insan R.T.Erdoğan’a, AKP genel başkanı R.T.Erdoğan’a saygı duymayabilir, yasalar çerçevesinde bu duygu ve düşüncesini belli edebilir, ama Cumhurbaşkanı Başkan R.T.Erdoğan’a her durumda saygı göstermek zorundadır. Bu nedenle, vatandaşın korunması için, R.T.Erdoğan’ın her yetki ve görev için özel bir üniforma giymesi gerekir. Polis, savcı ve yargıcın görevlerini iyi yapmaları, adil olmaları için de bu üniformalar  gerekir.

Böyle olmaz ise, R.T.Erdoğan  tek tanrılı dinlerin Tanrısına dönüşür.

Bu iş ve bu durum çok ciddi. Çok ciddi!

En azından çeyrek yüzyıldır yazıp söylediğim gibi: Bir İslamcı doktrin partisi, demokrasiyi sadece iktidara gelmek ve oradan gitmemek için kullanır. Kullanım faslı sona erince de tek adamlık totaliter  Başyücelik rejiminin  İmamokrasi saltanatı başlar. Bu, nasıl, nerede ve ne zaman ineceği belli olmayan son perdeden önceki evredir.

R.T.Erdoğan 1993 yılında “2.Cumhuriyet Tartışmaları”nda şunları söylüyordu:

CUMHURİYET GAZETESİ, 23 HAZİRAN 2002




“Demokrasi bugüne kadar bazen amaç bazen ise araç olarak görülmüştür. Hem amaç hem de araç olarak yorumlayanlar olmuştur. Bize göre ise demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir düzenler gider. Tabii bunun demokrasiyle gerçekleşmesi, halkın iradesinin tecelli etmesi güzel bir şey. Fakat bugün ülkemizde demokrasi bir amaç olarak yorumlanıyor. Ve bir amaç olarak görülen demokrasi, ne yazık ki bugün  Türkiye’de totaliter bir yapıyı gündemde tutuyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasi adına bir dikta rejimi görüyoruz. Ne yazık ki demokrasi kavramı bizde tam olarak yerine oturmamıştır.”(S.419)

Demokrasi hem amaçtır, hem araçtır: Demokrasiye ve cumhuriyete son vermek için için kullanamaz. AKP döneminde demokrasi kesinlikle gelişmedi tam tersine totaliter bir rejim kurmak için kullanıldı. Bunun böyle olacağını genel olarak 1980’lerden, özel olarak AKP için 2003’ten itibaren birçok kez yazdım. Kuvvetler ayrılığı olmadan demokrasi olmaz. Demokrasi yoksa egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildir. R.T.Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte kuvvetler ayrılığı fiilen sona ermişti, artık resmileşti.

 “Halka rağmen iktidar olunamaz. Tarihe baktığımız zaman totaliter rejimlerin hep halk tarafından yıkıldığını görürüz. Eğer halk totaliter bir rejimi istiyorsa buna saygı duymalıyız. Ama rejim geldi ve halk bundan memnun değil, bunu değiştirecek olan yine halktır.” (S.420)

Halk nüfusun ve seçmen sayısının tamamıdır.   Halk kesinlikle totaliter rejim (Başyücelik rejimi) istemez. Ama seçmenin tuzağa düşürülmemesi koşuluyla. 16 Nisan’da halk ve seçmen tuzağa düşürülmüş, halk oylamasına hile karışmıştır.

 1993 yılında R.T.Erdoğan’a “Başkanlık sistemi için neler söyleceksiniz?” diye soruluyor. Cevap şöyle:

“Türkiye şimdilik buna hazır değil. Başkanlık sisteminin ortaya çıkışı bir özentinin sonucu ya da Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyesi. Bunun oluşması için siyasette serbest piyasanın oluşması lazım.” (s.431)

Demek ki Amerikan emperyalizminin tavsiyesi yerine getirildi.

AKP, kuruluşundan günümüze kadar “Köprüden geçerken ayıya dayı denir” siyasetini başarıyla uyguladı. Gerisinde birçok ayı cesedi bıraktı. Hapishanelerde de epeyce sayıda ayı var. Yurt içinde ne kadar ayı kaldı? Bu sorunun cevabını biz bilemeyiz. Sadece son 15 yılda ayı olduk mu olmadık mı onu bilebiliriz.  Ben şahsen bir inatçı ve yabanıl  dinozor-katır  olduğumu biliyorum. Son ayı acaba Avrupa Birliği mi olacak?

Türkiye, R.T.Erdoğan’ın Başyüceliğinde, AKP saltanatında, bugün içine girdiği sıfır çemberinin dışına çıkamaz. Bu sihirli çemberin kapanına giren hiçbir canlı dışarı çıkamaz. 632’den bu yana Arapların tarihi buna tanıktır. Elbette yakından bilip yaşadığımız  Osmanlı tarihi var. Türkiye Cumhuriyeti 1923-1950 arasında bu çemberin dışına çıkmayı büyük ölçüde başarmıştı ama kuyruğunu irticanın elinden kurtaramamıştı. İrtica, dinin dünyayı yönetebileceğini sanır ama dinin 632’den bu yana söyleyecek hiçbir sözü yoktur. O tarihte işlevi sona ermiştir.

Bu gerçeği görmek için Arap ve Müslüman dünyasına dikkatlice bakmak yeter. Ancak, AKP kadrosu bu açık gerçeği göremiyor. Çünkü Arapları ve öteki Müslümanları aptal, kendisini de dâhi sanıyor. Sanıyor ama zombiye dönüşmüş “Arap”ı kendine örnek almış… Ve bu akılla, bir zombi dünyasında ve dünyasına Halife yaratmak ve olmak istiyor.

Özdemir İnce

4 Mayıs 2017

***
EK OKUMA:

DEMEK LAİKLİK ELDEN GİDECEK?

Sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu. Bu sayede yeni siyasal İslamcıların laiklik tanımlarını öğrenmiş olduk:

“Laiklik, demokrasinin teminatıdır. AKP, laikliği her türlü dini inanç karşısında devletin tarafsızlığı olarak görür. Laiklik, bireyi değil, devleti sınırlayan bir anlayıştır. Ayrıca Adalet ve Kalkınma Partisi’ne göre laiklik toplumsal barışın temel ilkesidir.”

“Laik” kavramı konusunda “tanımlanmazlık” ve anlam bulanıklığını tercih edenler, şimdi, gerçek ve doğruları tersyüz eden bir tanımla karşımıza çıkıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir tanımı kabul edeceğini sanmıyorum. Çünkü, laiklik bağlamında devletin muhatabı birey değil bizzat dindir. Devletin karşısına bireyi çıkarmak birinci saptırmadır. Batı düşüncesinde, “laisizm” ya da “sekülarizm”, devlet ile dinin alanlarının ayrılmasından çok devletin kilise egemenliğinden kurtulması anlamını taşır.

İkinci saptırmayı da düzeltelim: Laik düzende, dinin dünyevî sınırlarını devlet belirler.

Sadece Siyasal İslamcılar değil, aynı zamanda Liberalciler, İkinci Cumhuriyetçiler de laikliği paşa gönüllerine göre tarif ediyorlar:

“Laiklik din ve vicdan özgürlüğünün koruyucusu”ymuş…

“Laik devlet bütün din ve inançlara karşı eşit mesafede ve tarafsız olmalı”ymış. ..

Ya yalan söylüyorlar ya da adam kandırıyorlar!…

Laik Devlet, dinsel inançlar “arasında” eşit mesafede ve tarafsız olabilir; ama dünyayı da yönetmek (egemen olmak) isteyen semavî (uhrevî) egemenlik karşısında kendi dünyevî egemenliğini savunmak zorunda olduğu için, dinler “karşısında” tarafsız değildir.

Din ve vicdan özgürlüklerini korumak yükümlülüğü demokratik devletin görevidir. Laiklik onların sınırlarını belirler.

Din ile devlet arasında toplumsal anlaşma imzalamadan ve bu anlaşmaya göre din (kilise, sinagog, cami) dünyevî ve siyasal iddialarından vazgeçmeden, devlet dinlere ve vicdan özgürlüklerine karşı (için) hiçbir yükümlülük altına girmez.

Girmez, çünkü gerçek tanımı yapılmadan, ilgili taraflar bu tanımı kabul etmeden, kabul ettiklerini “bütün dünya”ya açıklamadan LAİKLİK hiçbir yükümlülük altına girmez.

Laiklik’in kabul edilmesini istediği evrensel ve tarihsel tanımı şudur:

LAİKLİK, KATOLİKLİK’İN (DİNİN) BASKI VE MÜDAHALELERİNE KARŞI BİREYİ VE TOPLUMU KORUMAK GEREKSİNİMİ SONUCU ORTAYA ÇIKMIŞTIR!

Laikliğin o tarihteki amacı, “Aman, ne yapalım da insanlar Katolik inancının gereklerini özgürce yerine getirsinler!” değildi. Çünkü Katolikler özgürdü, Katolik olmayanlar özgür değildi. Laikliğin o tarihteki amacı, semavî (céleste) ve dünyevî (terrestre) iktidarı birlikte isteyen Katoliklik karşısında insanı özgürleştirmek, onun kişiliğini, bireyselliğini, bireysel inançlarını ve ifade özgürlüğünü korumak, sağlamak, sağladıktan sonra gene korumak ve savunmaktı.

Semavî ve dünyevî iktidarın bir tek merkezde toplanması insanı köleleştirir.

Günümüzde de durum aynıdır. Değişmemiştir. İsterseniz, Katolik sözcüğünün yerine İslâm sözcüğünü koyabilirsiniz. Hiç­bir şey değişmez. Ama olguyu güncelleştirmiş olursunuz.

Âlimlerin, muallimlerin beceremediğini, bir edebiyatçı ola­rak Attila İlhan yapıyor ve “Laiklik”in püf noktasını açıklıyor:

“Demokrasi, hâkimiyeti ‘kayıtsız şartsız halka veriyor; partiler ancak ‘iktidar’ olabilirler, eğer tüzüklerine rağmen, işi ‘hâkimiyet’e el uzatmağa götürürlerse, Cumhuriyet’i korumakla görevli kurumlar ve kuruluşlar (Güvenlik güçleri, Adalet Kuruluşları, hat­ta Silahlı Kuvvetler) harekete geçerler.” (Cumhuriyet, 10. 8. 2001)

Laiklik, sadece Devlet’in Kilise’nin egemenliğinden kurtul­ması sürecini içermez; ekonomik, toplumsal ve kültürel örgütle­rin, bilim ve felsefenin, sanat ve edebiyatın, halkın gündelik ya­şamının da dinin denetiminden kurtulması anlamına gelir.

Siyasal partiler bu gerçekleri kabul ederek iktidara talip olur­lar. Yani demokrasi, siyasal partilere toplumsal düzene “ege­men” olma hakkını değil, iktidar olma hakkını veriyor.

R.T. Erdoğan, 1994 yılında, Refah Partililerin dağa taşa “Egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır!” sloganını yazdıkları sı­rada “Laik Müslüman olamaz” demişti.

Kimi âlim, muallim ve gazete yazmanları, bu sözleri, R.T. Erdoğan’ın “din ve vicdan özgürlükleri” kapsamında değerlen­dirilecek olursa, laiklik bu görüşlerin koruyucusu mu olacak?

Tam tersine, laiklik, bu görüşlere karşı toplumu ve bireyi ko­rumak zorunda. Gerçek laiklik dine karşı değildir; dinin devlet ve toplumsal düzen üzerinde egemenliğine karşıdır. Varoluş ne­denidir bu! Bu tanımından başka bir tanımı da yoktur!

Değiştiğini iddia eden siyasal İslamcı ilkin bu tanımı kabul etmeli.

Siz ne dersiniz bilim adamları?

 (Hürriyet Pazar, 2 Eylül 2001; Pazar Yazıları, Gendaş Yayınları, 2002, s.232)