28 Mayıs 2017 Pazar

Vitrindekiler ve Aşağıdakiler




Ülkenin yaklaşık yarısı kaygılı bir bekleyiş ve arayış içinde. Siyasetin vitrininde görülenler ile gündelik hayatın içinde yaşananlar arasındaki makas açıldıkça bu arayışın kendiliğinden bir dizi harekete dönüştüğünü göreceğiz.

Vitrine baktığımızda her şey olağan görünüyor. İki yıl içinde seçim yapılmasını, %50+1’i alan tarafın siyasi iktidarı ele geçirmesini bekliyoruz ve daha şimdiden bir tür Ekmeleddin arayışının başladığına tanık oluyoruz. Bu seferki Ekmeleddin’in de küreselleşmenin raconuna uygun, muhafazakâr kitlelere hitap edebilecek bir şahıs olması gerekiyor. Referandum sonuçlarını sineye çektik, yeni bir sayfa açtık ve siyaset âlemi Kasım 2019’u düşünmeye başladı. 

Laikliği ve bir tür jakoben (kaçınılmaz olarak) aydınlanmacılığı, Türkiye’nin geleneksel dış politikaya dönmesini ve orduda reform yapılmasını savunan bir adayın ya da partinin bu sistemde iktidara talip olması ve kitlelerden oy alabilmesi mümkün görünmüyor. Dolayısıyla seçim yarışının aynı gerici blok içindeki iki aday arasında yapılacağını, seçmenlerin yarısının “kötü” ile “daha az kötü” arasında tercih yapmak zorunda kalacağını söylemek abartma olmaz. Anayasal çerçeve ancak böyle bir tercihe imkân verecek şekilde oluştu. İktidarda olan ve olmayan partiler, hareketler vs. bu süreci önleyemediler. 

Gündelik hayatın içinde yaşananlar ise çok farklı. Bu alanda nüfusun yarısı gericiliğin kuşatması altında. Biat etmeyene hayat hakkı tanımayan bir rejim kuruluyor. İlköğretim okullarından üniversitelere kadar bilimin yerini hurafeye bıraktığı bilinçli ve sinsi bir sistem oluşuyor; orta ve büyük ölçekli sermaye hızla el değiştiriyor; medyada iktidarın tutumuna ilişkin en ufak bir olumsuz ima anında cezalandırılıyor; Türk Ordusu sürekli bir FETÖ ve “darbe” baskısı altında, İran’a karşı Suudi Arabistan – Katar – İsrail - ABD koalisyonuna (Sünni NATO’su) zorlanıyor.

Tam beş kez (benim saydığım) 81 ilde on binlerce polisin katılımıyla “Huzur Türkiye” operasyonları yapıldı; yollar, kavşaklar tutuldu, eğlence yerleri denetlendi. Bu operasyonların AKP’nin kendi iç cephesini güçlendirmeyi, Kutlu Yürüyüş’e engel olabilecek hareketleri gerektiğinde ülke çapında ezmeyi amaçlayan “askeri” nitelikte tatbikatlar olduğunu anlamamak için düpedüz aptal olmak gerekir. 

Türkiye’nin “2053 ve 2071 vizyonlarımızı emanet ettiğimiz gençliğimize inanıyorum” diyen ve bu gençliği “devrim” yapmaya teşvik eden partili bir cumhurbaşkanı tarafından yönetildiğini unutmamak gerekir. Bu söylem, her türlü muhalefetin kesinlikle ezilmesini öngören, kendi Sünni ideolojisi dışında hiçbir ideolojiye ve kendi partisi dışında hiçbir siyasi oluşuma hayat hakkı tanımayan bir tutumu ortaya koymaktadır ve “demokrasi” denilen yönetim biçiminin hiçbir tanımına uymamaktadır. 

Konuştuğum herkes “bölünmüşlük”ten yakınıyor ve AKP’ye karşı “birlik” istiyor. Ancak bunu fikir beyanıyla, yazarak çizerek, iyi niyet göstererek oluşturmak ne yazık ki imkânsız. 1930’larda Largo Caballero’nun başkanlığında İspanya’da ya da Léon Blum önderliğinde Fransa’da oluşturulan türde bir Halk Cephesi kurmanın ne siyasi ne de toplumsal koşulları var. (Reis’i Franco’ya benzettiler de oradan aklıma geldi!) Bu işlerde süreklilik önemlidir. 2007’de ve 2013’te sokağa çıkan kitlelerin “örgütlenme arkadan gelir” umuduyla evlerine gönderilmeleri olumsuz bir etki yarattı.

Bununla birlikte, dar hedeflere kilitlenen siyaset alanının kuşatılan ve giderek öfkelenen kitlelerin hayatına temas edecek bir çözüm bulamaması ister istemez kendiliğinden hareketlere yol açacaktır. Seçimlere yönelik cephe benzeri örgütlenmeler ancak bu türden hareketleri temel alarak kurulabilir. Siyasi iktidar bunu gayet iyi bildiği için FETÖ sepetini genişletmeye, ajitasyonu artırmaya, her adımda ortaya çıkan tepkileri dikkatle değerlendirerek muhalefeti küçük parçalar halinde etkisizleştirmeye çalışmaktadır. 


Yavuz ALOGAN
Aydınlık/27.05.2017