27 Ağustos 2015 Perşembe

Sola Yutturulmaya Çalışılan Zoka: Kimlik Siyaseti- 3 (Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden Tasarlanması)



NEOLİBERALİZM VE MUHALEFETİN YENİDEN TASARLANMASI

   1970’li yılarda, batılı ülkelerde sosyal refah devletinin genişlemesi kapitalist sistemin işleyiş mantığı açısından sınırlarına dayanmıştı. Esasen sosyal refah devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra burjuvazi ile işçi sınıfı arasında belirli dengelere dayalı zoraki bir uzlaşmasını yansıtıyordu. Sosyalizmin dünya ölçeğinde kapitalizmi dışarıdan tehdit etmesi; batıda komünist partilerin işçi sınıfı nezdindeki itibarı ve 1929 krizinin ancak Keynes’in çerçevesini çizdiği sosyal devlet politikaları ile aşılabilmesi söz konusu uzlaşmanın ayaklarını oluşturuyordu. 1974 petrol krizini izleyen yıllarda ise bu uzlaşmayı sürdürmenin koşulları ortadan kalkmış görünüyordu. Dünya ölçeğinde devrimci yükseliş durmuş, SSCB’nin önemli yapısal sorunları olduğu anlaşılmış, batı ülkelerinde işçi sınıfı sosyal demokrasi üzerinden denetim altına alınmış ve kar hadleri iyice düşen burjuvazinin sosyal refah devletine tahammülü kalmamıştı. Savaştan sonra ekonomik bölüşümde emeğin payı giderek artmıştı. Ama sermayedarların işçi sınıfına vermek zorunda kaldıklarını geri istemelerini engelleyecek koşullar azalmıştı.

   Petrol üretici ülkelerin petrol fiyatlarına yüksek oranda zam yapmaları sonucu, 1973- 1974 yıllarında parasal kaynaklar Arap ülkelerinin elinde toplanmaya ve Batı ülkelerinde dış ödemeler dengesi açık vermeye başladı. Batı kapitalizminin bu krize cevabı, sosyal refah devletini tasfiye ederek kar hadlerini yükseltmeye yönelmek oldu. Neoliberal programı benimsemiş hükümetler, aşırı büyüdüğünü ve hantallaştığını iddia ettikleri devletlerin elindeki kamu teşebbüslerini ve bu arada eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetlerini özelleştirme, taşeronlaştırma veya tasfiye etme yollarıyla devleti hızla küçültmeye başladılar. Refah devleti çökerken, doğal olarak, onun devletle ilgili temel kabulleri ve siyasal meşruiyet anlayışı da ihtiyaca uygun olarak dönüştürüldü. Savaş sonrasının ulusal kalkınmacılık ideolojisi, demokratikleşme talebi ile hızla yer değiştirdi. Devletin küçültülmesi ve piyasanın serbestleştirilmesine yönelik her türlü girişim, sivil toplumun büyümesiyle özdeştirildi. Büyüyen sivil toplum ise demokratikleşmeyi sağlayacaktı. O halde devletin küçültülmesi, kendi başına demokratikleşme için yeter şart olmaktaydı. Cemaatlerin, tarikatların ve etnik ayrımcılığın demokrasi güçleri olarak görülmesine giden yol açılmış oluyordu. Neoliberalizmin iktidarını sağlamlaştırabilmesinin en önemli şartlarından biri, işçi sınıfı temelinde siyaset üreten muhalefeti ideolojik tahakküm altına almaktı. Bu amaçla sivil toplumcu demokratikleşme ideolojisi, yeni toplumsal hareketlerin yarattığı zemini kendi güdümündeki muhalefeti inşa etmekte değerlendirdi. Çünkü yeni toplumsal hareketlerin sorunlara çözüm önerileri, “sistem içi” bir muhalefet ihtiyacıyla uyumluydu.

   Yeni toplumsal hareketlerin neoliberalizmin güdümlü “sol” muhalefet ihtiyacına eklemlendiği dört nokta bulunmaktadır:

Birincisi ve en önemlisi, yeni toplumsal hareketlerin kimlik siyaseti karakteri taşımasıdır. Böylece işçi sınıfı hareketi etnik, mezhepsel ya da bireysel talepler ekseninde parçalanmaktadır.

İkincisi, yeni hareketler ileri sanayi toplumlarının içsel toplumsal çatışmalarının artık devletçilik, planlı ekonomi, kalkınma, siyasal müdahaleler gibi yollardan çözülemeyeceğini savunmaktadırlar. İleri sanayi toplumlarında bütün uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin çözülmüş, ekonomik çatışmanın toplumsal zemininin ortadan kalkmış olmadığı açık bir gerçektir. Buna rağmen yeni toplumsal hareketler, sosyal refah devletinin tasfiyesinin ideolojik meşrulaşmasına katkı yaparlar.

Üçüncüsü, siyasal iktidara değil sosyo- kültürel kodlara yönelik bir strateji izlemeleridir. Böylece iktidar neoliberalizme terkedilirken “sistem karşıtı” muhalefetin hissesine siyasal iktidarla değil toplumsal iktidar odaklarıyla mücadele etmek kalmaktadır.

Dördüncüsü, ileri sanayi toplumlarında yapısal dönüşümlerin ortaya çıktığı ve kapitalist toplumu açıklamaya yönelik çatışma kuramlarının aşıldığı iddiasıdır. Bu son iddia, bizatihi kimlik siyasetini savunanlarca yoğun biçimde savunulduğu için üzerinde kısaca durmayı yararlı görüyoruz.

   Yeni toplumsal hareketler, işçi sınıfı hareketi olmadıklarına göre, yeni bir toplumsal zemine dayanıyor olmalılardı. Gerçekten de aranan yeni toplumsal zemin “yeni orta sınıf” adıyla dile getirildi. Buna göre işçi sınıfının yapısında büyük ve yapısal dönüşümler yaşanmıştır. Hizmet sektöründeki gelişmenin ulaştığı boyutlardan dolayı artık eskisi gibi bir işçi sınıfından bahsetmek mümkün değildir. Eski sınıf yapısının yerini artık yeni orta sınıflar almıştır. Esasen ekonomik açıdan dar gelirli olmayan fakat yükselme fırsatları da olmayan eğitimli büro çalışanları, beyaz yakalılar, serbest meslek sahipleri ve üniversite öğrencileri gibi unsurlar ile ev hanımları, işsizler, emekliler gibi mobilizasyon imkanı bulabilen kesimler yeni orta sınıfın bileşenleriydiler. Kapana kıstırılmışlık duygusu, bu kesimlerin patriarkal ve bürokratik yapılara başkaldırmasının duygusal temelini oluşturmaktadır. Bu kesimler, siyasetin geleneksel kurum ve pratiklerinden hüsrana uğramış kimselerdir. Bu nedenle yeni toplumsal hareketler içinde kendilerini ifade etmeye yönelmişlerdir. Aslında yaşadığı ülkelerde işçi sınıfının devrimci dinamizmini kaybetmiş olmasının sonucunda bazı batılı sol aydınların kendilerine yeni devrimci özneler yaratma çabalarının öncesi de vardı. 1960’ların sonlarında bazı batılı teorisyenler, kapitalizmin işçi sınıfını “tek boyutlu” hale getirdiğini, “şeyleştirdiğini”, araçsızlaştırdığını ve devrimci bir rol oynayamaz kıldığını savunmuşlardı. Buradan hareketle Herbert Marcuse başta olmak üzere insanlığı sosyalizme götürecek devrimci dinamiği, ileri kapitalizmin çarkları arasına katılmamış, dolayısıyla henüz sistem tarafından denetim altına alınmamış kesimlerde arayanlar olmuştu. Öğrenciler, işsizler, marjinaller vs. gibi sistemle bütünleşmemiş kesimler devrimin yeni toplumsal dayanağı ilan edilmişti.

   Gerçekte kimlik siyasetlerinin dayanağını oluşturan yeni orta sınıf iddiaları, işçi sınıfının yapısında meydana gelen farklılaşmaların mutlaklaştırılması temeline dayalıdır. Sınıf kavramının Weberci bir tanımı ile birleştirilen somut değişmeler, işçi sınıfının artık herhangi bir siyasal iddianın toplumsal temelini oluşturamayacağı tezine sıçramak için kullanılmaktadır. Erbaş ve Coşkun’a göre işçi sınıfının içinde meydana gelen farklılaşma ve değişimler, kapitalist toplumun sınıfsal çelişmelerinin aşılmasına yol açmaz. Bunlar değişen koşullara bağlı olarak kapitalist toplumun kendi içinde meydana gelen değişimlerdir. Çünkü sınıf çatışmaları kapitalizme içseldir ve bizzat kapitalizm tarafından sürekli yeniden üretilirler.

   Günümüzde yeni toplumsal hareketlerin ve buradan yükselen kimlik siyasetinin teorik savunucuları, postmodernistler ve post Marksistlerdir. Marksistler ve liberaller, üst kimlik ve kimlik-dışı siyaseti savunurlar. Bu yaklaşımlarda siyasal öznenin taşıdığı kimliklerin varlığı ve bunların ifade edilme hakkı kabul edilir, fakat siyaset kimlik merkezli olarak okunmaz. Bu açıdan kimlik siyasetleri liberaller tarafından da eleştirilmiştir. Örneğin Amerikan tarihçi Arthur Schlesinger’e göre, kimlik siyasetleri sivil düzeni bölmeye hizmet eder. Böylece grupların marjinalize edilmesinin sona erdirilmesine değil aksine marjinalizasyonu sona erdirecek gerçekçi imkan ve fırsatların harcanmasına yol açarlar. Postmodernistler ve post Marksistler ise ulusal kimliklerin bütünleyici, tektipleştirici, dışlayıcı ve baskıcı olduğunu iddia ederler. Siyasi pratiğin merkezine öznelerin kendilerini tanımladıkları kimliklerin oturmasından yanadırlar. Örneğin Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’ye göre artık temel hedef sosyalizmi değil radikal demokrasiyi kurmaktır. Sosyalizmin hedefi, özünde radikal demokrasiye giden yolda bir aşama olarak değerlendirilmelidir. Bu durumda kültürel kimliklerin birbirlerini belirlemeksizin, yan yana durdukları ve sadece söylemsel olarak eklemlendikleri yeni toplumsal hareketler, radikal demokrasiye varmayı sağlayacak temeli oluşturmaktadırlar. O halde demokrasiden anlaşılması gereken içerik de etnik, dini, mezhepsel, cinsel veya kültürel kimliklerin siyasal yaşamın merkezine oturmasından ibaret olacaktır.

Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251


Yazının ilk bölümü için bkz.

Yazının ikinci bölümü için bkz.