NEOLİBERALİZM VE MUHALEFETİN YENİDEN TASARLANMASI
1970’li yılarda, batılı ülkelerde sosyal
refah devletinin genişlemesi kapitalist sistemin işleyiş mantığı açısından
sınırlarına dayanmıştı. Esasen sosyal refah devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra burjuvazi ile işçi sınıfı arasında belirli dengelere dayalı zoraki bir
uzlaşmasını yansıtıyordu. Sosyalizmin dünya ölçeğinde kapitalizmi dışarıdan
tehdit etmesi; batıda komünist partilerin işçi sınıfı nezdindeki itibarı ve
1929 krizinin ancak Keynes’in çerçevesini çizdiği sosyal devlet
politikaları ile aşılabilmesi söz konusu uzlaşmanın ayaklarını oluşturuyordu.
1974 petrol krizini izleyen yıllarda ise bu uzlaşmayı sürdürmenin koşulları
ortadan kalkmış görünüyordu. Dünya ölçeğinde devrimci yükseliş durmuş, SSCB’nin
önemli yapısal sorunları olduğu anlaşılmış, batı ülkelerinde işçi sınıfı sosyal
demokrasi üzerinden denetim altına alınmış ve kar hadleri iyice düşen
burjuvazinin sosyal refah devletine tahammülü kalmamıştı. Savaştan sonra
ekonomik bölüşümde emeğin payı giderek artmıştı. Ama sermayedarların işçi sınıfına
vermek zorunda kaldıklarını geri istemelerini engelleyecek koşullar azalmıştı.
Petrol üretici ülkelerin petrol fiyatlarına
yüksek oranda zam yapmaları sonucu, 1973- 1974 yıllarında parasal kaynaklar
Arap ülkelerinin elinde toplanmaya ve Batı ülkelerinde dış ödemeler dengesi
açık vermeye başladı. Batı kapitalizminin bu krize cevabı, sosyal refah
devletini tasfiye ederek kar hadlerini yükseltmeye yönelmek oldu. Neoliberal
programı benimsemiş hükümetler, aşırı büyüdüğünü ve hantallaştığını iddia ettikleri
devletlerin elindeki kamu teşebbüslerini ve bu arada eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik gibi kamu hizmetlerini özelleştirme, taşeronlaştırma veya tasfiye etme
yollarıyla devleti hızla küçültmeye başladılar. Refah devleti çökerken, doğal
olarak, onun devletle ilgili temel kabulleri ve siyasal meşruiyet anlayışı da
ihtiyaca uygun olarak dönüştürüldü. Savaş sonrasının ulusal kalkınmacılık ideolojisi, demokratikleşme talebi ile hızla yer değiştirdi. Devletin küçültülmesi ve piyasanın
serbestleştirilmesine yönelik her türlü girişim, sivil toplumun büyümesiyle
özdeştirildi. Büyüyen sivil toplum ise demokratikleşmeyi sağlayacaktı. O halde
devletin küçültülmesi, kendi başına demokratikleşme için yeter şart olmaktaydı.
Cemaatlerin, tarikatların ve etnik ayrımcılığın demokrasi güçleri olarak
görülmesine giden yol açılmış oluyordu. Neoliberalizmin iktidarını
sağlamlaştırabilmesinin en önemli şartlarından biri, işçi sınıfı temelinde
siyaset üreten muhalefeti ideolojik tahakküm altına almaktı. Bu amaçla sivil
toplumcu demokratikleşme ideolojisi, yeni toplumsal hareketlerin yarattığı
zemini kendi güdümündeki muhalefeti inşa etmekte değerlendirdi. Çünkü yeni
toplumsal hareketlerin sorunlara çözüm önerileri, “sistem içi” bir muhalefet
ihtiyacıyla uyumluydu.
Yeni
toplumsal hareketlerin neoliberalizmin güdümlü “sol” muhalefet ihtiyacına
eklemlendiği dört nokta bulunmaktadır:
Birincisi
ve en önemlisi, yeni toplumsal hareketlerin kimlik siyaseti karakteri
taşımasıdır. Böylece işçi sınıfı hareketi etnik, mezhepsel ya da bireysel
talepler ekseninde parçalanmaktadır.
İkincisi, yeni
hareketler ileri sanayi toplumlarının içsel toplumsal çatışmalarının artık
devletçilik, planlı ekonomi, kalkınma, siyasal müdahaleler gibi yollardan
çözülemeyeceğini savunmaktadırlar. İleri sanayi toplumlarında bütün uzlaşmaz
sınıf çelişkilerinin çözülmüş, ekonomik çatışmanın toplumsal zemininin ortadan
kalkmış olmadığı açık bir gerçektir. Buna rağmen yeni toplumsal hareketler,
sosyal refah devletinin tasfiyesinin ideolojik meşrulaşmasına katkı yaparlar.
Üçüncüsü,
siyasal iktidara değil sosyo- kültürel kodlara yönelik bir strateji
izlemeleridir. Böylece iktidar neoliberalizme terkedilirken “sistem karşıtı”
muhalefetin hissesine siyasal iktidarla değil toplumsal iktidar odaklarıyla
mücadele etmek kalmaktadır.
Dördüncüsü, ileri
sanayi toplumlarında yapısal dönüşümlerin ortaya çıktığı ve kapitalist toplumu
açıklamaya yönelik çatışma kuramlarının aşıldığı iddiasıdır. Bu son iddia,
bizatihi kimlik siyasetini savunanlarca yoğun biçimde savunulduğu için üzerinde
kısaca durmayı yararlı görüyoruz.
Yeni toplumsal hareketler, işçi sınıfı hareketi olmadıklarına
göre, yeni bir toplumsal zemine dayanıyor olmalılardı. Gerçekten de aranan yeni
toplumsal zemin “yeni orta sınıf” adıyla
dile getirildi. Buna göre işçi sınıfının yapısında büyük ve yapısal dönüşümler
yaşanmıştır. Hizmet sektöründeki gelişmenin ulaştığı boyutlardan dolayı artık
eskisi gibi bir işçi sınıfından bahsetmek mümkün değildir. Eski sınıf yapısının
yerini artık yeni orta sınıflar
almıştır. Esasen ekonomik açıdan dar gelirli olmayan fakat yükselme fırsatları
da olmayan eğitimli büro çalışanları, beyaz yakalılar, serbest meslek sahipleri
ve üniversite öğrencileri gibi unsurlar ile ev hanımları, işsizler, emekliler
gibi mobilizasyon imkanı bulabilen kesimler yeni orta sınıfın bileşenleriydiler. Kapana kıstırılmışlık duygusu, bu kesimlerin patriarkal ve
bürokratik yapılara başkaldırmasının duygusal temelini oluşturmaktadır. Bu
kesimler, siyasetin geleneksel kurum ve pratiklerinden hüsrana uğramış
kimselerdir. Bu nedenle yeni toplumsal hareketler içinde kendilerini ifade
etmeye yönelmişlerdir. Aslında yaşadığı ülkelerde işçi sınıfının devrimci
dinamizmini kaybetmiş olmasının sonucunda bazı batılı sol aydınların kendilerine
yeni devrimci özneler yaratma çabalarının öncesi de vardı. 1960’ların
sonlarında bazı batılı teorisyenler, kapitalizmin işçi sınıfını “tek boyutlu”
hale getirdiğini, “şeyleştirdiğini”, araçsızlaştırdığını ve devrimci bir rol
oynayamaz kıldığını savunmuşlardı. Buradan hareketle Herbert Marcuse başta olmak üzere
insanlığı sosyalizme götürecek devrimci dinamiği, ileri kapitalizmin çarkları
arasına katılmamış, dolayısıyla henüz sistem tarafından denetim altına
alınmamış kesimlerde arayanlar olmuştu. Öğrenciler, işsizler, marjinaller vs.
gibi sistemle bütünleşmemiş kesimler devrimin yeni toplumsal dayanağı ilan
edilmişti.
Gerçekte kimlik
siyasetlerinin dayanağını oluşturan yeni
orta sınıf iddiaları, işçi sınıfının yapısında meydana gelen
farklılaşmaların mutlaklaştırılması temeline dayalıdır. Sınıf kavramının Weberci bir
tanımı ile birleştirilen somut değişmeler, işçi sınıfının artık herhangi bir
siyasal iddianın toplumsal temelini oluşturamayacağı tezine sıçramak için
kullanılmaktadır. Erbaş ve Coşkun’a göre işçi sınıfının içinde meydana gelen
farklılaşma ve değişimler, kapitalist toplumun sınıfsal çelişmelerinin
aşılmasına yol açmaz. Bunlar değişen koşullara bağlı olarak kapitalist toplumun
kendi içinde meydana gelen değişimlerdir. Çünkü sınıf çatışmaları kapitalizme
içseldir ve bizzat kapitalizm tarafından sürekli yeniden üretilirler.
Günümüzde yeni toplumsal hareketlerin ve
buradan yükselen kimlik siyasetinin teorik savunucuları, postmodernistler ve post
Marksistlerdir. Marksistler ve liberaller, üst kimlik ve kimlik-dışı
siyaseti savunurlar. Bu yaklaşımlarda siyasal öznenin taşıdığı kimliklerin
varlığı ve bunların ifade edilme hakkı kabul edilir, fakat siyaset kimlik
merkezli olarak okunmaz. Bu açıdan kimlik siyasetleri liberaller tarafından da
eleştirilmiştir. Örneğin Amerikan tarihçi Arthur Schlesinger’e göre, kimlik siyasetleri
sivil düzeni bölmeye hizmet eder. Böylece grupların marjinalize edilmesinin
sona erdirilmesine değil aksine marjinalizasyonu sona erdirecek gerçekçi imkan
ve fırsatların harcanmasına yol açarlar. Postmodernistler
ve post Marksistler ise ulusal
kimliklerin bütünleyici, tektipleştirici, dışlayıcı ve baskıcı olduğunu iddia
ederler. Siyasi pratiğin merkezine öznelerin kendilerini tanımladıkları
kimliklerin oturmasından yanadırlar. Örneğin Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’ye göre artık temel hedef
sosyalizmi değil radikal demokrasiyi
kurmaktır. Sosyalizmin hedefi, özünde radikal demokrasiye giden yolda bir aşama
olarak değerlendirilmelidir. Bu durumda kültürel kimliklerin birbirlerini
belirlemeksizin, yan yana durdukları ve sadece söylemsel olarak eklemlendikleri
yeni toplumsal hareketler, radikal demokrasiye varmayı sağlayacak temeli
oluşturmaktadırlar. O halde demokrasiden anlaşılması gereken içerik de etnik,
dini, mezhepsel, cinsel veya kültürel kimliklerin siyasal yaşamın merkezine
oturmasından ibaret olacaktır.
Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251
Yazının ilk bölümü için bkz.
Yazının ikinci bölümü için bkz.