Çarşamba, 18 Mayıs 2011; Aydınlık
Ergenekon’dan İktidara
Ergenekon’dan bir tek çıkış var: iktidar. Diğer bütün kapılar kapanmış ve “tahliye” artık bir seraptır, birinci hüküm budur. Tahliye mi, şimdi sözcüğün en has anlamında bir hayaldir; hem büyüklerin, hem çocukların hayalidir, demek istiyorum. Bunu da ilave ediyorum; Mehmet Ali Birand’ın “Otuz İkinci” Gün programında -Tekvin’deki “Genesis” de diyebiliriz, adı budur- sanıyorum Binbaşı Erol Mütercimler, “Ordu gelirse otuz yıl çıkmaz diyorlar” demişti ve ben de “Otuz yıl Cumhuriyet’e yapılan tahribatı telafi etmeye yetmez” kelamında bulunmuştum. Alt yazıdan başlayarak beni “darbeci” saydılar, hiç alınmadım; ama bu dünyaya “devrimci” doğdum, artık öyle yaşıyorum. Doğrudur, Cumhuriyet’i bir çöle çevirdiler, köleler ve esirlerin yurdudur. Öyleyse, tahliye bir esaretten diğerine bir yoldur ve bu durumda tek yol iktidardır. Başlıyoruz.
Yahudiler’in çok rahatlatıcı bir kapıları var; büyük felaketleri “günahlarımızın kefareti” biliyorlar ve kitaplarına bu gözle bakacak olursak, devamlı “günah” arayışındalar, sanki define avcısıdırlar. Belki araştıra araştıra bana da bulaşmış olmalıdır; biz hangi günahları işledik, hep bu soruya geliyorum. Günahlarımız çoktur.
Şahane Altmışlı Yıllar
Peki, yaşamak mı, eğer yaşı uyuyorsa, “Altmışlı” yıllarda yaşamaktır, bazen “Şahane Altmışlı Yıllar” diyorum. Yaşamamışlarsa, hiç yaşamamışlardır. Herkes çok yüksekti, hepimizin boyu uzamıştı, hedefimiz büyümüştü, en güzel çocuklarımız bu on yılda çıktılar ve biz hepimiz daha güzeldik. Ancak bir, “düşman” yarattık; çok doğrudur, Carl Schmitt ile birlikte tekrarlıyorum, “politika” düşman yaratmaktır. İki, yaraladık. Üç, etkisizleştirmedik, “bertaraf” etmedik; büyük günah budur. Yaralayıp bırakmak, boynumuzu uzatmaktır. Uzattık, bıraktık; günahımızdır.
Çetin Paşa ile, öyle anlaşılıyor, çıkışımız aynı, 1960 yılında ve Paşa Harbiye’den ve ben Mülkiyeden çıkmıştık. İbrahim Paşa, Fırtına, bizden iki yıl sonra olmalıdır, Şükrü Paşa da yakında dönemlerden, hem Harbiye’yi hem de Mülkiye’yi bilmek durumundadır. Harbiyeliler 21 Mayıs 1960 tarihinde yürüdüler ve ben bundan bir haber aldım. Benim “Devrimci” tarifimde de var; dağlar kadar büyük kayaların kılcal damarlar kadar ince yarıklarında, ölmekle yaşamak arasındaki çiçeğin titreşiminden haber çıkarandır; “devrimci” demek istiyorum.
Bütün Türkiye sallanıyordu, gençlerimiz denetleyemediğimiz uç’lara çıktılar; sarsıyorlardı, iktidarı hiç düşünemiyorlardı; “biz” Behice Boran ile Yalçın Küçük, diyelim, güçleri frenlemeye çalışıyorduk; ama biz de “Kürtler vardır” diyorduk, demeye hükümlüydük. Bunu diyorduk ama büyük politik deha Turan Güneş, bundan dolayı, “Yalçın, Kürtleri tutuyorsanız bitersiniz, ama asıl tutmazsanız bitersiniz” demişti. Trajik bir haldeydik, yetiştirdiğimiz gençler bize “pasifist-oportunist” sıfatını yakıştırdılar. Tren uçuruma gidiyordu, görüyorduk; ama “biz” ancak trenin içinde ters yönde koşuyorduk. Yalnız yine de çok güzel günlerdi, bunları bilerek, bir daha ve bin defa yaşamak istiyorum. Hep hazırım.
Doğan Avcıoğlu’nun Yolu
Bu bölüm ise ahmaklar üzerinedir; “cunta” veya “darbe” dediler ve çok zaman yazıları “Doğan Avcıoğlu” adını koydular. Ahmaklar Avcıoğlu’nun yapılması gereken en doğru işi denediğini bilmiyorlar. İki yol vardı; Tip, “sosyalist devrim” ve tabii “iktidar” diyordu ve bunun karşısına “milli demokratik devrim” yolu çıkıyordu. Mihri Belli, Doğu Perinçek, yakında kaybettiğimiz Halit Çelenk, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan yeniden bir deneme yapan Ertuğrul Kürkçü bu yolda idiler. Doğan, bu iki yolu birleştiren adamdır, bu sözü kullanmıyorum, istenirse “Allah’ına kadar” Marksisttir, diyebiliyorum. Mükemmel bir devrimci, çok büyük bir öğretmen, çok kibar bir dosttur. Yetiştirdiklerinden Hasan Cemal, son yıllarında, “sadece Yalçın Küçük ile beraber olmaktan hoşlanıyordu” yollu yazmıştı. Oğlumuz dünyaya gelince “Devrim” adını koyan Doğan’dır. Demek bunları yazacak kabiliyet ve gücüm var.
Benim 12 Mart’ta, Büyük Tevkifat’ta, bir-iki sıyrık dışında fazla darbe almamam bir iki yılı İngiltere’de geçirmemden kaynaklanıyor, “sovyetoloji” çalışıyordum. Ve gelir gelmez, Haziran 1970, Avcıoğlu’na “fırladım”, Devrim Dergisi’nin kapısını Gülseli açmıştı, daha sonra eşi oldu. “Fırtına gibi girdin” derdi, Hasan Cemal de bir odada olmalıdır, çok sert tartıştık. Ne tartıştık; ben Doğan Avcıoğlu’na “yapma, Doğan” demedim, “Doğan, tutamazsın” dedim, hepsi budur. Çok konuştuk, bazı ahmaklar ve cahiller iyice bilmek zorundadırlar. Kürt Meselesi’ni konuştuk, Doğan, “burada hareket serbestimiz yok” dedi, Ordu ile iktidara geliyordu ve Ordu her türlü çözüme karşı çok hassastı. Bu bir, Doğan, hiç kimseden daha az Marksist değildi ve Parti’nin iktidarı aldıktan sonra kurulabileceğini düşünüyordu; hoş Bolşevik Parti de iktidardan sonra kurulmuştur, ekliyorum.
Ama asıl eklemek istediğim şudur; Doğan Ordu’ya gitmedi, Ordu Doğan’a gelmiştir. Yine ilave ediyorum, Ordu’nun tahrik edildiği, yoldan çıkarıldığı sözleri ahmaklara aittir; hareket halindeydi, iktidara susamıştı, yükseklerde idi, bir program peşindeydi, Avcıoğlu bunu hazırlamıştır. Pek çok toplantıda tartışılmıştır. Program son çözümlemede Tip-Mdd karışımıdır, bilmek zorundayız.
Sonraki on yılını daha iyi hazırlamaya ayırdığını söyleyebilirim, yetmişli yıllarda çıkardığı büyük kitaplar sadece hazırlıktılar. Ve Ecevit’i hiç önemsemiyordu; mavi dalgası kısa sürdü, yetmişli yılların ikinci yarısında bir şiddetli iç savaş’ın içine düştük. Günde yirmi kişi katlediliyordu, aydınlarımızın kreması yok ediliyordu, mahalleler bölünmüştü, bizden tarafta “Direniş Komiteleri” vardı, silahlı kadınlarımız sabahlara kadar nöbet tutuyordu. İşte ikinci büyük günahımız buradadır, böyle bir durumda tek yol iktidardır. Ve biz gaflet içindeydik. Elimizi soğuk sudan çıkarıp sıcak suya daldırmadık.
Dönebilir miyim ve tekrar edebilir miyim; bir “Avcıoğlu Konspirasyonu” yoktur, Ordu’nun başarısızlıkla sonuçlanan bir iktidar denemesi var. Bütün Arap Dünyası tazelenmişti, Mısır, Suriye ve Irak anti-emperyalist olmuşlardı, Afrika yenileniyordu. Deneyimli ve zinde Türk subayları bunun dışında kalamamaktadır. Türk gericiliği ise bundan bir tek ders çıkarmıştı, “never again”. 12 Mart Darbesi işte bir kazıma karşı-hareketidir. Kazıma için 27 Mayıs’ı tersine çevirmeyi denediler. “Bir daha asla” dediler.
Ama rüzgar ektiler, fırtına biçtiler.
Bir güzel söz var, “faşizm, iktidarı alamamanın cezasıdır” diyorlar ve ben “almamanın”, düşürememenin kefaretidir, diyorum. Ve bunu ilk defa söylemiyorum, en geç 1976 yılında, yazarı olduğum Cumhuriyet’te “geliyor” deyi bağırıyordum. “Türkiye’de faşizmin temeli İslam’dır” sözü de bana aittir. Haberci’de vardır; ve bu kadar değil, Behice Boran’ın daha sonra hem Uğur Mumcu’ya ve hem bir başkasına “biz yanlıştık, Yalçın doğru idi” dediğini biliyorum. Beni bırakıp kuşku duyanlara gitmişti. Yalnız kalmıştım; DİSK, ne yazık, kendi ellerimizle çökertilmişti. Ancak bir avuç arkadaşım ile bir dergi çıkarttık ve adına “Sosyalist İktidar” dedik. Tarihimizde adı iktidar olan tek dergidir. Demek, iktidar çığlığı atıyorduk ve bir tür kaçık muamelesi görüyorduk. Doğrudur ve eksiktir; biz hepimiz “kaçıktık”, çünkü büyük bir aymazlık içinde iktidarı Kenan Evren’e bırakıyorduk. Kenan evren bir kefarettir.
Neredeyiz
Şimdi iki sonuca gelmiş durumdayız. Bir, Tayyip Erdoğan bulunmuştur ve getirilmiştir. Önceleyenleri var, ancak, islamizasyon ve osmanizasyon Türk Ordusu’nun bulduğu çare ve doktrindir. Solu ve aydını yok etmek ve akıllarınca Kürt hareketini nötralize edebilmek için buldukları tek çare İslamdır. 12 Mart’tan 12 Eylül’e kadar Washington ile Türk büyük zenginleri bunu başardılar. İsrael buradadır; şimdi açıklayabilirim; benim “İsrael Türkiye’de İsrael’den daha güçlüdür” sözü ile kastım budur. Ve şudur, İsrael’in en güçlü olduğu iki kurumdan birisi Hürriyet Gazetesi ise, ikincisi Türk Silahlı Kuvvetleri oldular. Ve Akepe ile Tayyip Erdoğan bir vesile idi, İsrael ve Türk Ordusu ve Tüsiad’ın marifetidir, demek istiyorum.
Öyleyse neredeyiz; Kemal Kılılçdaroğlu, Diyarbakır’dan yıllardır cehepeli olanları bir çukura atıp, Barzani’nin adamı, bir cehepe düşmanı, bir Washington muhibbi Sezgin Tanrıkulu Abdulla’yı milletvekili yapmaktadır. Demek ki, Kılıçdaroğlu bir atını vuran kovboydur. Güzel, Kılıçdaroğlu’nun ihanetine uğramış Diyarbakır Cehepe İl Başkanı Mesut Doğan yakında bir açıklama yaptı; Diyarbakır’da lojmanlarda oy veren 4 bin subay var, diyordu. Bunların dördü cehepe’ye, 996 adeti mhp’ye ve üç bini akepe’ye oy verdiler. Bu istatistiği Türk Ordusu’na borçluyuz ve “İşte Paşam ahval-i umumiye budur”, diyoruz. Bundan önceki seçimden söz ediyorum, geride kaldı, seviniyorum.
İki, Kılıçdaroğlu, Washington ile Tel-Aviv’in en büyük keşfidir. “Ben Kemal’im” diyor; adama sormuşlar, “adın ne” demişler, cevap gelmiş, “mülayim”; buna “bre sert olsa ne çıkar” karşılığını vermişler. Çok biliyoruz ve şu adama bakın, “ben hesap uzmanıyım, hesap bilirim” buyuruyor. Şu söze bakın, hesap uzmanı olarak İslamcılardan alıp milletvekili tayin ettiği Bülent Kuşoğlu, “tekke ve zaviye” açmak üzere meydandadır. Ve sıkılmıyor Kemal Bey, dolaştıkça ihaneti daha çıplak görüyoruz. Şimdi Selvi/Zİlfi Hanım’ı almış, “ben Kemal’im, ben Kemal’im, ben… ben...” deyip dönüyor. Yazık, giderek bu ihaneti Deniz Baykal ile Önder Sav’a yazmamak için kendimi tutuyorum ve Selvi/Zilfi Hanım yerine Nükhet Duru’yu tavsiye ediyorum.
Tüm zamanlarını boş geçirmiş; henüz Türkiye’de bir Başbakan Yardımcısı’nın, hele hele akepe’den birisinin, mail kullanarak torpil istemeyeceğini öğrenememiş. Önümüzde bir çocuk Kemal var. Başka ne var; birisi “bel” edebiyatı yapıyor ve diğeri “ben-rap” söylüyor, manzara-i umumiye işte budur. Sonuçta hem bitiyoruz, hem bitiriyorum.
İktidara Davet
İslami politika tükenmiş ve cehepe çökmüştür.
Kapıda yeni bir iktidara davetiye var.
İslamcı siyaset tükenmiştir ve cehepe bir ihanet ile çökmüştür; çökertilmiştir, diyebiliyorum. Bir boşluk var.
Devam ediyorum, “La kitabe” ve “illa” benim kitaplarım, diyorum. Sadece benim kitaplarımda yazılıdır; “31 Mart” gerici iktidarının kuruluşunda da Silahlı Kuvvetler işbirlikçileri rol aldılar. Ve yine Silivri-Çatalca’dan gelen “gönüllü” Ordu ile devrildiler. Şimdi aynı yerdeyiz.
Şimdi geriye bakıyorum; iyi ki Ergenekon var, bulup çıkaranlara şükran duymaya başlıyorum. Silahlı Kuvvetler’in aslına, 12 Mart öncesine dönüşünde “devrimci” ve istenirse “karşı-devrimci” hareketler etkili oldular. Yavaş yavaş Ordu’ya dönüyoruz.
Ve hala “Balyoz”; şimdi başlarına “balyoz” inmektedir, görüyoruz. Balyozlar iktidara hedeflenmiş haldedir. Çoğunu uzun zamandır Silivri’ye topladılar; okudular ve iktidarın teori ve pratiğini öğrendiler. Bir tek susamışlıkları eksiktir. Veriyoruz.
Ekliyoruz, aydın her yerdedir. 21 Mayıs’ta, İzmit’te, Doğu Kitabevi’nde kitaplarımı imzalamak için oradayım. Ben yoksam, engel çıkarsa, damgam oradadır. Ve sevgilerimle.