7 Temmuz 2015 Salı

"AVRUPA TARZI REJİM DEĞİŞİKLİĞİ..." 2005 Yılında "The Guardian"da yayınlanmış bir makale


 
AVRUPA TARZI REJİM DEĞİŞİKLİĞİ BİZİM MEDENİYETİMİZİN BİR GÖSTERGESİ
 
Önümüzdeki hafta son dakikada bir aksilik olmazsa, muhtemelen Strasbourg'da sessizce kendi halinde bir imza töreni gerçekleşecek. İngiltere Dışişleri Bakanlığı dahi nerede ve ne tarzda bir tören olacağından tam olarak emin değil. Ancak kimse ne bu olayı -Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği için katılım müzakerelerinin başlaması- destekleyen mevcut riskleri ne de isteğin derecesini sorguluyor. Avrupa tarzı rejim değişikliğine hoşgeldiniz.

Paralellikler kaçınılmaz: ABD Müslüman bir ülkede eşi benzeri görülmemiş bir askeri güçle saldırarak rejim değiştirme girişimine koyuldu. AB sessiz sedasız, hemen yanı başındaki Müslüman komşusunda, atık suların değerlendirilmesinden tutun da Kürt azınlığın haklarına kadar pek çok detayın yer aldığı 80 bin sayfalık bir düzenlemeyle şok edici şekilde bir rejim değişikliği girişimine koyuldu. Bir taraf Humvees'ler ve helikopterler gönderirken diğer taraf ise yönetim danışmanlarından, insan hakları avukatlarından ve hijyen uzmanlarından oluşan bir ordu gönderiyor.

Amerikan tarzı rejim değişikliği Irak'ta kaosa dönüştükçe AB, sessiz ve gururlu bir edayla diktatörlük sonrası İspanya ve Portekiz'den, son üyeler Macaristan ve Estonya örneklerine uzanan, farklı çizgideki başarılı rejim değişikliği örneklerinden dem vuruyor.

AB modelinde dramatik değişim için üyelik dürtüsü öne sürülüyor -bir ülke üye olduğunda, içindeki dürtü de ortadan kalkıyor-. Dolayısıyla pek çok eski AB üyesi ülkenin tökezleyeceği yolsuzluk ve atık sular konusunda Türkiye pek çok engeli aşmak zorunda kalacak. "Avrupa Neden Türkiye'yi Kucaklamalı?" broşüründe Steven Everts, bunun "ucuz, hevesli ve bu nedenle de uzun süreli bir rejim değişikliği tarzı" olduğuna dikkat çekiyor.

Bu çeşit bir rejim değişikliği AB'nin ciddi bir küresel aktör olması için öne sürebileceği tek yol -neredeyse son zamanlardaki her uluslararası krizde Bosna'dan Irak'a kadar, iç çekişmeler etkili bir reaksiyonu engelledi-. Bu yüzden, özellikle de İngiltere'de Türkiye'nin AB kuyruğundaki geleceğine parıltılı gözlerle bakan çok sayıda Avrupaseverin (Europhile) olduğunu görmek çok şaşırtıcı değil. Türkiye'nin üyeliğinin avantajlarından oluşan uzun bir listeden bahsediyorlar: Türkiye'nin Kafkaslar ve Orta Doğu ile ilişkilerde taşıdığı stratejik önem, şu anda bu ülkeden geçen kilit önemdeki doğalgaz boru hattı güzergahı, daha genç bir nüfusa sahip olmanın demografik üstünlüğü, 2001 yılından bu yana yıllık ortalama yüzde 25 büyüyen ekonomi, Avrupa'nın arka kapısının uyuşturucu ve insan ticaretine karşı güvenceye alınması.

Bundan başka Türkiye 40 yıldan uzun bir süredir AB üyeliğini arzuluyor; son dönemlerde Brüksel'in takdirini kazanma isteği öylesine doruk noktaya ulaştı ki, laik ve modern görüşlü Kemal Atatürk'ten bu yana görülen en tutku dolu ekonomik ve siyasal programa girişildi. İstanbul'da rejim değişikliği halihazırda devam ediyor, ancak geri döndürülemez değil; Ermeni katliamıyla ilgili olarak yaptığı açıklamalardan ötürü yazar Orhan Pamuk'un ileri bir tarihte yargılanması, Türkiye'de bazılarının tüm süreci baltalamaya çok hevesli olduğunu ortaya koyuyor. Şayet Avrupa Türkiye ile arasını bozarsa, insan haklarının güçlendirilmesi ve istikrarlı bir demokrasinin garanti altına alınması açısından son derece değerli bir fırsat elden kaçırılmış olacak. Çıkarılcak sonuç ise gayet net: Türkiye'nin üyeliği İngiltere'nin elit yazarlarının, hükümetin ve analistlerin yaptığı gibi üzerinde çok fazla kafa yorulacak bir seçim değil.

İngiltere'nin bu hevesini kabartan şey; Türkiye'nin "medeniyetler çatışması" hayaletini baştan savabilme olasılığını sunması. Eğer laik, demokratik ve ekonomik açıdan başarılı bir Müslüman ülke ortaya çıkarsa, İslam'ın demokrasi yahut insan hakları ve modernite ile bağdaşmayacağı yönündeki argümanların kökü kazınacak. Dahası, AB içinde 80 milyon Türk, düzenbaz bir imparatorluk geçmişine sahip Hristiyan beyaz kulübü (her ne kadar bölgede Avrupa gibi Türkiye de böyle bir geçmişe sahip) olarak görülen AB'nin İslam dünyası karşısında itibar eksikliğini giderecek. Netice itibarıyla -acıya son vermek için indirilecek son darbe mahiyetinde- üyelik Avrupa'daki 10 milyon Müslüman azınlığa Avrupa'nın ev sahipliği yapabilme iddiasını artıracak. ABD ile tam bir tezat oluşturarak Avrupa, İslam ile laik batı arasında yeni, müreffeh ve barışçıl bir yerleşim yerine dönüşebilir.

Ancak sorunun özü de burada yatıyor; uçsuz bucaksız Avrupa bu konuya fazla rağbet etmiyor. Ya Müslümanlarla beraber barış içinde yaşayabileceklerine inanmıyorlar ya da böyle bir şeyin Avrupa kimliğini istemedikleri kadar çok sulandırmasından endişe ediyorlar. İngiltere'nin heyecanı sadece Polonya ve İspanya gibi birkaç Avrupa ülkesinde yankı buluyor, kıtanın geri kalanında ise "medeniyetler çatışması" argümanı giderek destek görüyor. Bu nedenden dolayı önümüzdeki pazartesi törenler sönük geçecek. Kimsenin bu rejim değişikliği projesini güle oynaya kutlamak gibi bir arzusu yok -Avrupa halklarında korku yaratıyor-. Eurobarometer'in son kamuoyu yoklamasında rakamlar her şeyi anlatıyor: Avusturyalıların yüzde 80'i, Fransızların yüzde 70'i ve Almanların yüzde 74'ü karşı. Türkiye'nin üyeliğinin kendi çıkarlarına olacağına milyonlarca insanı inandırmak çok zor olacak.

Katılım süreci en az on yıl sürecek ve bu zaman zarfında hem AB hem de Türkiye'nin dramatik bir şekilde değişmesi mümkün, ancak süreci çekici kılan şey, tartışmaların gerginleşmesiyle (kimse zorlu geçeceğini inkar etmiyor, Türklerin "berbat müzakereciler" oldukları iddia ediliyor, her detay ulusal gurura dönüştürülüyor) Avrupa'nın hayati seçeneklerinin ortaya konulması olacak.

Bireysel çıkarlar -daha kabaca genç Türkler Avrupalı yaşlıların emekli aylıklarını ödeyebilirler- dünya üzerindeki ekonomik ve demografik etkisini kaybettiğinin farkında olan güvensiz Avrupa gibi öngörülemez kimlik politikalarına feda edilebilir mi? Avrupa köprüleri bir anda atıp kendisini çok daha kısıtlı bir şekilde tarihi Hristiyan kimliğiyle tanımlamaya cüret edebilir mi?

Bireysel çıkarlar o kadar da aşikar değil: Avrupalı siyasetçilerin bu konu üzerinde daha detaylı açıklama yapmaları gerekiyor. Jeostratejik düşünce tarzı ortalama seçmene kolay hitap etmez, ucuz Türk iş gücü ile yutulmayacaklarına ikna olmaları lazım. Serbest iş gücü dolaşımı diğer Doğu Avrupa ülkelerine yapıldığı gibi kesintiye uğratılabilir, 2022 yılından önce yürürlüğe girmesi düşük bir ihtimal. Benzer şekilde yapısal fonlar, Anadolu'nun kırsal kesimi tarafından mideye indirilemez, muhtemelen bu fonlar Türkiye tarafından 2020 yılına karar kullanılamayacak.

Ancak Türkiye'nin üyeliğine destek konusunda ketum davranmak, siyasetçilerin Türkiye'nin kışkırtmasıyla kendi içlerinde duygusal tuzağa düşmekten çekindikleri Almanya'da oldukça yaygın bir yaklaşım. Bir köşe yazarına göre, Avusturya ve Almanya hala Viyana 16'ncı yüzyılda Osmanlı Türklerinin kuşatması altındayken orduyu uyandıran yaban kazlarının seslerini düşünüyor.

Bu derece ulusal kimliği işlemiş geçmişten gelen derin kökler taşıyan bir tarih bir anda geride bırakılabilir mi? Tüm dünyada Ruanda ve Güney Afrika gibi yerlerde bu sorundan dolayı insanlar farklı şekillerde birbirlerini boğazlıyorlar. AB'nin tarım fonları ve diplomasisi müspet olanı başarabilir. Şayet bizzat Avrupa tüm bu gıpta edilen refahına ve değer verdiği toleransına ve özgürlük değerlerine rağmen başarısız olursa ve tarihin kazanmasına göz yumarsa nasıl bir yankı yaratacak? Türkiye'nin önümüzdeki yıllardaki katılım sürecini, Avrupa'nın medeniyet derecesinin bir göstergesi olarak yakından izleyin.
 
The Guardian
26 Eylül 2005
Makalenin İngilizce Aslı İçin Bakınız: