AVRUPA TARZI REJİM DEĞİŞİKLİĞİ BİZİM MEDENİYETİMİZİN BİR GÖSTERGESİ
Önümüzdeki hafta son dakikada bir
aksilik olmazsa, muhtemelen Strasbourg'da sessizce kendi halinde bir imza
töreni gerçekleşecek. İngiltere Dışişleri Bakanlığı dahi nerede ve ne tarzda
bir tören olacağından tam olarak emin değil. Ancak kimse ne bu olayı
-Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği için katılım müzakerelerinin başlaması-
destekleyen mevcut riskleri ne de isteğin derecesini sorguluyor. Avrupa tarzı
rejim değişikliğine hoşgeldiniz.
Paralellikler kaçınılmaz: ABD Müslüman
bir ülkede eşi benzeri görülmemiş bir askeri güçle saldırarak rejim değiştirme
girişimine koyuldu. AB sessiz sedasız, hemen yanı başındaki Müslüman
komşusunda, atık suların değerlendirilmesinden tutun da Kürt azınlığın
haklarına kadar pek çok detayın yer aldığı 80 bin sayfalık bir düzenlemeyle şok
edici şekilde bir rejim değişikliği girişimine koyuldu. Bir taraf Humvees'ler
ve helikopterler gönderirken diğer taraf ise yönetim danışmanlarından, insan
hakları avukatlarından ve hijyen uzmanlarından oluşan bir ordu gönderiyor.
Amerikan tarzı rejim değişikliği Irak'ta
kaosa dönüştükçe AB, sessiz ve gururlu bir edayla diktatörlük sonrası İspanya
ve Portekiz'den, son üyeler Macaristan ve Estonya örneklerine uzanan, farklı
çizgideki başarılı rejim değişikliği örneklerinden dem vuruyor.
AB modelinde dramatik değişim için
üyelik dürtüsü öne sürülüyor -bir ülke üye olduğunda, içindeki dürtü de ortadan
kalkıyor-. Dolayısıyla pek çok eski AB üyesi ülkenin tökezleyeceği yolsuzluk ve
atık sular konusunda Türkiye pek çok engeli aşmak zorunda kalacak. "Avrupa
Neden Türkiye'yi Kucaklamalı?" broşüründe Steven Everts, bunun "ucuz,
hevesli ve bu nedenle de uzun süreli bir rejim değişikliği tarzı" olduğuna
dikkat çekiyor.
Bu çeşit bir rejim değişikliği AB'nin
ciddi bir küresel aktör olması için öne sürebileceği tek yol -neredeyse son
zamanlardaki her uluslararası krizde Bosna'dan Irak'a kadar, iç çekişmeler
etkili bir reaksiyonu engelledi-. Bu yüzden, özellikle de İngiltere'de
Türkiye'nin AB kuyruğundaki geleceğine parıltılı gözlerle bakan çok sayıda
Avrupaseverin (Europhile) olduğunu görmek çok şaşırtıcı değil. Türkiye'nin
üyeliğinin avantajlarından oluşan uzun bir listeden bahsediyorlar: Türkiye'nin
Kafkaslar ve Orta Doğu ile ilişkilerde taşıdığı stratejik önem, şu anda bu
ülkeden geçen kilit önemdeki doğalgaz boru hattı güzergahı, daha genç bir
nüfusa sahip olmanın demografik üstünlüğü, 2001 yılından bu yana yıllık
ortalama yüzde 25 büyüyen ekonomi, Avrupa'nın arka kapısının uyuşturucu ve
insan ticaretine karşı güvenceye alınması.
Bundan başka Türkiye 40 yıldan uzun bir
süredir AB üyeliğini arzuluyor; son dönemlerde Brüksel'in takdirini kazanma
isteği öylesine doruk noktaya ulaştı ki, laik ve modern görüşlü Kemal
Atatürk'ten bu yana görülen en tutku dolu ekonomik ve siyasal programa
girişildi. İstanbul'da rejim değişikliği halihazırda devam ediyor, ancak geri
döndürülemez değil; Ermeni katliamıyla ilgili olarak yaptığı açıklamalardan
ötürü yazar Orhan Pamuk'un ileri bir tarihte yargılanması, Türkiye'de
bazılarının tüm süreci baltalamaya çok hevesli olduğunu ortaya koyuyor. Şayet
Avrupa Türkiye ile arasını bozarsa, insan haklarının güçlendirilmesi ve
istikrarlı bir demokrasinin garanti altına alınması açısından son derece
değerli bir fırsat elden kaçırılmış olacak. Çıkarılcak sonuç ise gayet net:
Türkiye'nin üyeliği İngiltere'nin elit yazarlarının, hükümetin ve analistlerin
yaptığı gibi üzerinde çok fazla kafa yorulacak bir seçim değil.
İngiltere'nin bu hevesini kabartan şey;
Türkiye'nin "medeniyetler çatışması" hayaletini baştan savabilme
olasılığını sunması. Eğer laik, demokratik ve ekonomik açıdan başarılı bir
Müslüman ülke ortaya çıkarsa, İslam'ın demokrasi yahut insan hakları ve modernite
ile bağdaşmayacağı yönündeki argümanların kökü kazınacak. Dahası, AB içinde 80
milyon Türk, düzenbaz bir imparatorluk geçmişine sahip Hristiyan beyaz kulübü
(her ne kadar bölgede Avrupa gibi Türkiye de böyle bir geçmişe sahip) olarak
görülen AB'nin İslam dünyası karşısında itibar eksikliğini giderecek. Netice
itibarıyla -acıya son vermek için indirilecek son darbe mahiyetinde- üyelik
Avrupa'daki 10 milyon Müslüman azınlığa Avrupa'nın ev sahipliği yapabilme
iddiasını artıracak. ABD ile tam bir tezat oluşturarak Avrupa, İslam ile laik
batı arasında yeni, müreffeh ve barışçıl bir yerleşim yerine dönüşebilir.
Ancak sorunun özü de burada yatıyor;
uçsuz bucaksız Avrupa bu konuya fazla rağbet etmiyor. Ya Müslümanlarla beraber
barış içinde yaşayabileceklerine inanmıyorlar ya da böyle bir şeyin Avrupa
kimliğini istemedikleri kadar çok sulandırmasından endişe ediyorlar.
İngiltere'nin heyecanı sadece Polonya ve İspanya gibi birkaç Avrupa ülkesinde
yankı buluyor, kıtanın geri kalanında ise "medeniyetler çatışması"
argümanı giderek destek görüyor. Bu nedenden dolayı önümüzdeki pazartesi
törenler sönük geçecek. Kimsenin bu rejim değişikliği projesini güle oynaya
kutlamak gibi bir arzusu yok -Avrupa halklarında korku yaratıyor-.
Eurobarometer'in son kamuoyu yoklamasında rakamlar her şeyi anlatıyor:
Avusturyalıların yüzde 80'i, Fransızların yüzde 70'i ve Almanların yüzde 74'ü
karşı. Türkiye'nin üyeliğinin kendi çıkarlarına olacağına milyonlarca insanı
inandırmak çok zor olacak.
Katılım süreci en az on yıl sürecek ve
bu zaman zarfında hem AB hem de Türkiye'nin dramatik bir şekilde değişmesi
mümkün, ancak süreci çekici kılan şey, tartışmaların gerginleşmesiyle (kimse
zorlu geçeceğini inkar etmiyor, Türklerin "berbat müzakereciler"
oldukları iddia ediliyor, her detay ulusal gurura dönüştürülüyor) Avrupa'nın
hayati seçeneklerinin ortaya konulması olacak.
Bireysel çıkarlar -daha kabaca genç
Türkler Avrupalı yaşlıların emekli aylıklarını ödeyebilirler- dünya üzerindeki
ekonomik ve demografik etkisini kaybettiğinin farkında olan güvensiz Avrupa
gibi öngörülemez kimlik politikalarına feda edilebilir mi? Avrupa köprüleri bir
anda atıp kendisini çok daha kısıtlı bir şekilde tarihi Hristiyan kimliğiyle
tanımlamaya cüret edebilir mi?
Bireysel çıkarlar o kadar da aşikar
değil: Avrupalı siyasetçilerin bu konu üzerinde daha detaylı açıklama yapmaları
gerekiyor. Jeostratejik düşünce tarzı ortalama seçmene kolay hitap etmez, ucuz
Türk iş gücü ile yutulmayacaklarına ikna olmaları lazım. Serbest iş gücü
dolaşımı diğer Doğu Avrupa ülkelerine yapıldığı gibi kesintiye uğratılabilir,
2022 yılından önce yürürlüğe girmesi düşük bir ihtimal. Benzer şekilde yapısal
fonlar, Anadolu'nun kırsal kesimi tarafından mideye indirilemez, muhtemelen bu
fonlar Türkiye tarafından 2020 yılına karar kullanılamayacak.
Ancak Türkiye'nin üyeliğine destek
konusunda ketum davranmak, siyasetçilerin Türkiye'nin kışkırtmasıyla kendi
içlerinde duygusal tuzağa düşmekten çekindikleri Almanya'da oldukça yaygın bir
yaklaşım. Bir köşe yazarına göre, Avusturya ve Almanya hala Viyana 16'ncı yüzyılda
Osmanlı Türklerinin kuşatması altındayken orduyu uyandıran yaban kazlarının
seslerini düşünüyor.
Bu derece ulusal kimliği işlemiş
geçmişten gelen derin kökler taşıyan bir tarih bir anda geride bırakılabilir
mi? Tüm dünyada Ruanda ve Güney Afrika gibi yerlerde bu sorundan dolayı
insanlar farklı şekillerde birbirlerini boğazlıyorlar. AB'nin tarım fonları ve
diplomasisi müspet olanı başarabilir. Şayet bizzat Avrupa tüm bu gıpta edilen
refahına ve değer verdiği toleransına ve özgürlük değerlerine rağmen başarısız
olursa ve tarihin kazanmasına göz yumarsa nasıl bir yankı yaratacak?
Türkiye'nin önümüzdeki yıllardaki katılım sürecini, Avrupa'nın medeniyet
derecesinin bir göstergesi olarak yakından izleyin.