1 Ağustos 2017 Salı

Türkiye'nin Tanımı

Yetmişli yıllarda devrimci hareketlerin bildirileri ve bildirgeleri kısa bir tanıtım cümlesiyle başlardı: “Türkiye emperyalizme bağımlı yarı-feodal bir kapitalist ülkedir” ya da “Türkiye doğusunda feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü azgelişmiş bir kapitalist ülkedir.”

Günümüzde tek bir cümle içinde böylesine kolay bir tanımlama yapamayız. Ortaya şöyle bir şey çıkar: “Türkiye iktisadi altyapısı küresel kapitalizmin denetimine bırakılmış, bütün varlıkları özelleştirilmiş; Atlantik ile Avrasya arasında halat gibi gerilirken Sünni ülkelerle iş yapmak için güneye doğru kaçmaya çalışan eş-dost-ahbap kapitalisti bir ülkedir.”

Devlet’in geleneksel olarak üç korkusu vardı: komünizm, irtica ve bölücülük. Birincisiyle mücadele yarım asır sürdü ve ülkenin bütün ilerici entelektüel potansiyelini tüketerek meydanı ikincisine bıraktı. İkincisi (irtica) BOP eşbaşkanlığı projesiyle iktidara getirildi ve üçüncüsüyle (bölücülük) ittifak kurarak (çözüm süreci) emperyal bölgesel planı uygulamaya yöneldi.

Fakat iktidarı oluşturan irtica bloku kendi içinde çatladı. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, siyasi iktidar varlığını borçlu olduğu emperyalizmin çizdiği sınırları aşarak Sünni temelde bir altemperyalist taşeron rolü oynamaya çalıştı (bkz. Davutoğlu, “Stratejik Derinlik”) ve kendi içindeki Cemaat’in “dinlerarası diyalog” ve “tam bağımlılık” çizgisine ters düştü; ikincisi, iktidarın nimetlerini Amerikan emperyalizminin ajanı/komiseri olarak kendisine teknik destek veren cemaatle paylaşmak istemedi. Ayrıca siyasi iktidar “bölücülük” sorununu özerklik, federasyon vs yoluyla değil, şiddet yoluyla ve mezhep kardeşliği temelinde (ulusal birlik temelinde değil) çözmeye karar verdi. Bu çelişkiler 15 Temmuz darbe girişimine yol açtı.

Darbe girişimi siyasi iktidara ulusal birliği güçlendirme ve Atlantik sisteminden uzaklaşarak dengeli bir dış politika izleme imkânı ve fırsatı sağladı. Fakat siyasi iktidarın dayandığı cemaatler ve tarikatlar koalisyonu bu imkânı değerlendirecek donanımdan yoksundu ve geleneksel Türk diplomasisi derin bir tahribata uğramıştı. Siyasi iktidar mecburen “Rabia” vurgusunu güçlendirmeye, yani ümmetçiliği milliyetçilik gibi göstermeye, Millî Eğitim’i Diyanet’e bağlayarak cihat idealini yüceltmeye, silahlı milis gücü örgütlemeye, Ortadoğu’daki bütün radikal dinci akımların “seküler kültür”e olan düşmanlığını kendi kitlesi içinde yaygınlaştırmaya yöneldi, rant-talan ve kara/sıcak paraya dayanan iktisat politikalarını sürdürdü.

Siyasi iktidar tabiatı gereği başka türlü davranamazdı. Her siyasi iktidar bizzat güçlendirdiği zenginler sınıfına yaslanmak, kendi sivil toplumunun ideolojik temellerini güçlendirmek zorundadır. Bu nedenle mevcut siyasi iktidar, kamulaştırma ve iktisadi planlama yapamaz; liyakat esasını ve bilimi temel alarak, böylece kendi ideolojik temellerini zayıflatarak iktidarını sürdüremez. Herhalde laik ve bilimsel eğitime kendiliğinden dönmesini, özelleştirdiği varlıkları kamulaştırmasını vs beklemiyoruz. Akıllanmanın sınırı siyasi öznenin varlık sınırını aşamaz.

Bu süreçte siyasi iktidar iki vahim hata yaptı: Birincisi, anayasal rejimi değiştirerek parlamentoyu zayıflatan bir başkanlık sistemi getirdi ve ikincisi, Türk Ordusu’nun emir komuta ve eğitim sistemini bozarak onu kendi siyasi iradesine bağımlı hale getirmeye çalıştı. Rejim değişikliği bütün dünyada bir Sünni diktatörlük izlenimi yarattı. Ne Avrupa ne Rusya ne de İran (ne de Suriye, Irak vs) yanıbaşında ne yapacağı belli olmayan bir “Sünni diktatörlük” ister. Ordunun siyasi iradeye bağlanması ise hem mevcut iktidar açısından tehlikelidir (ne de olsa hâlâ NATO ordusu) hem de ülke için bir beka sorunudur.

Şu anki durum, gâvurca “limbo” (ne yana devrileceği belli olmayan bir sınırda durma hali) ya da “interregnum” (eski olanın yıkıldığı ama yeni olanın yerleşmediği ara dönem) terimlerine denk düşüyor. Demokrasi ve özgürlük ne batıdan gelir, ne hegemona mâlum olur, ne de zembille gökten iner. Ulus-devleti savunan (ümmetçi değil ulusalcı olan, ümmeti değil milleti esas alan), laikliği ve aydınlanmanın değerlerini savunmaktan utanmayan, “istiklâl-i tam” ilkesine bağlı bir kurucu irade gerekir.

Yavuz ALOGAN
Aydınlık/25.07.2017