Adı ‘sol’da geçen bir insan vatanını ve hukuk’u savunur, adı sol’da geçen bir insan hiçbir şekilde başka topraklara savaş açmaz. Hangi ad hangi gerekçe olursa olsun başka topraklarda savaşa müdahil olmaz.
Görünen o ki en temel sol değerleri bir daha hatırlatmalıyız, Orta-Doğu topraklarında dünya Musa’dan beri (patlak bir top gibi) ilahi bir yırtıkla patlatılmıştır. Musa’dan önce her şeyin bir ‘ruhu’ vardı. Musa’dan sonra herkesin kendine özel ve sadece kendini koruyan bir Tanrısı oldu. O gün bugün bu topraklarda her birinin Tanrısı diğerinin Tanrısıyla bin yıllardır savaş halinde. Sol’un tanrısı herkesi eşitleyen hukuktur. Sol’un Tanrısı kimseyi kimseden ayırt etmeyen imtiyaz tanımayan hakkı adaleti ve dünya nimetlerini herkesle bölüşen herkesin Tanrısı’dır.
Bu ilahi yırtık ikiyüz yıldır işte bu herkesin hukuku ve haklarıyla tamir edilmeye çalışıyor. Papa’nın Fetullah’ın Cübbeli hocaların tanrısıyla uzaktan yakından hiçbir alakamız yoktur. Onların kavramları onların argümanları onların savaşlarıyla ebediyyen hiçbir işimiz yoktur.
Bu kendine yontan tanrıların canavarları bir de kaşla göz arasında savaşa karşı duranlara bin yılların yalanı demogojisiyle ‘milli olamaz’ demeye başladı, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ lafı milli değil mi?
Kendilerine ‘milli’ deyip savaşa girmeyi kendilerine hak görenler ruhları ebediyen yırtılmış’ ve II. Dünya savaşıyla gördük ki iflah olmaları mümkün olmayan saldırgan canavarlardır.
İnsanlık ahlakı ve hukuk’a saygı göstermek vatanı ve insanlığı sevmenin en güzel ve en modern siyasi ifadesidir.
Bu topraklarda yüz yıl önce ‘milli’ bir devlet kuruldu ve toprakları üstünde herkesi ve sınırlarını ‘hukukla’ koruyor.
Hukuk’a ve demokratik değerlere saygınız, vatanseverlikle vahşi saldırgan milliyetçilik arasındaki çok kalın ayrımı gösterir.
Adı ‘sol’da geçen herkes bu çok büyük tehlikeli ayrımın farkındadır.
İşte Avrupa Birliği, Avrupa Birliği’nin sınırları vardır. İşte Avrupa, bağımsız bir kıtadır. İşte göçmen tartışmasıyla nihayet büyük felsefi tartışma sonuçlarını gösterdi, Avrupa vatandaşı olmak için Avrupalı olmak şarttır. Ve Avrupa en eski ismiyle hala ‘hristiyandır’.
Ancak Avrupalı değerlerin Avrupalı hukuk’un sınırları yoktur, siz de bu değerler ve bu hukuk’la ‘sınırlarınızı’ korumakla görevlisiniz, egemenlik hakkı o toprak üstünde yaşayanlarındır, devredilemez ve başkalarının ‘egemenlik’ haklarını başka toprakları çiğneyemezsiniz.
Adı ‘sol’da geçenler yaşadığı topraklar üstünde insanlarını halkını yeni nesillerini bu evrensel değerlerle yetiştirmek öğretmek uyarmak zorundadır.
İlahi yırtıklar ve Tanrıların bitmeyen savaşıyla işimiz yoktur, işimiz herkesi eşitleyen herkesi insan birey yurttaş yapan değerleri hayatımıza siyasetimize sokmaya çalışmaktır.
Şiir, edebiyat, siyaset, roman, şarkı, sanat, bütün harika yeteneklerimizle hizmetinde bulunacağımız vazgeçilmez asla taviz verilmez değerlerimiz, ezcümle bunlardır.
Bu değerlere bağlılığı yazılarımızla kişiliğimizle ve yaşadığımız siyasetin her anında gösterebilmeliyiz, bu değerlere sımsıkı sarılacak sadakatimiz olmalı, açlık yokluk işkence sansür her şeye rağmen onurla savunabilmeliyiz.
Atatürk hiçbir zaman solcu olmadı, solcu olduğunu da hiç deklare etmedi, CHP’nin öncelikli olarak solcu olmaya da ihtiyacı yoktur, CHP’nin eski ve yeni genel başkanları sözcüleri, bağımsızlık savaşına ve cumhuriyet’e ve hukuk düzenine ve sınırlarımızın yurtta sulh cihanda sulh düsturuyla savunulmasına sahip çıksınlar, yeter.
Bu değerler hepimiz ve ülkemiz için vazgeçilmez kazanımlardır, hiç kimse de bugünlerde CHP’den sosyal demokratlığın özü olan sömürü ve vahşi kapitalizme karşı bir savaş dahi beklemiyor, eldeki ‘kazanımları’ savunun, kafidir, diyor.
Öyle sert korkunç günler yaşıyoruz ki tazminatları fırsat eşitliğini istihdamı destekleyecek sol politikaları dahi çoktan unuttuk gözden çıkardık, bugünler de herkes yana yakıla hiç değilse eldeki hukuki kazanımlarını kaybetmeyelim derdine düştü.
Kardeşlerim, bir savaşa girersek, her şeyimizi kaybederiz, savaşa girenler zaten komşudakini değil elimizdekini almak için savaşa giriyor.
Bu savaş bir maç değildir ki skoru bir sonucu olsun, yenilgi sonsuzdur, çünkü yenilgi ‘ahlakta’ ‘vicdanda’ ve irademizde ‘ölümcül bir yara’ açar.
Bu yüzden yazarı çizeri okuyucu seçmeniyle sıkı durmak sağlam durmak dik durmak zorundayız.
Ancak aydınlarımızın hali ortada, işte, Rize’de tabiatını korumak isteyen çevreci bir solcu öğretmen Metin Lokumcu öldürüldüğünde, sol liberal adıyla elli yıldır yazılar yazan Murat Belge’nin lafları, Metin Lokumcu’yu Ergenekonculukla darbecilikle suçlaması.
‘ARKA ARKAYA GEÇMİŞLER’
Ne adına? İslamcı iktidara yakın durmak adına!
İşte Etyen Mahçupyan! Üsluba ve karakterine bakar mısınız, iki ağanın adamları birbirine girmiş, öbür ağanın adamlarına ‘arka arkaya geçmişler’ gibi en lümpenlerin dahi ağzından çıkmayacak adi porno kelimelerle konuşuyor.
Canı yanmış olmalı, canını yakan şey, iktidar ağalarının sofrasında yer kapıp kapmama kavgası.
Etyen Mahçupyan’dan bir Tolstoy olmasını kimse beklemiyor ama bu kadar ‘çakal’ bir dilin arkasını insan merak ediyor!
Ağır kapalı imalı çetrefil cümlelerle yazıp çizmeyi marifet sanan bir yazarı bu kadar ağır ‘duygusal’ boşalıma sürükleyen açığa düşüren nedir?
Kapalı çetrefil yazılar gitmiş canı yanmış şiddet görmüş cıscıbıldak bir feryatla pornografik küfürler savuruyor!
Buldok kafası taşıyan bu çirkin yazarlardan nicesini tanıdık, hepsi zor okunmayı süsleme yapıp satmayı bir marifetmiş sanıyor.
Sırf cemaatten maaş alıyor diye yıllarca Hrant’ın öldürülmesi üzerine tek bir şüphesini dahi dile getirememiş zavallı köleler!
Kaba saba kurduğu pek muhtemel kendisinin de anlamadığı cümleler inşa ederek özentili yarı aydınları kandırmayı başarmış uyanık sinsi bir zeka.
Çünkü ülkemizde Orhan Pamuklardan ve 80’li yılların depresif şairlerinden beri çok hastalıklı bir okuyucu türü oluştu, bu okuyucuya göre, bilgi ancak çok kapalı çok imalı çok çetrefilli olursa, o kadar ‘derin entelektüel’ olduğunu sanıyorlar.
Bu yüzden okuduğunu her defasında yine anlamayıp saçma sapan katır kutur cümlelere ‘heyt be!” işte ‘entelektüel’ diyen aklından zoru olan ahmak bir okuyucu türünü yetiştiren de yine kendileri.
Yazarın .okunda inci arayan okuyucular! Bakın Etyen ağbiniz canı yanınca ne kadar açık ne kadar anlaşılır cümleler kuruyor.
‘Arka arkaya geçmişler’ cümlesini okudunuz işte bu kadar basit, otuz yıl sonra nihayet kendini şahsiyetini entelektüel kariyerini anladığımız bir cümlesine rastladık.
Demek ki derdini karmaşık cümlelere dolambaçlara baş vurmadan kısa yoldan anlatabilme yeteneği varmış, ancak bunun için canı yanması gerekiyormuş.
Ama endişemiz, normal yazarlar gibi açık anlaşılır yazabilme yeteneği de, işte bu: ‘arka arkaya geçmişler!!
TRENCİLİK OYNUYORMUŞ
Peki kim arka arkaya geçip trencilik oynuyormuş, cumhurbaşkanımızın danışmanları!
Yanisi sarayda ‘trencilik mi?’ oynanıyor, söyleyene bakın: danışman!
Kardeşlerim yeteneği olmayan insanlar zarif olamaz, saf ve yalın cümleler kuramaz, kurdukları karmaşık cümleler kellerini örten peruklarıdır, işte gördünüz: malınız ortadadır.
Cemaatin sofrasında ağızları sulanan yemek tabaklarına bakıp gözleri pörtleyip ziftlenen insanlardan ne bekliyordunuz, bakalım sırada başka hangi çirkin hayvanlıklar var, meraktayız.
Hukuk’u kurumlarıyla bir şeyhe teslim eden enine boyuna adilik ve kabalık taşan mistik bir bürokratik kadro içinde porno meraklısı bu zihniyetten başka ne bekliyordunuz?
Oysa onlarca sol liberal bu aydınlarla otuz yıl öncesinden ortak noktalarımız vardı, çünkü ‘aynı’ kitapları aynı literatürü aynı tarihleri aynı sosyolojileri okuyorduk.
Hatırlayalım ilk gençlik yıllarımızı, bir zamanlar ‘yabancılaşmaya’ taktık, nice külliyat devirdik, bir zaman ‘hegemonyaya’ taktık, bir zaman ‘özelleştirmeye’ bir zaman ‘sömürüye’, bir zaman‘sivil topluma’ sivilleşmeye, bir zaman iletişim teorilerine, bir zaman dilbilimine,bir zaman şizofreniye psikiyatriye, bir zaman post modern tartışmalara taktık, her dönem yeni bir kütüphane devirdik.
İnsanoğlu bu saatten sonra bin yıl tek satır yazı eleştiri kaleme almasa dahi bu son iki yüzyılda insanlığı bin yıl idare edecek müthiş filozoflar tanıdık!
Hepsi ‘ilahi yırtık’ı dikmekle görevli, binlerce filozof…
BİN TAKLA ATTILAR
Bu kadar külliyatı bunca filozofları bütün bu birikimleri bütün kazanımları gidip bir şeyhin eline verdiler, yetmedi, bir kimlik lafıdır uydurup, uğruna iç savaş çıkartmayı göze alıp, bu birikimi gidip emperyalizmin ajanlarına köpeklerine teslim ettiler.
Halide Edip Adıvar, Behice Boran, Sabiha Sertel gibi cumhuriyetle yetişen abide kadınlar varken gidip Nazlı Ilıcaklar’ın troliçelerin götüne girdiler.
Mustafa Kemal, Kazım Karabekir gibi muhteşem kahramanlar varken gidip Kandil’in elini öptüler.
1789’dan 1917’den ve cumhuriyet’ten soylu fikirleri ve onurlu simalarından bugün ne kaldı elimizde?
Tarih dolu kazanımları tarih kadar derin entelektüel birikimi, kimlerle çar çur edip yediler?
Tayyip’e cemaate sığınıp ordusunu hukuk dışı casus iftiralarıyla suçlayıp ‘tarih’ kadar derin birikimi ajanlarla yatıp kalkıp heba edip rezil rüsvay oldular.
İnsanlığın en büyük zekalarından topladıkları bilgileri nasıl çarpıtıp nerelerde ne adına kullandılar?
Cemaatten ve İslamcı iktidardan maaş para alıp sofralarına oturmak için bin takla attılar, herhalde bu ballı sofranın hatırı için ‘birikimlerini’ sağ muhafazakar mahfillerde konuşturdular.
İşçiye işçi dahi diyemediler.
Kendilerine birey yurttaş hiç diyemediler.
Eklemlendikleri yerlere kul tebaa dahi olamadılar.
Ülkemizin adını söyleyemediler, cumhuriyet’ten şöyle bir yazı hiç döşeyemediler, bir ‘hukuk’ kalmıştı, onu da yetmez ama evetle Amerikan istihbaratı müridlere peşkeş çektiler.
Ne oldu?
Özgürlük özgürlük diye boş laflar edip bir gram özgürlüğe muhtaç kaldık, demokrasi demokrasi deyip bir gram demokrasiye hasret kaldık, işimiz gücümüz bitti şimdi trenciliğe başladık.
Sömürgeciliğe emperyalizme karşı nice kitaplar okuduk, ne oldu, nerde bu kitaplar, ne işe yaradı?
Mark’ın Kant’ın Niçe’nin hiç hatırı kalmadı üstlerinde ama şeyhiniz İslamcı liderinizin hatırına onlarca yıl ballayıp yalayıp kıvırtıp cilalayıp döşediniz.
Ah kardeşlerim,tarih ya da edebiyat alanında savundukları direndikleri tek bir ‘kale’ olmadı.
Otuz yıl öncesinden başa alalım bu serüveni, olaylar yavaş yavaş gelişti.
1980’li yıllarda başlayan Reaganizm Thatcherizm Özalizm politikalarını hatırlayalım.
Yeni sağ politikalar özelleştirme furyaları, sendikaların tazminatların hakların ölümü, taşeronlaşma.
Ve holdinglerin yazarları kullanma dönemi. Güya post-modern ama gerçekte hayatsız kurgular eserler.
Televizyonla yeni yazar türünün ortaya çıkması, reklamın kişilik ve şahsiyet için her şey haline gelmesi.
Büyük medya patronlarının güçlü sendika ve direnen sivil kurumları ezerken işte bu ‘oynak’ yazarların vahşi kapitalizme can simidi olması.
Ne çok kafa karışıklığı yarattılar, ne çok!
İşçilerin çalışanların somut hakları yerine bir ‘insan hakları’ kavramının sadece krema sanıp cazibe yaratıp, sonunda gördük ki bu hak sadece patronların hakkıymış.
On yıllarca aralıksız her yazıda kimlik siyasetini merkezi bir yere taşıdılar, sandık ki hepimizin bir kimliği olacakmış, iç savaşa odun taşıdılar.
Mesleki kariyer sahiplerinin uzmanların yerini işte böyle ekranların her şeyi bilen her şeye hükmeden kurulmuş pilli bebek liberal aydınları aldı.
Gerçekçi karşılıkları olmayan soyut özgürlük soyut insan hakları büyük medyada ekranlarda otuz yıl ne çok rağbet gördü, sonra jeton geç düştü, özgürlük yazılarının tümü Amerikan savaşlarına önünü açmak için kasıtla kurgulandı.
Televizyon olmadan fikirlerini söyleyebilen aydın türü kalmadı kalanları da yok sayarak imha ettiler.
Sol gelenekten aydınlanma geleneğinden gelen onlarcası yüzlercisi dinci yapılarla porno yalama yıkama işbirliğine girdi basamak basamak önemli hale getirilip makamlandı maaşlandı.
Sayelerinde bireyin yurttaşın özgürlükleri yerini vahşi çağdışı fetvaların özgürlüğüne bıraktı.
İnsanlar işçiler öğrenciler yoksullar işsizler değil, sonunda ‘din’ özgürlüğüne kavuştu, hacılar hocalar şeyhler işidler Taliban zihniyet siyaseti sayelerinde ele geçirdi, hala oturmuş masal anlatıyorlar.
Aydınlanmanın tarih kadar derin filozofların onca okunmuş kitaplarına soğuk ve donuk sözlerine öngörülerine, ne oldu, hegemonyaya kim oturdu, kimlere peşkeş çektiler?
Bir sincap dahi ileriki günlerde yemek için bin ayrı deliğe toprağa fındıklarını gömer, ilerde lazım olur diye.
Kendilerini insan yapan kendilerini kişi yapan kendilerine vicdan onur öğreten bütün değerleri şeyhlerin İslamcıların maaşlarını almak için her kelimenin her deliğini boşluğunu fırsat bulup büküp oyup kandırıp yiyip harcadılar.
İnsan bir fındık tanesi kadar bir yerde bir ‘onur’ bırakır, her şey bittiğinde hüzünle ağzını tatlandırırdı, yok, sıfıra sıfır.
Hukuk diyemiyorlar, ‘sınırlarımız’ diyemiyorlar, ‘savaşa’ karşıyız diyemiyorlar, adlarını verip onurlarını dahi savunamıyorlar.
Bırakın ‘insanları’ aydınlatmayı, bırakın ‘kazanımları’ savunmayı direnmeyi, kendilerini rezaletten fitneden ahlaksızlıktan riyakarlıktan koruyacak tek bir saygın cümleleri kalmadı.
Özentili yarı aydınlar cennetini görünce iştahları açıldı, özentili yarı aydınları kandırırsak biz bu piyasada çok ekmek yeriz deyip, insanlığın en değerli en hassas kavramlarına bilim adamı ahlakı demeden hücuma geçtiler.
Ben ‘bu kadar kitap okudum’, bu kitaplar sayesinde bir ‘cümle’ her bir yazı için ‘bir çerçeve’ kurarım ve hacılara müritlere ‘satarım’ sandılar.
Okudukları kitapların bir insanlık çığlığı bir insanlık direnişi insanlığın son kalesi olduğunu, kepaze olup yaşanmış bir hayat sonrası şahit olduk ki hiç anlamışlar.
O kitapların sesini duyan herkesin sorumlu olduğunu unuttular, çünkü kitapla düşünceyle hiç ‘yorulmadılar’, hayvani enerjilerini İslamcı iktidara en yüksek payeleri vermek için fişe taktılar.
Ya da şeyhlere ve İslamcı iktidara bu kadar ruhsuz ve bu kadar hayvanca bir aşk’la bağlanmak için ruhunu satan bu şeytan karakterleri, anlayan varsa bize de anlatsın!
Karaladıkları, karmaşa, içinden çıkılmaz anlaşılmaz yüzlerce yazıdan ve yaşanmış bir hayattan, ne kaldı geriye?
Güya ellerine aldıkları koca Aydınlanma ve müthiş mucize modernizm macerasından mektebinden binlerce kitaptan, geriye ne kaldı?
O kitapların saf neşesini ve ileriyi gören merceklerini, eski zaman Afrika yerlisi gibi hiç anlayamamış ya fare gibi kemirmişler ya muska totem gibi yazılarına takmışlar.
O mucize kitapların kütüphanelerdeki mutluluk içindeki uykularını rüyalarını hiç anlayamamış o rüyalara bir yorum getirememiş ve hiçbir cümlesini üstlerine vazife almamışlar.
Sırf maaş alabilmek için bu kütüphane dolusu ışık selini akıllarınca ortaçağın köhne karanlık ağızlarına argo tabirle‘okutmuşlar’.
Sırf dincilere satmak için banka soyar gibi kütüphane soymuşlar.
Avrupa akademilerini birikimi soyup iç edip kainatın imamına çakma sultana satmışlar!
Nihat Genç
Odatv.com / 17.02.2016