27 Şubat 2016 Cumartesi

Savaşa giderken


Büyük savaşların öncü çatışmaları başladığında tarafların kendilerini haklı göstermek için öne sürdükleri gerekçelerin hiçbiri doğru değildir. 

Saldırıya geçen taraflar her zaman hareketlerini meşru gösterirler: BM’nin falanca kararına uymuşlardır, “angajman kuralları”na göre hareket etmişlerdir; 1939’da Almanlar Polonya’da zulme uğrayan ırkdaşlarını kurtarmak için sınırı geçmişlerdir ya da 1914’te İngiltere denizlerde ve Rusya karada Alman Birliği’ni kuşatıp yok etmeye çalışmaktadır; Balkanlar’da masum halklar katledilmekte, büyük devletlerin çıkarları tehlikeye girmektedir. 

Cepheden gelen ilk haberlerin hepsi yalandır. Bütün güçler ilk olayları kendi stratejilerine uygun yalanlarla süslerler, küçük gerçekleri abartırlar. Mesela Pazar gecesi geç saatlerde bazı yabancı ajanslar, “Kuzeyden Türkiye, güneyden IŞİD, Suriye birliklerini ve PYD mevzilerini bombalıyor” gibi haberler yaymıştır. 

Aslında kimse savaş istemez, herkes derhal “ateşkes” ister. Fakat yayılacağı varsa savaş giderek yayılır. 1938 Münih Anlaşması’yla herkes Avrupa’da barışın güvence altına alındığını sanmıştı; geçenlerde yine Münih’te yapılan Suriye Destek Grubu toplantısında da çatışmaların bir hafta içinde durdurulması kararı alındı. Bir yandan barış ilan eder, öte yandan savaş hazırlıklarını sürdürürler. Çatışmasızlık kararının mürekkebi kurumadan Suudi uçakları NATO üssü İncirlik’e yerleştirilir. 

Saldırılar icat edilir, provokasyonlar yapılır; kitleler, bazen de bütün bir ulus manipüle edilir (bkz. Davutoğlu’nun Erzincan ajitasyonu). Tam da denildiği gibi “savaşlarda ilk katledilen hakikatin kendisi” olur.

‘DEVLETİN SAĞLIĞI’

İdeolojik dönüşüm, sessiz devrim, rejim değişikliği kavşaklarında savaşlar daha da tehlikelidir, çünkü o anda iktidarda olan güçlere yarar. Bu yüzden filozof Randolph Bourne, “Savaş devletin sağlığıdır,” demiştir. Bu sözle savaşın, devleti ve iktidarda olan hükümeti beslediğini kastetmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcını Bourne şu sözlerle tanımlar: “Savaş, amacın ve etkinliğin, sürünün en alt düzeyine ve en uzak dallarına bir akım gibi iletilmesini sağlar ... Halatın boşluğu alınır, çatışan akımlar ortadan kalkar ve ulus, hantal ve yavaş biçimde, ancak gittikçe hızlanarak ve bütünleşerek büyük amaca, savaşta olmanın getirdiği uysallığa doğru hareket eder.” 

Savaş durumunda bütün iç hesaplaşmalar belirsiz bir geleceğe ertelenir; ortalığı “jingo”lar, savaş çığırtkanları, şovenistler sarar (bkz. AKP yandaşı medyanın bir aydır yaptığı savaş çığırtkanlığı).

Marksistler savaşların iktisadi nedenleri olduğunu, büyük güçlerin pazarları ve kaynakları paylaşmak için savaş çıkarmak zorunda olduklarını söylerler. Lenin, mesela, mali sermaye ve tekelleşme olgusunu paylaşım savaşlarının sebebi olarak görür. Mali sermayenin sanallaştığını, sermaye birikim modelinin işlemediğini, çöküş halindeki kapitalist tekeller ile oligarkların can havliyle kıt iktisadi kaynaklara hâkim olmak için ulusları yok edip, halkları biçtiğini görseydi ne derdi acaba? 

Büyük savaşlarda küçük güçler ezilir ve dağılır. Burada “haklı ve haksız savaşlar” ve “yurt savunması” kavramlarıyla karşılaşıyoruz. Büyük güçlerin bölmeye çalıştığı ülkeler bütün sınıflarıyla birlikte kendi yurtlarını savunurlar. Ancak yayılmacı maceralarla ve akıl almaz politikalarla kendi ülkelerini bölünmenin eşiğine getirerek savaş felaketine sürükleyen, bütün dünyayı karşısına alan iktidarlar “yurt savunması” yapamazlar. Ayrıca mafya tarzı örgütlenmiş kanunsuz iktidarların, derinleşen savaş ortamında kendi selametleri için emperyalist güçlere veremeyecekleri taviz yoktur. Bu yüzden, Mao Zedung’un dünya savaşı olasılığı için dediği gibi: “Sığınakları derin kazmak [yani ileriyi görmek-Y.A.] gerekir.”


Yavuz ALOGAN / Aydınlık- 16.02.2016