Büyük krizlerin eşiğine gelmiş toplumların en önemli sorunu, insanın kayıtsızlaşması, siyasi görüşlerinin belirsizleşmesidir. Siyaseten yönünü kaybeden insan her gün ekranlardan üzerine yağmur gibi yağan sözlü ve görüntülü uyaranlar arasında giderek kaybolur. Kapitalist toplumlarda merkez medyanın işlevi, yurttaşlara sürekli biçimde “her şey yolunda” mesajı vermek, onları eğlendirip avutmak, hayatın tam da olması gerektiği gibi olduğuna inandırmaktır.
Ortalama insan, yaklaşan bir felaket ya da buna benzer bir şey kendi hayatına dokunmadığı sürece ani bir bilinç sıçraması yaşamaz. Elbette bir şeylere muhalif ya da taraftardır, olaylara tepki gösterir, fakat ancak uzaklarda patlayan bir barajın suları kendi evinin içine gelince ya da uzak bir savaşın şiddetine yaşadığı ortamda maruz kalınca harekete geçer. Sosyal olan ve olmayan medyanın görevi sürekli bir zihin karmaşası ve tatmin duygusu yaratarak insanların örgütlenmesini, harekete geçmesini mümkün olduğu kadar geciktirmektir.
Bu karmaşa içinde en önemlisi, elbette ideolojik görüşlerin etkisizleşmesidir. Çoğu insan benimsediğini iddia ettiği ideolojik tutumu zamanla bir tür aksesuar gibi taşımaya başlar. Aksesuar yerli yerinde durur ve sizin mesela bir sosyalist, bir Kemalist, sosyal demokrat, bir tür Troçkist ya da anarşist vs olduğunuzu gösterir. Fakat ideolojik tutumunuzun gerektirdiği eylemin içinde olamadığınız; başka deyişle, toplumun içinde kendi siyasi görüşünüzü savunabileceğiniz bir mevzi kuramadığınız için düşünceleriniz eyleminizi, gündelik hayatınızın akışını belirlemez.
Mesela kendinizi fena halde “Atatürkçü” olarak görürsünüz; Kemalizm’in altı oklu bayrağını, laisizmi, hatta ulus-devlet anlayışını çoktan geminin bordasından aşağı atmış, el değiştirmiş, işbirlikçi CHP’ye, “Atatürk’ün kurduğu partidir” ve -ara nağme olarak- “aman oylar bölünmesin” diye gidip her seçimde oy verirsiniz ve siyasi görüşünüz ile eyleminiz arasında bir çelişki yokmuş gibi davranırsınız. Partiniz Anayasa çalışmalarında AKP’yle anlaşıp Kurucu ilkelerin tabutuna son çiviyi çakarken belki uyanırsınız.
Ya da mesela feci şekilde sosyalist, hatta kararlı Bolşevik olabilirsiz; anti-emperyalizmi her bildirinin başına devrimciliğin vazgeçilmez şartı olarak yazabilirsiniz; fakat PKK’nin savaş ağalarına karşı bir türlü tavır alamaz, her defasında neo-liberallerin dümen suyunda gidersiniz. Biden’ın “barış için akademisyenler bildirisi”ni övmesi, Leyla Zana’nın Devlet’ten taleplerini Avrupa Parlamentosu’ndan seslendirmesi; haydi bunları bir yana bırakalım, İsrail’in “İran ile Türkiye arasında bir Kürdistan kurulmalıdır” demesi, hatta ABD askerlerinin PYD’lilerle bizzat fotoğraf çektirmesi bile içinizde “Lan, n’oluyor!” diye bir kuşku kıvılcımı çakmaz; Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”ndan alıntılar yapıp, Stalingrat/Barselona barikat savaşlarıyla analoji yaparsınız. Memleket bölünme, iç savaş ve işgalin eşiğine geldiğinde belki silkinip “Bu demokratik özerklik ne iştir?” diye soracaksınız ama kim bilir o zaman emperyalizmin ve neo-liberalizmin hangi barikatında uyanmış olacaksınız. Benzetmek gibi olmasın ama insanın aklına Baasçılara karşı emperyalistlerle işbirliği yapan Irak Komünist Partisi geliyor.
Özetle, kriz dönemlerinde siyasi görüşlerin anlaşılabilir, belirgin ve programatik olması gerekiyor. Lenin’in “Nisan Tezleri” gibi...
Yavuz ALOGAN- Aydınlık/09.02.2016