9 Şubat 2016 Salı

Demokrasiye inanmak


Gerçek ile efsane arasında tercih yapmaları istendiğinde insanların çoğunlukla ikincisini seçtikleri saptanmış. Birincisi, biraz yavan geldiği, ikincisi ise insanlara umut verdiği için olsa gerek. 

Demokrasi yirminci yüzyılın en büyük efsanelerinden biridir. Asla kaybedilmemesi, hep yeniden kazanılması, sürekli geliştirilmesi gerekir. Evrensel oy hakkına sahip insanlar kendi yöneticilerini seçiyorlar, kendi aralarında örgütlenerek taleplerde bulunuyorlar; haklarını ve özgürlüklerini sürekli genişletmeye, çoğaltmaya çalışıyorlar, devlet de yasalar çerçevesinde bütün mücadele kanallarını açık tutuyor. Çok güzel!

Burjuva toplumlarında demokrasinin işlemesini sağlayan yapıya devlet, devletin örgütlenmesini ve yurttaşların sorumluluğunu belirleyen sözleşmeye de anayasa deniyor.

Eric Hobsbawm, bir yazısında, etkili bir demokratik yönetimin çok fazla koşul gerektirmediğini söyler. Bu koşullar, özetle, devletin meşruiyetinin olması, yurttaşların bu meşruiyete rıza göstermeleri ve devletin ülke içindeki muhalif grupların arasını bulma yeteneğine sahip olmasıdır. Bunlar yoksa demokrasi kesintiye uğramakta, devlet kendi içinde bölünmekte ve toplum sürekli bir iç savaşa sürüklenmektedir. 

Sosyalistler için burjuva toplumunda demokrasi bir tür yanılsamadır. “Marksizmin Bir Karikatürü” adlı broşüründe Lenin bu yanılsamayı şu sözlerle ifade eder: “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir; ama aynı zamanda kapitalizm, kitlelerde demokratik esintiler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır.”

Demokrasi bir hayal, yanılsama ya da efsane olsa bile kapitalizmin yarattığı demokratik kurumlara sahip çıkmak, bunları güçlendirmeye çalışmak gerekir.

Fakat günümüzde emperyalizmin yaydığı demokrasi hayali, geçmişteki benzerlerinden çok farklı. Toplumun içindeki sınıfların, çıkar gruplarının ve tekil yurttaşların demokrasi talepleri, yerlerini giderek etnik ve dini grupların özgürlük ve devletten görece bağımsızlık taleplerine bırakıyor. Böylece demokrasi, ulus-devletlerin atomize olarak “küresel” kapitalist piyasanın insafına terk edilmesi yönünde toplumun önünde sallanan bir havuca dönüşüyor. 

Yani siz işçi sınıfının apolitikleştiği ve sendikasızlaştığı bir ortamda, toplumun içindeki otuz altı etnik gruba özerklik, sivil toplum kisvesine bürünmüş tarikat ve cemaatlere özgürlük tanıdığınız zaman (bunu “demokrasi” sanarak) aslında modern olmayan, arkaik bir ortaçağ toplumu istemiş, ancak emperyalizmin kazanabileceği bir iç savaşın kapılarını açmış oluyorsunuz. 

Bu durumda, mesela iktidarda bir Sünni partisi, muhalefette bir Alevi partisi, gene parlamentoda bir Türk partisi, onun yanında bir Kürt partisi olur. Siyasi yapı bu şekilde kurulursa, devlet ve/ya da devlet benzeri yapılar bu kesimler arasında rekabet konusu haline gelecek ve toplum, Hobsbawm’ın dediği gibi, sürekli bir iç savaşa sürüklenecektir. 

Ulusal birlik, üniter devlet ve yurttaşlık hukuku yoksa, demokrasi de yok. Bugünün, içinde yaşadığımız anın gerçeği budur, gerisi sadece efsane ve yanılsamadır. Bu yüzden gerçeği, burnumuzun önünde sallanıp duran demokrasi, özgürlükçü demokrasi, demokratik özerklik gibi havuçlara feda etmeyelim. 

Gerçeğin efsaneden farkı, eninde sonunda onunla yüzleşecek olmamızdır.

Yavuz ALOGAN- Aydınlık/23.01.2016