23 Ağustos 2016 Salı

Unutmayalım!




68 Gençlik Hareketi, başladığı yerde, Paris’te sona erdi. Öğrenci hareketi grevlerle birleşince de Gaulle bir helikoptere binip Almanya’ya geçti ve oradaki NATO’ya bağlı Fransız birliklerini Paris’e sevk etti. Hükümet işçi ücretlerine % 15 zam yapınca sendikalar geri çekildi ve öğrenci hareketi toplumsal desteğini kaybederek dağıldı.

Dağılan kitlenin en gözü kara unsurları kapitalizmle ve devletle hesaplaşmak için silahlı şiddete yöneldiler. Almanya’da Baader-Meinhof, İtalya’da Kızıl Tugaylar, İngiltere’de Öfkeli Tugaylar, Fransa’da Action Direct, İspanya’da Grapo, ABD’de Weathermen ... saymakla bitmez.

Türkiye’de de aynı şey oldu. 68 hareketinin, ardından gelen Dev-Genç’in ana kitlesi dağılınca silahlı eylemler başladı. Teoriler hazırdı: şehir gerillası, kentlerin kırlardan kuşatılması; Che Guevara, Lin Piao, Marighella, Giap vs. O dönemde böyle şeyler, var olmayan nesnel koşulları kitabi bir gözlükle hayal edince mümkün görünüyordu.

Fakat bizdeki hareketleri diğerleriyle, söz gelimi Baader-Meinhof’la kıyasladığımız zaman arada muazzam bir fark olduğu görülür. Onlar yargıçları, polisleri öldürüp onlarca banka soydular, patronları vurdular, Filistin’li gruplarla işbirliği yaparak uçak kaçırdılar. Bizimkiler ise halktan koparak tecrit oldular ve kendilerini öldürttüler. Üstelik onlar Avrupa’daki benzerleri gibi nihilist-anarşist bir çizgide değildiler; milli demokratik devrim hareketlerinden geliyorlar, tam bağımsızlık ilkesini savunuyorlardı; biri hariç hiçbirinin Kemalist Devrim’le sorunu yoktu; hemen hepsi sağcı hükümetlerin 61 Anayasası’nı ihlal ettiğini söylüyor, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını istiyordu. Öğrenci hareketi sırasında devletin örgütlediği para-militer grupların saldırısına uğradıkları için silahlanmaya başlamışlar, kuşatılmışlık duygusu dönemin devrimci teorileriyle birleşince somut durumun somut analizinden koparak kendi güçlerini abartmışlardı.

ACIMASIZLIK

Aslında anlatmak istediğimiz bu olaylar değil; bugünden bakıldığında, Avrupa devletlerinin tepki ve yöntemleri ile bizde uygulanan acımasızlık ve toplu yıkım arasındaki çarpıcı farkı ortaya koymak.

Orada devletler silahlı grupları kitleden ayırarak onları fikren ve bazen de fizikî olarak imha ettiler. Fakat bunu yaparken toplumun dokusunu, kültürel yapısını parçalamaya, ülkelerinin bütün aydınlanma birikimini yok etmeye kalkışmadılar. Bizim devlet ise ülkenin NATO’ya girmesiyle başlayan antikomünist histeriyi daha da genişletip bütün topluma yayarak bir cadı avı başlattı; köy öğretmeninden üniversite rektörüne kadar, şairinden romancısından tiyatrocusuna kadar laik dünya görüşünü benimsemiş, aydınlanmacı, okuyan yazan, üreten ne kadar insan varsa hepsini “komünisttir” diye ezmeye, toplumun dışına sürmeye, cezaevlerinde çürütmeye kalkıştı; Kemalist aydınlanma hareketinin doğal olarak sola yönelen köklerini tahrip etti; muazzam bir kitap, aydın, kültür düşmanlığı yarattı. Modern zamanlarda kitabı suç unsuru olarak teşhir eden, delil olarak mahkemeye sunan pek az ülke vardır. Sonraki iki kuşak bu yıkımdan etkilenecekti.

ÖNGÖRÜSÜZLÜK

Bu öngörüsüzlüğün pek çok sonucu oldu. En vahimi, toplumun kültürel çöküşüdür. Devletin aydınlanmaya ve yurtseverliğin her türlüsüne “komünizm” diyerek uyguladığı baskı, popülist merkez-sağ düşüncenin de katkısıyla toplumu yozlaştırdı. 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezciliği, Cumhuriyet ve aydınlanma düşmanı ne kadar tarikat, cemaat ve gerici düşünce varsa hepsini merkeze taşıdı; devlet kurumlarının, üniversitelerin, sendikaların içine yerleştirdi (Amerikan emperyalizminin “Yeşil Kuşak” dönemi!). Sonunda siyasi iktidarın tamamı Cumhuriyet ve aydınlanma düşmanlarının eline geçti.

TARİHÎ MECBURİYET

Geldik bugüne!... Şimdi soruyorlar: Kara Kuvvetleri’nin imamı kim? Ya da şöyle haberler: Deniz Kuvvetleri’nin imamı yurt dışına kaçtı; 18 FETÖ’cü general var; 1700 muvazzaf subay şüpheli vs. Amerikancı cunta geleneğinin, tarihin şu son perdesinde, bu kez FETÖ kılığında boy gösterdiğini anlıyoruz. Kanunlar nizamlar, iç ve dış yönetmelikler muvacehesinde soruşturma yapıyorlarmış! Adaletin var olmayan hassas terazisi bu kadar kaba bir yükü nasıl tartacak?

Cumhuriyet’in köklerine dönüş elbette tarihî bir mecburiyettir. Sosyalistlerin de mecburiyetidir. Dönülemezse, bu bölgede Türkiye diye bir ülke kalmaz. Ancak buraya nasıl gelindiğini, “kökü dışarıda” devlet aklının sorumluluğunu unutmayalım.


Yavuz ALOGAN
Aydınlık/16.07.2016