21 Eylül’de ozgur-gundem.com sitesinde Cengiz Baysoy
imzasıyla “Sosyalizm kavramı Demokratik Özerklik kavramından geri bir
kavramdır” başlığıyla (ve iddiasıyla) bir yazı yayımlandı. Yazının solda tepki
çekmesi ve tartışma yaratması kaçınılmaz görünüyor. Nitekim birkaç ‘salvo’
geldi bile. Ben de bu konuya dair birkaç kelam etmek istiyorum. Zira solda
mücadele birliğini sağlamaya dönük güncel girişimler varken, bu girişimi
kendine rakip gören Kürt Hareketi’nin sosyalizme karşı kendi demokratik
özerklik projesini savunan bir ideolojik mücadeleye girişmesini bekliyordum. Bu
“demokratik özerklik” tartışmasının açılması kaçınılmazdı. Baysoy, yazısıyla
tartışmayı açmış oldu. Bu tür bir tartışma, sosyalist soldaki birlik sürecinde
kafaların netleşmesine ve birliğin daha sağlıklı bir içerik kazanmasına da
vesile olabilir. Kuşkusuz kendini sosyalist olarak tanımlayan ve HDP içinde yer
alan yapıların ne derece doğru bir karar aldıklarının muhasebesine
girişmelerini de tetikleyecektir.
Önce Baysoy’un temel
savunularını anlayalım. Temel iddiayı barındıran kısımları alıntılayalım:
“Sosyalizm için kurucu olan ‘temsil’dir.
Sosyalizm emekçiler adına bu mülkiyet hakkını bir temsil ilişkisi olan
‘devlet’e devreder. İşte sosyalizm kavramının kilitlendiği nokta burasıdır.
Devlet mülkiyetini emeğin üretici güçler üzerindeki gücü olarak
görmesidir…
“Sosyalizm kavramı emeği ücretli emek
altında sınıflaştırmaktan çıkaramamış, tam tersine toplumsal birikim adına
emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaya devam ettirmiştir.”
Alıntılanan görüşlerden anlıyoruz ki
yazar sosyalizmi ücretli emeği ve devleti ortadan kaldırmadığı için
eleştiriyor, yıkılmasını buna bağlıyor ve çözümü de sosyalizm ile komünizm
arasında kendi icat ettiği bir aşamaya atlamakta (komünalizm) görüyor. Buna göre bugünden devleti ve ücretlendirmeyi,
dolayısıyla parayı ortadan kaldırmak mümkün! Yazar kendi ‘komünalizm’ tasavvuru ile Demokratik Özerkliğin aynı veya çok
benzer bir şey olduğunu düşünüyor ve bu yüzden Demokratik Özerkliğin
sosyalizmden daha ileri bir ‘kavrama’ tekabül ettiğini öne sürüyor.
Şimdi üretici güçler yeterince
gelişmemişken devlet, para, ücret v.b. ortadan kaldırılabilir mi türünden bir
tartışmaya girmek istemiyorum. Zira hem bu yazının sınırlarını aşar hem de bu
tür yanıtlar zaten yazara bolca verilecektir diye tahmin ediyorum. Ben başka
bir açıdan, belki yazarın da kendi bakış açısının içerisinden kabul edebileceği
bir yerden eleştireceğim.
Ama önce anlamak gerekiyor. Yazının
yayımlandığı siteden öğrendiğimize göre Baysoy, Otonom Dergisi’nin editörüdür
ve ‘Otonomist Marksizm’ diye bilinen
ve Negri’nin fikirlerini temel alan uluslararası
hareketin ülkemizdeki bir fikirsel temsilcisi durumundadır. Üstte alıntıladığım
görüşlerinde de Otonomist Marksizm’den tanıdık argümanlar bolca bulunuyor
zaten.
HDP’de net bir teorik temele oturtulmakta
zorlanan Demokratik Özerklik fikri sanırım bu çevre tarafından kendi Otonomist
görüşlerinin benimsetilmesi için bir fırsat olarak algılandı. Demokratik
Özerkliğin teorik temelinin Otonomist
Marksizm olması için hamle yapmışlar gibi görünüyor. Bu hamleleri ne kadar
başarılı olur, Kürt Hareketi tarafından ne kadar dikkate alınır ve Demokratik
Özerklik ile Otonomizm arasındaki yakınlık hangi boyuta varır henüz bilmiyoruz.
Ama bundan bağımsız olarak yazarın savunucusu olduğu temel görüşler üzerine
düşünmekte fayda var.
“Otonomist
Marksizm” akımının görüşlerini özetlemeye çalışayım: Komünizmin
kurulabilmesi sınıf mücadelesi üzerinden giderek yapılamaz. Çünkü sınıf
mücadelesi, ‘ücretli emek’ ile ‘sermaye (sınıfı)’ arasındaki diyalektik
çelişkiyi yansıtır. Oysa sermaye tam da bu diyalektik ilişki içerisinde özgür
emeği sınıflaştırarak ‘ücretli emek’ haline getirmektedir. Çünkü ücretli emek
olmadan sermaye olmaz. Başka bir deyişle, emeğin ‘ücretli emek’ olarak
sınıflaşması ve bu yönde bir sınıf kimliği edinmesi, sermayenin kendini yeniden
üretmesini doğurur. Sınıf mücadelesi, ücretli emek olarak sınıflaştırılmaya bir
itirazı olmayıp sadece bir sınıf olarak daha fazla hak istemeye odaklandığı
için özünde reformisttir ve sermaye sınıfını yeniden üretmeye yaramaktadır.
Sistemi antagonistik bir krize sokup toplumsal kurtuluşu getirecek esas vurgu
ise emeğin ‘ücretli emek’ olarak sınıflaştırılmayı reddetmesidir. Baysoy’un,
yazısında sosyalizmi ücretli emeği ortadan kaldırmadığı için eleştirmesi ve
bunun yerine emeğin ‘elbirliğini’ savunması buna dayanmaktadır. Bu görüşe göre
devletin, sınıfların, ücretin veya paranın ortadan kaldırılmasının ‘üretici
güçlerin gelişimiyle’ ilgisi yoktur. Marksizm-Leninizm, komünizmi üretici
güçlerin yeterli gelişimi gösterip bir bolluk toplumunun ortaya çıkmasının
ardına ertelediği için ekonomik indirgemecilik ve erekselcilikle eleştirilir.
Marksizm-Leninizm bu bakımdan hata yapmıştır zira zihnini sınıf mücadelesi
fikrine kaptırmıştır. Sınıf mücadelesinin diyalektik (uzlaşır) çelişkisinin antagonistik
(uzlaşmaz) karakter kazanacağı o politik ve ekonomik bunalım dönemi (‘devrimci
durum’) gelene dek devrimi erteleyen bir teori üretmiştir. Oysa diyalektik
işleyiş (veya sınıf mücadelesi) üzerinden gidildiğinde varılacak yer bir devlet
kapitalizminden öte olamaz. Zira bu ‘devrim’ ücretli emeği (yani emeğin
sınıflaştırılarak ücretli emek haline getirilmesini) ortadan kaldırmamış,
sadece patronu değiştirmiştir (burjuva gitmiş bürokratik devlet gelmiştir).
Yapılacak iş, sınıf mücadelesine değil sınıflaştırılmaktan çıkmaya
odaklanmaktır. Sınıf mücadelesi ‘evrim döneminde’ reformları ve sosyal
demokrasiyi, iktisadi krizin derinleştiği ‘devrim döneminde’ ise devlet
kapitalizmini getirir. Oysa esas önemli olan ise temsiliyet ilişkilerini
aşabilmektir. Sınıf mücadelesi üzerinden hareket edilirse sınıfsal hak kazanımı
ve temsiliyet ilişkilerinde birtakım kazanımlar (sosyal haklar ve siyasal
demokrasi) elde edilecek ama bir sınıf olarak kalmaktan kurtulunmuş
olunmayacaktır.
Evet, Otonomizm’in görüşleri kısaca bu
şekilde özetlenebilir. Bu fikirlerin ontoloji ve etik alanıyla da bağı
güçlüdür. Etik alanıyla bağı güçlüdür (ve zaten Baysoy da yazısında
‘etik-politik’ vurgusu yapıyor) çünkü ihtiyaca dayalı, ücretin olmadığı bir
paylaşımı bugünden gerçekleştirebilmek için toplumun her bireyinin sağlam bir
etik duygusunun olması gerekir! Ontolojik vurgu da güçlüdür zira burada üretici
güçlerin gelişiminin sınıfları ve sınıf mücadelesini belirlemesi, haliyle
devrim konusunun da bu kapsamda ele alınmasını gerektiren “bildiğimiz
Marksizm’e” toplu bir itiraz vardır. Otonomistler için Marks’ın 1848’den önceki
görüşleri makbuldür. Çünkü Marks henüz mücadeleyi iktisadi belirlenimlere
kapatmamıştır. Eğer komünizme, sınıflaştırılmaya itiraz ederek, yani emeği
‘ücretli emek’ olarak sınıflaşmaktan çıkmaya teşvik ederek (bu yönde bir ortak
kurucu politik arzuyu üreterek) geçilebilirse o zaman devrim fikri iktisadi
koşulların bağından kurtulmuş demektir. Otonomizm, Spinozacı bir ontolojiyle
bağlantılıdır. Kendini gerçekleştirmeye dönük kurucu toplumsal arzu nosyonu
temel önemdedir. Çünkü Spinoza’da hak, kullandığın kadarıyla vardır.
Otonomizmin, materyalizmle değil ama diyalektikle ciddi sorunu vardır. Keza
sınıf değil sınıftan kurtulma vurgusu ön planda olduğu için Negri ‘işçi sınıfı’ veya ‘halk’ vurgusundan
ziyade ‘çokluk’ vurgusu yapmıştır. Buna göre sınıfsızlaşacak kitlelerin sadece
ekonomik değil pek çok sorunları ve çözüm arzuları vardır ve mülksüzlerin
politik öznellikleri çokludur. Haliyle ulusal bir sorun da komünalizm mücadelesinde
politikleştirilebilmektedir.
Bunlar genel olarak dünya Otonomist Marksist hareketinin
Negri’den, Spinoza’dan, Deleuze’den, hatta Nietzche ve Foucault’tan damıtarak
oluşturduğu görüşlerdir. Açıkçası bu görüşlerin önemli kısmına katılıyor ve
sayılan isimlerden öğrenilecek pek çok şey olduğu kanaatini taşıyorum. Üstte ‘o
kadar iyi’ özetleyebilmemin sebebi budur. Bu yüzden Baysoy’a başka bir yerden
(üretici güçlerin gelişimi veya sınıf mücadelesi vurgusundan değil, üstte
özetlediğim genel kavrayış içerisinden) eleştiri getirmek istiyorum.
Komünizmi kuracak olan, kitlelerdir.
Dışarıdaki gerçek insanlardır. Otonomistlerin
deyimiyle ‘çokluktur’ diyelim. Otonomist
Marksizm’in kavrayışı, ‘çokluğun’ uyumlu ve kardeşçe eylemesini temel
almaktadır. Eğer çokluğun kitlesel uyumu o veya bu sebepten (ekonomik, cinsel,
dinsel, ulusal v.b. herhangi bir sebepten) bozulursa, yani kardeşlik olmazsa
emeğin kendini olumlama pratiği gündemden kalkar. Emeğin, dolayım ve temsiliyet
ilişkilerini aşıp kendi yaşamını kurmak üzere doğrudan etkin olması ancak
emeğin iç uyumuyla söz konusu olabilir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik bir
zincirin halkaları gibi birbiriyle ilişkilidir. Kardeşlik olmazsa özgürlük ve
eşitlik de olmaz.
Peki, ülkemize ve bölgemize bir bakalım;
emekçilerin kardeşliği söz konusu mudur? Sınırın öte yanında yoksullar mezhep
farkından ötürü diğer yoksulların kafasını kesiyor. Kendi ülkemizdeki kamplaşma
da had safhada. Sanki herkes birbirinden nefret ediyor. Böyle bir toplumsallık
(ya da nefret) varken devlet ortadan kaldırılamaz. Dolayım ilişkileri, ancak
kitleler doğrudan ilişkilerinde uyumlu ve kardeşçe olabilecekse ortadan
kalkabilir. Ama yüz yüze geldiğinde veya otorite zafiyeti doğduğunda ortalık
Suriye’ye dönecekse en başta sizin ‘çokluk’ dediğiniz kitleler devlet
otoritesinin varlığını savunmaya başlayacaktır. Kapıya IŞİD dayandığında sizin
‘komünalizmde’ kimse kalmaz,
insanlar güvenlik kaygısıyla yüz binler halinde göçüp kendilerini koruyacak bir
devlet ararlar. Bir diğerinden korkuyor veya onu düşman görüyorsam onunla ancak
çıkaracağımız temsilciler üzerinden ilişki kurabilirim. Güvenlik kaygısı
yaşayan insan, çareyi aşkınsallıkta (kah devlette, kah hukukta, kah dinde)
arayacaktır. İnanç, kültür, ulus ve kimlikten kaynaklanan ve ‘çokluğu’
birbirine düşmanlaştıran etkenler çözümlenmeden devletin ve temsiliyet
ilişkilerinin aşılabileceği düşüncesi ham hayaldir.
Evet, Gezi İsyanı’nda Kürtler ile
ulusalcılar kavga etmeden yan yana gelebilmiştir ama yetmez; elinde palayla
saldıranlar ve onları onaylayan, ölen çocukların annelerini yuhalayan milyonlar
da vardır. Elde palayla kelle kesen bir psikopatlık ortalıkta cirit atarken siz
kalkıp da ‘komünalizm’ kuramazsınız.
Devlet sadece emeği sınıflaştırıp ücretli emek haline getirme çabasından
doğuyor değil. Sermayenin emeği sınıflaştırabilmesinde emeğin kardeşliği
sağlayamamış olmasının da payı vardır. ‘Devlet nesnel koşullardan doğar’ derken
insan pratiğinin de nesnel koşullara içkin olduğu unutulmamalıdır. Devletin
varlığını savunmaya dönük argümanlar, sadece üretici güçlerin gelişimine
‘kafayı takmış olmaktan’ değil, emeğin kendini olumlayamamasına, bunu yapacak
iç barışının bulunmamasına, kurucu bir politik arzuda ortaklaşamamaya,
toplumsal bedenin temsiliyet ilişkileri ve aşkın bir hukuka dönük bir ihtiyacı tam
da bu yüzden sürekli üretiyor olmasına ve bu ihtiyacın kurucu öznellik arzusunu
bastıran başlıca etken olmasına da dayandırılabilir. İşte Demokratik Özerklik
fikri bu noktada tükenmektedir.
Bazen devlet, emekçilerin iç barışının
sağlanması ve ulusal, dinsel, cinsel vb. sorunların çözümlenmesinde olumlu
işlevler de üstlenebilmektedir. İnsanın kendini gerçekleştirebilmesi için bunu
yapmaya dönük bir arzu taşıması gerekir. Arzuladığı şey ancak diğer insanlarla
aynı kurucu arzuda ortaklaşmakla olur. Ancak diğerleriyle ortaklaşılamıyor ve
hatta diğerlerine karşı korku, kaygı, nefret, güvenlik yönelimleri doğuyorsa
insanın kendini gerçekleştirme arzusu dağılır. Güvenlik amacıyla temsilci
çıkarır ve tehdit olarak gördüğü diğerlerini de kendine uyduracak bir müşterek
hukuk inşasını onaylar. Kendini gerçekleştirmeye dönük kurucu politik arzunun
verili coğrafyadaki nüfusun ezici çoğunluğunda olması gerekir aksi halde ‘komünalizm’ yaşamaz. Gerekli çoğunluğu
yitirdiği yer onun sınırı olur (Zapatistalar neden Meksika’nın diğer yerlerine
genişleyemedi bir düşünün?). O halde evvela arzuyu üretin! Üretebilir misiniz?
Bakın bakalım IŞİD’e katılan ve destek veren binlerce psikopata! İçinizde bir
kurucu arzudan eser kalmayacaktır. Şahsen onlara dönük yegane kişisel arzum,
tümünün ezilmesidir! Karşıtımı olumsuzlamak, kendimi olumlamamın önünde gidiyor
evet; zira karşıtım elinde pala ve roketatarla bana doğru yaklaşıyor. O halde
bu kavgada daha başarılı olmak ve kendimi korumak için aşkın bir iktidar
üretmek durumundayım.
Baysoy, devleti sermayenin emeği
sınıflaştırmak için ürettiği (sadece bunun için ürettiği ve sadece sermayenin
ürettiği!) gibi kaba bir iddia üzerinden yazıyor. Sanki devlet ortadan kalksa
tüm emekçiler kol kola girip ‘komünalizmi’
kuruverecek gibi naif bir yaklaşımdan hareket ediyor. Oysa devletin varlığına
dönük bu tür tek yanlı yaklaşımlar yanıltıcıdır. Sosyalizmde devletin varlığı
veya ücretli emeğin ortadan kalkmamış olması zaten onu komünizmden ayıran
husustur. Bu hususlar, komünizme giden yolda bir araçtır, engel değil. Emeğin
iç barışı sağlanmadan temsiliyet ilişkileri ortadan kalkamaz. Evvela
aydınlanma, kadın özgürlüğü, planlama, bu plana sadakatle uyulmasını
denetleyici kurumlar şebekesi v.b. söz konusu olmalıdır. Bunların amacı üretici
güçleri (teknolojiyi) geliştirmek değil emeği olgunlaştırmaktır. Bırakınız
‘çokluğun’ ileri unsurları geri ve düşmanlık yayan yabancılaşmış unsurlarını
temsiliyet ilişkilerini kullanarak dizginlesin ve aydınlatsın. Bazı kesimleri
dizginlemeden bırak kendini gerçekleştirmeyi kelleyi dahi koruyamazsın. Burada
esas mesele, öncü kesimlerin geri kesimleri ileriye çekme çabasında geri
unsurların katılımı ve söz hakkını da gözetmesidir. (Otonomist arkadaşlar,
iktisadi alana ilişkin değil özneye ilişkin bir şeyler söylediğime dikkat
buyursun.)
Sözün özü: Baysoy’un ima ettiği gibi,
sosyalizm yanlış bir fikir veya komünizme giden yoldan bir sapma değildir.
Sosyalist iktidarın gerekliliğini hedef almak kimseye bir şey
katmaz. Gözetilmesi gereken, sosyalist iktidarın kitle katılımını, çoğulculuğu
ve demokrasiyi de içermesidir. Yönetilenler iç sorunlarını çözüp
kardeşleşemedikçe yönetim aygıtı var olacaktır. Sosyalist bir iktidarın amacı
emeğin kendini olumlamak üzere yetkinleşmesi için bilinçlenmesidir. Evet,
emeğin kendini olumlaması akıl ve beden/arzu arasındaki dualizmi aşmayı da
gerektirir. Ama arzuda birlik sağlanamıyorsa aklın düzenleyici işlevine ihtiyaç
doğar. Aklı aşkınlık düzleminden indirip içkinlik düzlemine sokabilmek için
evvela sağlıklı bir toplumsal arzu üretimi gereklidir. Bu politik arzu,
sınıfsız toplumun kurucu gücü olacaktır. Ama bu arzu yokken akla sövmek bizi
sadece felakete götürecektir.
Reel sosyalizmdeki başarısızlık, topluma aşkın bir akıl olarak partiden
(veya devletten) kaynaklanmaz, bu aklın bürokratikleşerek bedene (yönetilenlere)
yabancılaşmasından kaynaklanır. Çözümü de sosyalizmde özgürlükleri,
demokrasiyi, katılımcılığı savunmaktan geçer. Yöneten-yönetilen ayrımı varken
yöneten tabakanın yabancılaşmaması için denetlenmesi, sınırlanması, hesap
verebilir kılınması gerekir. Bu, sosyalist bir yönetim olsa bile! Çünkü
özgürlük daima yönetilenlerin özgürlüğüdür. Fakat katılımcı bir iktidarın
kurulum sürecindeki olumlu rolü ve gerekliliğini yadsımak yanlış olur.
‘Aşağısının’ katılımına dayanan bir iktidarı savunmak başka şeydir, iktidardan
kaçışı savunmak başka şeydir. Reel sosyalizmde eleştirilecek çok önemli
noktalar olduğu açıktır fakat reel sosyalizmi eleştirip anarşizmin çeşitli
tonlarında keramet arayanlar, bugüne dek komünizm yolunda atılmış somut
adımların hep siyasal iktidar sayesinde atıldığını, anarşistlerin ise sadece
laf üretebildiklerini unutmamalıdır.
Fırat Bayram / sendika.org / 23 Eylül 2014