20 Mayıs 2015 Çarşamba

"DEMOKRATİK ÖZERKLİK" TARTIŞMALARI II (Cengiz BAYSOY'a Yanıtlar): Fırat BAYRAM-Sosyalizm mi Demokratik Özerklik mi ?

Sosyalizm mi  Demokratik Özerklik mi ?

21 Eylül’de ozgur-gundem.com sitesinde Cengiz Baysoy imzasıyla “Sosyalizm kavramı Demokratik Özerklik kavramından geri bir kavramdır” başlığıyla (ve iddiasıyla) bir yazı yayımlandı. Yazının solda tepki çekmesi ve tartışma yaratması kaçınılmaz görünüyor. Nitekim birkaç ‘salvo’ geldi bile. Ben de bu konuya dair birkaç kelam etmek istiyorum. Zira solda mücadele birliğini sağlamaya dönük güncel girişimler varken, bu girişimi kendine rakip gören Kürt Hareketi’nin sosyalizme karşı kendi demokratik özerklik projesini savunan bir ideolojik mücadeleye girişmesini bekliyordum. Bu “demokratik özerklik” tartışmasının açılması kaçınılmazdı. Baysoy, yazısıyla tartışmayı açmış oldu. Bu tür bir tartışma, sosyalist soldaki birlik sürecinde kafaların netleşmesine ve birliğin daha sağlıklı bir içerik kazanmasına da vesile olabilir. Kuşkusuz kendini sosyalist olarak tanımlayan ve HDP içinde yer alan yapıların ne derece doğru bir karar aldıklarının muhasebesine girişmelerini de tetikleyecektir.

Önce Baysoy’un temel savunularını anlayalım. Temel iddiayı barındıran kısımları alıntılayalım:

 “Sosyalizm kavramı ‘demokratik özerklik’ kavramından geri bir kavramdır. ‘Bizim gibi Komünistler’ bunu söylemekten asla geri durmayacaktır. Demokratik özeklik kavramı komünalist demokrasidir ve ‘sosyalizm’ kavramına değil ‘komün’, komünalizm ve ‘komünizm’ kavramına daha yakındır… 

“Sosyalizm için kurucu olan ‘temsil’dir. Sosyalizm emekçiler adına bu mülkiyet hakkını bir temsil ilişkisi olan ‘devlet’e devreder. İşte sosyalizm kavramının kilitlendiği nokta burasıdır. Devlet mülkiyetini emeğin üretici güçler üzerindeki gücü olarak görmesidir… 
“Sosyalizm kavramı emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaktan çıkaramamış, tam tersine toplumsal birikim adına emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaya devam ettirmiştir.”

Alıntılanan görüşlerden anlıyoruz ki yazar sosyalizmi ücretli emeği ve devleti ortadan kaldırmadığı için eleştiriyor, yıkılmasını buna bağlıyor ve çözümü de sosyalizm ile komünizm arasında kendi icat ettiği bir aşamaya atlamakta (komünalizm) görüyor. Buna göre bugünden devleti ve ücretlendirmeyi, dolayısıyla parayı ortadan kaldırmak mümkün! Yazar kendi ‘komünalizm’ tasavvuru ile Demokratik Özerkliğin aynı veya çok benzer bir şey olduğunu düşünüyor ve bu yüzden Demokratik Özerkliğin sosyalizmden daha ileri bir ‘kavrama’ tekabül ettiğini öne sürüyor.
Şimdi üretici güçler yeterince gelişmemişken devlet, para, ücret v.b. ortadan kaldırılabilir mi türünden bir tartışmaya girmek istemiyorum. Zira hem bu yazının sınırlarını aşar hem de bu tür yanıtlar zaten yazara bolca verilecektir diye tahmin ediyorum. Ben başka bir açıdan, belki yazarın da kendi bakış açısının içerisinden kabul edebileceği bir yerden eleştireceğim.

Ama önce anlamak gerekiyor. Yazının yayımlandığı siteden öğrendiğimize göre Baysoy, Otonom Dergisi’nin editörüdür ve ‘Otonomist Marksizm’ diye bilinen ve Negri’nin fikirlerini temel alan uluslararası hareketin ülkemizdeki bir fikirsel temsilcisi durumundadır. Üstte alıntıladığım görüşlerinde de Otonomist Marksizm’den tanıdık argümanlar bolca bulunuyor zaten.
HDP’de net bir teorik temele oturtulmakta zorlanan Demokratik Özerklik fikri sanırım bu çevre tarafından kendi Otonomist görüşlerinin benimsetilmesi için bir fırsat olarak algılandı. Demokratik Özerkliğin teorik temelinin Otonomist Marksizm olması için hamle yapmışlar gibi görünüyor. Bu hamleleri ne kadar başarılı olur, Kürt Hareketi tarafından ne kadar dikkate alınır ve Demokratik Özerklik ile Otonomizm arasındaki yakınlık hangi boyuta varır henüz bilmiyoruz. Ama bundan bağımsız olarak yazarın savunucusu olduğu temel görüşler üzerine düşünmekte fayda var.

Otonomist Marksizm” akımının görüşlerini özetlemeye çalışayım: Komünizmin kurulabilmesi sınıf mücadelesi üzerinden giderek yapılamaz. Çünkü sınıf mücadelesi, ‘ücretli emek’ ile ‘sermaye (sınıfı)’ arasındaki diyalektik çelişkiyi yansıtır. Oysa sermaye tam da bu diyalektik ilişki içerisinde özgür emeği sınıflaştırarak ‘ücretli emek’ haline getirmektedir. Çünkü ücretli emek olmadan sermaye olmaz. Başka bir deyişle, emeğin ‘ücretli emek’ olarak sınıflaşması ve bu yönde bir sınıf kimliği edinmesi, sermayenin kendini yeniden üretmesini doğurur. Sınıf mücadelesi, ücretli emek olarak sınıflaştırılmaya bir itirazı olmayıp sadece bir sınıf olarak daha fazla hak istemeye odaklandığı için özünde reformisttir ve sermaye sınıfını yeniden üretmeye yaramaktadır. Sistemi antagonistik bir krize sokup toplumsal kurtuluşu getirecek esas vurgu ise emeğin ‘ücretli emek’ olarak sınıflaştırılmayı reddetmesidir. Baysoy’un, yazısında sosyalizmi ücretli emeği ortadan kaldırmadığı için eleştirmesi ve bunun yerine emeğin ‘elbirliğini’ savunması buna dayanmaktadır. Bu görüşe göre devletin, sınıfların, ücretin veya paranın ortadan kaldırılmasının ‘üretici güçlerin gelişimiyle’ ilgisi yoktur. Marksizm-Leninizm, komünizmi üretici güçlerin yeterli gelişimi gösterip bir bolluk toplumunun ortaya çıkmasının ardına ertelediği için ekonomik indirgemecilik ve erekselcilikle eleştirilir. Marksizm-Leninizm bu bakımdan hata yapmıştır zira zihnini sınıf mücadelesi fikrine kaptırmıştır. Sınıf mücadelesinin diyalektik (uzlaşır) çelişkisinin antagonistik (uzlaşmaz) karakter kazanacağı o politik ve ekonomik bunalım dönemi (‘devrimci durum’) gelene dek devrimi erteleyen bir teori üretmiştir. Oysa diyalektik işleyiş (veya sınıf mücadelesi) üzerinden gidildiğinde varılacak yer bir devlet kapitalizminden öte olamaz. Zira bu ‘devrim’ ücretli emeği (yani emeğin sınıflaştırılarak ücretli emek haline getirilmesini) ortadan kaldırmamış, sadece patronu değiştirmiştir (burjuva gitmiş bürokratik devlet gelmiştir). Yapılacak iş, sınıf mücadelesine değil sınıflaştırılmaktan çıkmaya odaklanmaktır. Sınıf mücadelesi ‘evrim döneminde’ reformları ve sosyal demokrasiyi, iktisadi krizin derinleştiği ‘devrim döneminde’ ise devlet kapitalizmini getirir. Oysa esas önemli olan ise temsiliyet ilişkilerini aşabilmektir. Sınıf mücadelesi üzerinden hareket edilirse sınıfsal hak kazanımı ve temsiliyet ilişkilerinde birtakım kazanımlar (sosyal haklar ve siyasal demokrasi) elde edilecek ama bir sınıf olarak kalmaktan kurtulunmuş olunmayacaktır.
Evet, Otonomizm’in görüşleri kısaca bu şekilde özetlenebilir. Bu fikirlerin ontoloji ve etik alanıyla da bağı güçlüdür. Etik alanıyla bağı güçlüdür (ve zaten Baysoy da yazısında ‘etik-politik’ vurgusu yapıyor) çünkü ihtiyaca dayalı, ücretin olmadığı bir paylaşımı bugünden gerçekleştirebilmek için toplumun her bireyinin sağlam bir etik duygusunun olması gerekir! Ontolojik vurgu da güçlüdür zira burada üretici güçlerin gelişiminin sınıfları ve sınıf mücadelesini belirlemesi, haliyle devrim konusunun da bu kapsamda ele alınmasını gerektiren “bildiğimiz Marksizm’e” toplu bir itiraz vardır. Otonomistler için Marks’ın 1848’den önceki görüşleri makbuldür. Çünkü Marks henüz mücadeleyi iktisadi belirlenimlere kapatmamıştır. Eğer komünizme, sınıflaştırılmaya itiraz ederek, yani emeği ‘ücretli emek’ olarak sınıflaşmaktan çıkmaya teşvik ederek (bu yönde bir ortak kurucu politik arzuyu üreterek) geçilebilirse o zaman devrim fikri iktisadi koşulların bağından kurtulmuş demektir. Otonomizm, Spinozacı bir ontolojiyle bağlantılıdır. Kendini gerçekleştirmeye dönük kurucu toplumsal arzu nosyonu temel önemdedir. Çünkü Spinoza’da hak, kullandığın kadarıyla vardır. Otonomizmin, materyalizmle değil ama diyalektikle ciddi sorunu vardır. Keza sınıf değil sınıftan kurtulma vurgusu ön planda olduğu için Negri ‘işçi sınıfı’ veya ‘halk’ vurgusundan ziyade ‘çokluk’ vurgusu yapmıştır. Buna göre sınıfsızlaşacak kitlelerin sadece ekonomik değil pek çok sorunları ve çözüm arzuları vardır ve mülksüzlerin politik öznellikleri çokludur. Haliyle ulusal bir sorun da komünalizm mücadelesinde politikleştirilebilmektedir.

Bunlar genel olarak dünya Otonomist Marksist hareketinin Negri’den, Spinoza’dan, Deleuze’den, hatta Nietzche ve Foucault’tan damıtarak oluşturduğu görüşlerdir. Açıkçası bu görüşlerin önemli kısmına katılıyor ve sayılan isimlerden öğrenilecek pek çok şey olduğu kanaatini taşıyorum. Üstte ‘o kadar iyi’ özetleyebilmemin sebebi budur. Bu yüzden Baysoy’a başka bir yerden (üretici güçlerin gelişimi veya sınıf mücadelesi vurgusundan değil, üstte özetlediğim genel kavrayış içerisinden) eleştiri getirmek istiyorum.
Komünizmi kuracak olan, kitlelerdir. Dışarıdaki gerçek insanlardır. Otonomistlerin deyimiyle ‘çokluktur’ diyelim. Otonomist Marksizm’in kavrayışı, ‘çokluğun’ uyumlu ve kardeşçe eylemesini temel almaktadır. Eğer çokluğun kitlesel uyumu o veya bu sebepten (ekonomik, cinsel, dinsel, ulusal v.b. herhangi bir sebepten) bozulursa, yani kardeşlik olmazsa emeğin kendini olumlama pratiği gündemden kalkar. Emeğin, dolayım ve temsiliyet ilişkilerini aşıp kendi yaşamını kurmak üzere doğrudan etkin olması ancak emeğin iç uyumuyla söz konusu olabilir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik bir zincirin halkaları gibi birbiriyle ilişkilidir. Kardeşlik olmazsa özgürlük ve eşitlik de olmaz.

Peki, ülkemize ve bölgemize bir bakalım; emekçilerin kardeşliği söz konusu mudur? Sınırın öte yanında yoksullar mezhep farkından ötürü diğer yoksulların kafasını kesiyor. Kendi ülkemizdeki kamplaşma da had safhada. Sanki herkes birbirinden nefret ediyor. Böyle bir toplumsallık (ya da nefret) varken devlet ortadan kaldırılamaz. Dolayım ilişkileri, ancak kitleler doğrudan ilişkilerinde uyumlu ve kardeşçe olabilecekse ortadan kalkabilir. Ama yüz yüze geldiğinde veya otorite zafiyeti doğduğunda ortalık Suriye’ye dönecekse en başta sizin ‘çokluk’ dediğiniz kitleler devlet otoritesinin varlığını savunmaya başlayacaktır. Kapıya IŞİD dayandığında sizin ‘komünalizmde’ kimse kalmaz, insanlar güvenlik kaygısıyla yüz binler halinde göçüp kendilerini koruyacak bir devlet ararlar. Bir diğerinden korkuyor veya onu düşman görüyorsam onunla ancak çıkaracağımız temsilciler üzerinden ilişki kurabilirim. Güvenlik kaygısı yaşayan insan, çareyi aşkınsallıkta (kah devlette, kah hukukta, kah dinde) arayacaktır. İnanç, kültür, ulus ve kimlikten kaynaklanan ve ‘çokluğu’ birbirine düşmanlaştıran etkenler çözümlenmeden devletin ve temsiliyet ilişkilerinin aşılabileceği düşüncesi ham hayaldir.
Evet, Gezi İsyanı’nda Kürtler ile ulusalcılar kavga etmeden yan yana gelebilmiştir ama yetmez; elinde palayla saldıranlar ve onları onaylayan, ölen çocukların annelerini yuhalayan milyonlar da vardır. Elde palayla kelle kesen bir psikopatlık ortalıkta cirit atarken siz kalkıp da ‘komünalizm’ kuramazsınız. Devlet sadece emeği sınıflaştırıp ücretli emek haline getirme çabasından doğuyor değil. Sermayenin emeği sınıflaştırabilmesinde emeğin kardeşliği sağlayamamış olmasının da payı vardır. ‘Devlet nesnel koşullardan doğar’ derken insan pratiğinin de nesnel koşullara içkin olduğu unutulmamalıdır. Devletin varlığını savunmaya dönük argümanlar, sadece üretici güçlerin gelişimine ‘kafayı takmış olmaktan’ değil, emeğin kendini olumlayamamasına, bunu yapacak iç barışının bulunmamasına, kurucu bir politik arzuda ortaklaşamamaya, toplumsal bedenin temsiliyet ilişkileri ve aşkın bir hukuka dönük bir ihtiyacı tam da bu yüzden sürekli üretiyor olmasına ve bu ihtiyacın kurucu öznellik arzusunu bastıran başlıca etken olmasına da dayandırılabilir. İşte Demokratik Özerklik fikri bu noktada tükenmektedir.

Bazen devlet, emekçilerin iç barışının sağlanması ve ulusal, dinsel, cinsel vb. sorunların çözümlenmesinde olumlu işlevler de üstlenebilmektedir. İnsanın kendini gerçekleştirebilmesi için bunu yapmaya dönük bir arzu taşıması gerekir. Arzuladığı şey ancak diğer insanlarla aynı kurucu arzuda ortaklaşmakla olur. Ancak diğerleriyle ortaklaşılamıyor ve hatta diğerlerine karşı korku, kaygı, nefret, güvenlik yönelimleri doğuyorsa insanın kendini gerçekleştirme arzusu dağılır. Güvenlik amacıyla temsilci çıkarır ve tehdit olarak gördüğü diğerlerini de kendine uyduracak bir müşterek hukuk inşasını onaylar. Kendini gerçekleştirmeye dönük kurucu politik arzunun verili coğrafyadaki nüfusun ezici çoğunluğunda olması gerekir aksi halde ‘komünalizm’ yaşamaz. Gerekli çoğunluğu yitirdiği yer onun sınırı olur (Zapatistalar neden Meksika’nın diğer yerlerine genişleyemedi bir düşünün?). O halde evvela arzuyu üretin! Üretebilir misiniz? Bakın bakalım IŞİD’e katılan ve destek veren binlerce psikopata! İçinizde bir kurucu arzudan eser kalmayacaktır. Şahsen onlara dönük yegane kişisel arzum, tümünün ezilmesidir! Karşıtımı olumsuzlamak, kendimi olumlamamın önünde gidiyor evet; zira karşıtım elinde pala ve roketatarla bana doğru yaklaşıyor. O halde bu kavgada daha başarılı olmak ve kendimi korumak için aşkın bir iktidar üretmek durumundayım.
Baysoy, devleti sermayenin emeği sınıflaştırmak için ürettiği (sadece bunun için ürettiği ve sadece sermayenin ürettiği!) gibi kaba bir iddia üzerinden yazıyor. Sanki devlet ortadan kalksa tüm emekçiler kol kola girip ‘komünalizmi’ kuruverecek gibi naif bir yaklaşımdan hareket ediyor. Oysa devletin varlığına dönük bu tür tek yanlı yaklaşımlar yanıltıcıdır. Sosyalizmde devletin varlığı veya ücretli emeğin ortadan kalkmamış olması zaten onu komünizmden ayıran husustur. Bu hususlar, komünizme giden yolda bir araçtır, engel değil. Emeğin iç barışı sağlanmadan temsiliyet ilişkileri ortadan kalkamaz. Evvela aydınlanma, kadın özgürlüğü, planlama, bu plana sadakatle uyulmasını denetleyici kurumlar şebekesi v.b. söz konusu olmalıdır. Bunların amacı üretici güçleri (teknolojiyi) geliştirmek değil emeği olgunlaştırmaktır. Bırakınız ‘çokluğun’ ileri unsurları geri ve düşmanlık yayan yabancılaşmış unsurlarını temsiliyet ilişkilerini kullanarak dizginlesin ve aydınlatsın. Bazı kesimleri dizginlemeden bırak kendini gerçekleştirmeyi kelleyi dahi koruyamazsın. Burada esas mesele, öncü kesimlerin geri kesimleri ileriye çekme çabasında geri unsurların katılımı ve söz hakkını da gözetmesidir. (Otonomist arkadaşlar, iktisadi alana ilişkin değil özneye ilişkin bir şeyler söylediğime dikkat buyursun.)

Sözün özü: Baysoy’un ima ettiği gibi, sosyalizm yanlış bir fikir veya komünizme giden yoldan bir sapma değildir. Sosyalist iktidarın gerekliliğini hedef almak kimseye bir şey katmaz.  Gözetilmesi gereken, sosyalist iktidarın kitle katılımını, çoğulculuğu ve demokrasiyi de içermesidir. Yönetilenler iç sorunlarını çözüp kardeşleşemedikçe yönetim aygıtı var olacaktır. Sosyalist bir iktidarın amacı emeğin kendini olumlamak üzere yetkinleşmesi için bilinçlenmesidir. Evet, emeğin kendini olumlaması akıl ve beden/arzu arasındaki dualizmi aşmayı da gerektirir. Ama arzuda birlik sağlanamıyorsa aklın düzenleyici işlevine ihtiyaç doğar. Aklı aşkınlık düzleminden indirip içkinlik düzlemine sokabilmek için evvela sağlıklı bir toplumsal arzu üretimi gereklidir. Bu politik arzu, sınıfsız toplumun kurucu gücü olacaktır. Ama bu arzu yokken akla sövmek bizi sadece felakete götürecektir.
Reel sosyalizmdeki başarısızlık, topluma aşkın bir akıl olarak partiden (veya devletten) kaynaklanmaz, bu aklın bürokratikleşerek bedene (yönetilenlere) yabancılaşmasından kaynaklanır. Çözümü de sosyalizmde özgürlükleri, demokrasiyi, katılımcılığı savunmaktan geçer. Yöneten-yönetilen ayrımı varken yöneten tabakanın yabancılaşmaması için denetlenmesi, sınırlanması, hesap verebilir kılınması gerekir. Bu, sosyalist bir yönetim olsa bile! Çünkü özgürlük daima yönetilenlerin özgürlüğüdür. Fakat katılımcı bir iktidarın kurulum sürecindeki olumlu rolü ve gerekliliğini yadsımak yanlış olur. ‘Aşağısının’ katılımına dayanan bir iktidarı savunmak başka şeydir, iktidardan kaçışı savunmak başka şeydir. Reel sosyalizmde eleştirilecek çok önemli noktalar olduğu açıktır fakat reel sosyalizmi eleştirip anarşizmin çeşitli tonlarında keramet arayanlar, bugüne dek komünizm yolunda atılmış somut adımların hep siyasal iktidar sayesinde atıldığını, anarşistlerin ise sadece laf üretebildiklerini unutmamalıdır.

Fırat Bayram / sendika.org / 23 Eylül 2014