“Rojava
Devrimi”nin sosyalizm ve sınıflar gerçeği ile ilişkisi üzerinden sorgulanması,
Cengiz Baysoy’a göre “cahillik” anlamına geliyor. Kendince bu sorgulamayı,
“Allah kimseyi cahil cesareti karşısında çaresiz bırakmasın!” diyerek küçümseme
yoluna giren Baysoy, aslında yazısı boyunca Otonomist Marksistlerimiz’in
Marx’tan aslında tek bir kelimeyi bile doğru anlamadıklarını ortaya seriyor.
İşte bu “cahil” cesaretinin, devrimci politikadan değil, kavram karmaşasından
beslenen teorik lafazanlığın hak ettiği “değeri” görmesi de özel bir önem
taşıyor.
Üçüncü yol kapitalizme çıkar,
tek yol sosyalizmdir!
tek yol sosyalizmdir!
SSCB dağıldıktan sonra, sözde sosyalizm/komünizm adına marksist-leninist
ideolojiye saldırılar hız kesmeden devam etti. Bazen bu saldırılar öyle bir hal
aldı ki, saldırganlar kapitalizm karşısında sosyalizm dışında bir alternatif
bulunduğu gibi naif iddialarla ortaya çıktılar. Gün geldi, kendilerini sermaye
sınıfının iki kesimi arasındaki çatışmaya yerleştirerek “üçüncü cephe”
oluşturdular; gün geldi, sosyalizme açıktan saldırarak “üçüncü yol”cu oldular.
Bu “üçüncü yol”culardan biri, Cengiz Baysoy, 21 Eylül günü Özgür Gündem’de
bu iddiasını ileri bir noktaya taşıyarak “Sosyalizm kavramı ‘demokratik
özerklik’ kavramından geri bir kavramdır” başlığı ile bir yazı yayınladı.
Yazı her ne kadar Özgür Gündem’de yayınlansa da, Cengiz Baysoy’un Kürt hareketi
ile bir bağı bulunmuyor. Baysoy, aslında Otonom Yayıncılık’ın editörü, yani
kendisine “Otonomist Marksistler” diyen anlayışın Türkiye’de önde gelen
temsilcilerinden.
Kendilerine marksist diyen, ancak Marx’ı anlamayı bir türlü beceremeyen,
anladığını sandığında da tahrif etmekten başka bir şey yapmayan Otonomcular’ın,
sosyalizme yaptığı saldırıları aslında çok da ciddiye almak gerekmeyebilir.
Zira bu çevre tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de uzun yıllardır liberalizmin
bayrağını taşıyor. Ne var ki, bu sefer Cengiz Baysoy şahsında Otonomistler,
kendi çarpık ideolojilerini Türkiye’de Kürt hareketinin gündeme taşıdığı
“demokratik özerklik” tartışmalarının teorik cephaneliği haline getirmeye
çalışıyorlar, anlaşıldığı kadarıyla. Yani, İmralı zindanında “Lenin’i aştığını
iddia eden” Abdullah Öcalan’ın teorik arka planını gerekçelendirmeyi bir türlü
başaramadığı, bilumum liberal yazardan aldığı aforizmalarla gelişkin bir
“belediye sosyalizmi”nden öte bir anlam yükleyemediği “demokratik özerklik”,
Negri’ci Otonomistlerimiz’in eliyle yüceltilmeye çalışılıyor. Yani, içinden
geçtiğimiz bunalımlar, savaşlar ve devrimler döneminde kapitalizmin
çözümsüzlüğü derinleşir, sosyalizmin zorunluluğu her gün daha fazla
hissedilirken, sözde “sol” cepheden sosyalizme yeni bir saldırı dalgası
başlatılıyor. Cengiz Baysoy’u olmasa da, yaptığı tartışmayı ciddiye almak bir
yanıyla bu nedenle gerekiyor.
Bununla birlikte, Cengiz Baysoy’un kiminle tartıştığı da aslında belli
değil. Baysoy, yazısı ile “sosyalizm”, “sınıf” gibi kendi deyimi ile “büyük
abi” kavramları kullanarak Kürt hareketini eleştiren politik güçlerle mi
tartışmaktadır, yoksa Karaburun Bilim Kongresi’nde yazar Barış Yıldırım ile
Rojava üzerinden girdiği polemiğe mi yanıt üretmek istiyor anlayabilmiş
değiliz. Kendisi muhatabını açıkça ifade etmediği gibi, yazısı boyunca girdiği
kavram karmaşasında daldan dala atlayarak gevezeliği ile “cahilliğini” de
örtmeye çalışıyor.
Diğer bir cepheden
ise; Cengiz Baysoy haddini aşan bir fütursuzlukla sosyalizmin temel
kavramlarına ve sosyalizm savunusuna saldırıyor. Otonomistler’in, tüm teorik
gevezelikleri bir tarafa siyasal bir irade ortaya koymayı bir türlü
beceremedikleri gerçeği bu tabloyu bir parça anlaşılır kılıyor. Ancak “Rojava
Devrimi”nin sosyalizm ve sınıflar gerçeği ile ilişkisi üzerinden sorgulanması,
Cengiz Baysoy’a göre “cahillik” anlamına geliyor. Kendince bu sorgulamayı,
“Allah kimseyi cahil cesareti karşısında çaresiz bırakmasın!” diyerek
küçümseme yoluna giren Baysoy, aslında yazısı boyunca Otonomist
Marksistlerimiz’in Marx’tan aslında tek bir kelimeyi bile doğru anlamadıklarını
ortaya seriyor. İşte bu “cahil” cesaretinin, devrimci politikadan değil, kavram
karmaşasından beslenen teorik lafazanlığın hak ettiği “değeri” görmesi de özel
bir önem taşıyor.
Marksistler
her toplumsal/siyasal gelişmeye sınıfların penceresinden bakarlar
Az önce de ifade ettik. Cengiz Baysoy’un ne kiminle tartıştığı, ne de ne
tartıştığı belli değil. Sosyalizmin temel kavramları üzerinden başlayan bir
tartışma, onun kalemi ile önce Rojava’ya, oradan sosyalizmin çözülüşünün
sorunlarına, oradan ise Ricardocu emek-değer teorisine kadar uzanıyor. Ancak,
tüm bu tartışmalar boyunca kendilerinin marksist olduğunu iddia eden
Otonomistler’in, Marksizm’in üzerinde inşa edildiği temel kuramlara ne kadar
uzak ve yabancı oldukları da ortaya çıkıyor.
Baysoy’un kaleminde, “sınıf” kavramı zaten daha başlarken “büyük abi” bir
kavram olarak aşağılanıyor, ekonomi-politiğin karşısına “etik-politik” gibi bir
kavram ile çıkılıyor. Elbette bu kavram sosyalizme yönelik liberal saldırıları
bilenler için yabancı bir kavram değil. Ne var ki bu kavramı kullananların
kendilerinde ciddi bir kafa karışıklığı olduğu da açık. Nasıl, Abdullah Öcalan
İmralı zindanında “Lenin’i aştığını” iddia ediyorsa, “etik-politik” kavramı ile
olayları anlamlandırmaya çalışanların önemli bir bölümü de zaten Marx’ı
aştığını iddia ediyor. Neyse ki, Otonomistlerimiz halen cahil cesaretlerini bu
noktaya taşıyabilmiş değiller. Bırakalım Marx’ı aştıklarını iddia etmeyi, onlar
kendilerinin hala marksist olduğunu iddia ediyorlar.
Kuşkusuz burada, Marksizm’in gerçekten ne olduğu gibi bir tartışmaya
girecek değiliz. Ancak bununla birlikte Marx’ın hayatını adadığı çalışmalarının
temel çerçevesini ve Marksizm’in üzerinden yükseldiği temel kavramları
hatırlatmak da bir zorunluluk. Bu açıdan Marx’ın, kadim dostu Engels ile
birlikte kaleme aldığı en önemli eseri olan “Komünist Manifesto”nun
giriş cümlesini hatırlamak yeterlidir. Zira, “Bugüne kadar ki tüm
toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir!” Yine, Marx’ın hayatını
adadığı en önemli eseri olan Kapital’in içeriğini de sınıflar arası
mülkiyet ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinde ortaya çıkan sömürünün
açıklanması oluşturmaktadır. Marx, hayatı boyunca kaleme aldığı tüm “politik”
eserlerinde ele aldığı bu sorunlara bu eksen üzerinden yaklaşmış, her
tartışmasında sınıflar gerçeğini özel bir tarzda gözetmiştir.
Sosyalizm ile komünizmi birbirinden mekanik bir şekilde ayıran Baysoy ise,
sosyalizmi “Ricardocu emek-değer teorisinden kopamamak” ile eleştirmektedir.
Burada sormak isteriz, Baysoy başta olmak üzere Otonomistlerimiz’in acaba
Marx’ın, Ricardo başta olmak üzere kendinden önceki tüm burjuva
iktisatçılarından nerede ayrıldığını açıklamaları mümkün müdür? Eğer bilmiyor
iseler biz hatırlatalım; Marx’ı kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılardan ayıran
nokta üretim sürecindeki sömürü mekanizmalarını tanımlamasından başka bir şey
değildir, bu ise doğrudan sınıflar arası ilişkilerin tanımlanması anlamına
gelmektedir.
Tablo böyle iken,
Otonomist “Marksistlerimiz” artık bir karar vermek zorundadır. Elbette, sınıf
kavramını geride bırakmakta, “çokluk” gibi ne olduğu, ne ifade edildiği
belirsiz kavramları kullanmakta özgürdürler. Burjuva liberaller gibi Lenin’in
emperyalizm kavramını başka yerlere çekiştirerek “küreselleşme” değil ama
“imparatorluk” kavramını da kullanabilirler. Ancak bir şeyi hatırlatmak isteriz
ki, tüm bunları yaparken öncelikle üzerilerine giydirdikleri marksist sıfatını
da terk etmek zorundalar. Bunu yaptıkları, yani değerlerimizi ve terimlerimizi
taşıdıklarını ifade etmekten vazgeçtikleri koşullarda, istedikleri terimleri
istedikleri yerde kullanmakta fazlası ile özgür olacaklarına teminat
verebiliriz. Kaldı ki bu tablo bizi üzmez, tam tersine mutlu da eder. Zira
sosyalizme (ya da kendi deyimleri ile komünizme) yapılan saldırılarda “gerçek
komünistleri” rahatsız eden bir şey varsa, o da bu saldırıların sözde Marksizm
ve komünizm adına gerçekleştirilmesidir. Yok eğer, “biz halimizden memnunuz!”
diyorlarsa Marksizm’in eleştiri kırbacının sırtlarından eksik olmayacağı
konusunda kendilerine garanti verebiliriz.
Rojava deneyiminden “demokratik özerkliğe”
bakmak
Öyle görünüyor ki, bugüne kadar kendilerine politik bir kimlik yaratmayı
başaramayan Otonomistler, gelinen aşamada kendilerine Kürt hareketinin
teorisyenliği rolünü biçmiş görünüyorlar. Bunda Kürt hareketinin sol hareketin
önemli bölümünü arkasından sürükleyen politik aktivizmi ile birlikte,
Otonomistler’in ve Abdullah Öcalan’ın aynı liberal anarşizan kaynaklardan
beslendiği gerçeğinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de ifade
etmeliyiz ki, Cengiz Baysoy şahsında otonomistlerin kendilerine biçtikleri bu
görev kendilerini kat be kat aşmaktadır.
Bununla birlikte Rojava deneyimi üzerinden sosyalizme saldıran Baysoy’un
temel argümanı, “demokratik özerkliğin”, “komünalist bir demokrasi” içerdiği
tespitine dayanmaktadır. “Demokratik özerkliğin” sözde devletleri reddeden
söylemleri de bu tespitin arka planını oluşturmaktadır. Bunda Abdullah
Öcalan’ın, devletlerin sınıfsal kimliği ve niteliği gerçeğinden özel olarak
kaçınarak, ulusal sorun başta olmak üzere tüm sorunların kaynağını devletin
varlığına indirgeyen yaklaşımı belirleyici olmaktadır.
Kuşkusuz, Rojava deneyimi her boyutuyla özel olarak irdelenmesi gereken bir
deneyim durumundadır. Özellikle, emperyalist kapitalizmin bölgeye yönelik
politikalarında temel belirleyenlerden biri durumuna gelen Rojava deneyimi,
güncel politikalar ekseninde oldukça kritik bir önem de taşımaktadır. Ancak,
güncel politikalar ekseninde taşıdığı tüm önem bir tarafa, marksistler için
böylesi bir değerlendirme, yazarımızın hiç de hoşuna gitmeyecek şekilde
sınıflar arasındaki ilişkiler ekseninde ele alınmak zorundadır.
Dolayısıyla, Kürt hareketinin abartılı aktarımları bir tarafa ne kadar
demokratik bir işleyişe sahip olduğunu bilemediğimiz Rojava Özerk Yönetimi’nin
sınıfsal karakteri temel bir tartışma konusudur. Ve Rojava “Devrimi”nin
sahiplenicileri bu konuda en ufak bir söz dahi söyleyememektedir. Rojava
üzerinden söylenemeyenler ise başka konularda yapılan tartışmalarda açığa
çıkmaktadır. Abdullah Öcalan’ın “Kürt sorununu çözen bir Türkiye Ortadoğu’da
şaha kalkar!” söylemleri ile legal Kürt siyasetinin sermayeyi Kürdistan’a
davet etmek konusunda sergilediği ısrarlı tavır Rojava’daki pratiği hayata
geçiren siyasal anlayışın sadece sermaye değil, devlet konusunda da nasıl bir
yaklaşıma sahip olduğunu fazlası ile göstermektedir.
En az bunun kadar önemli olan bir diğer nokta ise, Rojava Özerk
Yönetimi’nin çevresinde bulunan devletlerle ve emperyalist dünya sisteminin
merkezinde bulunan devletlerle ilişki düzeyidir. Biliyoruz ki, Rojava Özerk
Yönetimi halen, Suriye merkezi yönetimi ile doğrudan bir ilişki içerisindedir.
Bununla birlikte Rojava’daki politik çizginin temsilcisi olan Kürt hareketinin
politik olarak içinde salınım yaptığı asıl eksen emperyalist devletler
arasındaki güç ilişkileri ve bu güç ilişkileri içerisinde kendisine bir yer
edinebilme arayışıdır. Tablo böyle iken, Rojava deneyimi üzerinden “demokratik
özerkliğin” devlet kavramını reddettiğini iddia etmek en hafif deyimi ile
safdillik olarak ifade edilebilir. Tam da bu nedenle yazarın Kürt hareketinin
devrimci değerlere saygısını yitirmediği iddiası da başka bir safdillik
örneğidir.
Bu tartışma hiç de yazarın iddia ettiği gibi, Kürt hareketini proleter bir
çizgiye sahip olmadığı için eleştirmek anlamına gelmemektedir. Kuşkusuz Türkiye
sol hareketi içinde ulusalcı önyargılarını kıramamış, Kürt sorununa ve Kürt
hareketine yaklaşırken de bu önyargıların üstünü örterek Kürt hareketine
yönelik eleştirilerini bu eksene sıkıştıranlar da bulunuyor. Ancak gerçek
marksist-leninistler, yani sınıf devrimcileri, Kürt hareketine yönelik temel
eleştirilerini devrimci politikanın terk edilerek burjuva reformist bir
çizginin harekete hâkim hale gelmesi temel gerçeği üzerinden yapıyorlar. Bunu
ise ulusal hareketin doğası gereği kapsadığı farklı sınıflar arasındaki güç
ilişkilerinden bağımsız ele almıyorlar.
Özcesi, Kürt hareketinin ve onunla doğrudan bağlantılı olarak “demokratik
özerklik paradigmasının” temel eleştirisi devrimci değerlerin ve birikimin
reddedilmesi üzerine oturmaktadır. Kaldı ki, ulusal hareketten proleter
sosyalist bir çizgi beklenmiyor oluşu, ulusal sorunun da sınıflar üstü bir
sorun olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer tüm sorunlar gibi ulusal sorun da
her koşul altında özünde bir sınıfsal sorun, bir yoksul köylülük ve emekçi
yığınlar sorunudur. Adına ister “demokratik özerklik” ister başka bir şey
deyin, bu sınıfsal gerçeğin üzerini örtmeye çalıştığınız her adımın sizi
sürükleyeceği nokta emperyalist kapitalist dünya sistemi ve burjuva reformist
ideolojik çizgidir.
Rojava deneyimi
üzerinden yürütülen sosyalizm tartışmalarının asıl karşılığı ise aslında
içinden geçtiğimiz günler içinde oldukça net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Yaklaşık on gündür IŞİD çetesinin Kobane üzerinden, Kürt halkına yönelik
yürüttüğü saldırılar, sınıflar ve devlet gerçekliği içerisinde “demokratik
özerkliğin” sınırlarını da ortaya sermektedir. “Demokratik Özerklik
paradigması” sınıflar ve devlet arasındaki ilişkinin üzerini örterek tasfiyeci
ve yozlaştırıcı bir karakter taşıdığı gibi, beslendiği asıl kaynak olan “ütopik
sosyalizm”den de dersler çıkartmayı becerememiştir. Ütopik sosyalistlerin
1800’lü yılların ortalarında ve kuşkusuz farklı bir ölçekte ortaya koydukları
pratik aslında bugünün “demokratik özerklik” tartışmalarına bakarken bir ayna
işlevi görmektedir. Kurulu toplumsal düzeni kökünden değiştirmediğiniz her
pratik sizleri hayal aleminde gezmeye ve gerisin geri kapitalist mülkiyet
ilişkilerinin içine sürüklemeye mahkumdur. Kaldı ki, 1800’lü yılların “ütopik sosyalizmi”
kendi içerisinde bir arayışın ve iyi niyetli bir çabanın ifadesidir. Sınırları
çok geçmeden ortaya çıkan bu deneyim sadece teorik planda değil, Paris Komünü
gibi deneyimlerle pratik olarak da çoktan aşılmış bulunmaktadır. Aradan
neredeyse 150 yıl geçtikten ve sorunun özü tüm açıklığı ile teorik ve pratik
olarak ortaya serildikten sonra benzer limanlara demir atmak, bu kez bir iyi
niyetin değil açık bir tasfiyeciliğin ifadesidir.
Sosyalizm
mi, komünizm mi?
Tüm bu tartışmalardan sonra nihayet yazarımızın asıl karın ağrısını
oluşturan konuya gelmiş bulunuyoruz. Bu öyle bir karın ağrısıdır ki, reel
sosyalizm deneyiminden öğrenmek ve eksikliklerini aşmak çabasından ziyade onu
iğdiş ederek anlamsızlaştırmak çabasına dönüşmektedir.
“Dünyanın en güçlü kızıl ordusuna, en derin polis gücüne ve devletine
sahiptik. Dünyanın üçte birini emperyalizmden koparmıştık. Fakat çözüldük,
çürüdük ve çöktük. Bu hikâye sosyalizm kavramının hikâyesidir. Yaşadığımız
dünyada bu kadar acı çekiliyorsa en önemli nedenlerinden biri bu hikâyedir” cümleleri ile koca bir
tarihsel deneyimi aşağılayacak cüreti kendinde bulan Baysoy, bir de buna
dünyanın içinde bulunduğu tablonun ve çekilen acıların faturasını sosyalizme
kesme gafletini eklemektedir. İşte burası, yazarımız için cahil cesaretinin ve
haddini bilmezliğin ulaştığı en son noktadır.
Kapitalizmin mutlak egemenliğini iddia eden burjuva ideologların bile
ortaya attıkları iddiaları sorgulamak zorunda kaldığı bir dönemde sözde
“komünizm” adına ortaya atılan bu savların açık ki elle tutulur bir yanı
bulunmamaktadır.
Peki, bu basit ve mesnetsiz iddialar nasıl bir algının üzerine
oturmaktadır? Yazarımızın temsil ettiği çizgiye göre, sosyalizm kitleler için
bir özyönetim biçimi değil “temsili” bir yönetim biçimidir. Bu argümanın temel
kaynağı ise bir kez daha halen devletin varlığında gizlidir.
Bu tartışma içinde hiç utanmadan bir de Marx’ı kendisine tanık gösterme
gafletinde bulunan Baysoy, sosyalizm koşullarında ücretli emeğin reddedildiğini
savunmakta, bu reddiye içerisinde devletin varlığının anlamsızlığını
sorgulamaktadır. Yani Baysoy’a göre, reel sosyalizm deneyimi özgülünde
“sosyalizm” kavramı burjuvaziyi bir sınıf olarak ortadan kaldırmasına rağmen
mülkiyet hakkını devlete devrederek tarihsel bir yanılgı içerisine düşmektedir.
İşte bu nokta liberal anarşizmin kaynağıdır. Otonomistler’in Marx’ı zerre
kadar anlamadıklarının bir başka kanıtını da burası oluşturmaktadır. Zira hem
Marx, hem de marksist ideolojiyi gerçek devrimci içeriğine kavuşturan ve pratik
bir deneyim ile birleştiren Lenin’in anarşizm ile yaptığı tartışmaların bu
baylar için zerre kadar bir hükmü bulunmamaktadır. Gerçi, hem yazarımız hem de
savunduğu çizgiyi farklı noktalardan sahiplenenler için Lenin çoktan
“aşılmıştır”, dahası reel sosyalizm deneyiminin de gösterdiği gibi Lenin,
dünyada çekilen acıların “biricik sorumlusudur!”.
Lenin’e ve Bolşevizm’e yönelen bu haddini bilmez saldırganlığı bir kenara
koysak bile, az önce de ifade ettiğimiz gibi “aşamadıkları” Marx’ın kendisi de
yaşamı boyunca bu anarşizan laf ebeliklerine hak ettikleri dersi defalarca kez
vermiştir.
Yine de bir kez daha ve reel sosyalizm deneyimi ışığında ifade etmek
gerekirse, “bilimsel sosyalizm” sınıfların bir bütün olarak ortadan
kaldırılması temel ereğini taşıyan bir “toplumsal devrimi” öngörmektedir. Ancak
“komünizme” yürüyen “toplumsal devrimin” “sosyalizm” aşamasında sınıfların
ortadan kalktığı ham hayalinde bulunmak ancak yazarımız gibi ham kafalı
liberallere özgü bir tespittir.
Gerçek şu ki, “toplumsal devrim” ekonomik, toplumsal ve siyasal nitelikleri
olan çok boyutlu bir sorundur. Yine tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, bu
toplumsal devrim kendisini ilk olarak siyasal planda ifade etmekte, iktidarı
ele geçiren devrimci sınıf, ulaşılacak olan “komünizm” hedefi ile birlikte
kendisini de ortadan kaldıracağı bir toplumsal devrimin motor gücü olmaktadır.
Komünizmi inşa etme misyonunu ve gücünü taşıyan işçi sınıfının, diğer bütün
sınıflardan ayrılan temel farkı da zaten tam da burada, uygun koşullar
içerisinde kendisini de ortadan kaldırma yeteneğinde yatmaktadır. Otonomizmin
“çokluk” kavramının komünizmi nasıl inşa edeceği ise sadece bizler için değil,
aslında bu anlayışın sahipleri için dahi halen belirsizliğini korumaktadır.
Bunun da ötesinde bunun nasıl yapılabileceğini görmek hiçbir zaman mümkün
olmayacaktır.
Yani sosyalizm hiç de yazarımızın iddia ettiği gibi komünizmden farklı bir
düşünce sistemi değil, tam tersine nihai hedefi sınıfsız, sömürüsüz toplum olan
komünizmin bir ara geçiş halkasıdır. Komünizm mücadelesi ise son muzaffer
zafere kadar sayısız yengi ve yenilgiler toplamıdır. Bu halkayı gözden kaçıran
liberaller ise tüm güçleri ile “sosyalizme” ve aslında bununla birlikte
kendilerinin de savunduklarını iddia ettikleri “komünizme” saldırmaktalar.
Son bir nokta olarak yazarımıza bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Kimi
“büyük abi” kavramlar tarihsel süreç içinde farklı kimlikleri temsil eder hale
gelirler. Örneğin “sosyal demokrasi” kavramı bunlardan biridir. Tarihin belli
bir döneminde komünistleri tanımlamak için kullanılan sosyal demokrat kavramı,
bugün burjuvazinin belli bir kesimini temsil eder hale gelmiştir. Bizler, tam
da bu nedenle 1800’lü yılların sonlarında “sosyal demokrasi” olarak
kavramlaştırılan devrimci geleneği büyük bir ciddiyet ile sahiplenir ve
özümseriz.
Peki siz? Sosyalizm ve
komünizm arasına bu derece kavramsal bir uçurum koyarken, bugünün “sosyal
demokrasisinin” biricik temsilcilerinden biri haline geldiğinizin farkında
mısınız? Büyük bir riyakarlıkla halen kendinize “komünist” sıfatını layık
görürken, taşıdığınız bu gerçek kimliği ifade edecek ve savunacak cesaretiniz
bulunuyor mu?
03.10.2014- kizilbayrak.net
(Cengiz BAYSOY'un yazısı için bkz.)