23 Mayıs 2015 Cumartesi

"SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR ?", "SOSYAL DEMOKRASİ Mİ, HALKÇILIK MI ?" "ATATÜRK, SOSYAL DEMOKRASİ VE KOMÜNİZM"


SOSYAL DEMOKRASİ TARTIŞMALARI- I

 Sosyal Demokrasi Nedir ?

Örsan K.ÖYMEN / Aydınlık / 08.03.2015

19. Yüzyıl’da yaşamış olan Alman filozof ve sosyolog Karl Marx, kapitalizmin sorgulanması sürecini başlatan en önemli kişidir. Marx’a göre, kapitalist düzende, üretim araçlarının, örneğin fabrikaların, atölyelerin, üretim merkezlerinin, özel mülkiyette olmasından dolayı, üretimle ilgili oluşan ticari sürecin sonucunda ortaya çıkan artı değerden, üreten işçi sınıfı yeterli bir pay almamakta, işçi sınıfı, özel mülkiyet sahibi olan sermaye sınıfı tarafından sömürülmektedir. Bu düzende, sendikal haklardan mahrum, düşük ücretlere, uzun çalışma saatlerine ve kötü çalışma koşullarına mahkum edilmiş işçi sınıfı, kendisini gerçekleştirememekte, emeğine, ürettiği ürüne, kendisine ve topluma yönelik bir yabancılaşma içine girmektedir.

Marx’a göre, üretim araçlarında özel mülkiyet, serbest ticaret, rekabet özgürlüğü elde etmek, özgür bir topluma değil, işçi sınıfının köleliğine dönüşmektedir. Bu nedenle, toplumsal özgürlüğü, özel mülkiyet, serbest ticaret ve rekabet özgürlüğü değil, özel mülkiyetten, serbest ticaretten ve rekabetten özgürleşmek sağlayacaktır. Başka bir deyişle, esas olan, serbest piyasa ekonomisi özgürlüğünü ve hakkını elde etmek değil, serbest piyasa ekonomisinden özgürleşmektir.

Marx’a göre bu da, sosyalizmin açılımı olan komünizm ile mümkündür. Komünizm, üretim araçlarının özel mülkiyette olmadığı, ekonomik sınıfların olmadığı, üretenlerin sömürülmediği ve yabancılaşmadığı bir düzendir.

Avrupa’daki sosyal demokrat hareketin kökeninde de Marx vardır. Tarihsel olarak baktığımızda, sosyal demokrasinin çıkış noktası Marx’tır. Ancak daha sonra, özellikle 20. Yüzyılda, sosyal demokrasi ile komünizm bir yol ayrımı yaşamıştır. Sosyal demokrasi, özel mülkiyeti tamamen ortadan kaldırmak yerine, özel sektörü kamu sektörü ile dengelemek, özel sektörün karşısına, güçlü bir kamu sektörü çıkartmak; sınıfları tamamen ortadan kaldırmak yerine, sınıflar arası uçurumu gidermek; sendikal hakları geliştirerek, işçinin ve çalışanın, işveren ve sermaye tarafından sömürülmesini önlemek; daha çok kazanandan daha çok vergi almak ve daha düşük ücretle çalışanların vergi yükünü hafifletmek; halka nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri vermek gibi politikalar ve yöntemler geliştirmiştir. Buna bir anlamda, kapitalizm ile komünizm akımlarının sentezi de denebilir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, belli dönemlerde, İsveç, Danimarka, Norveç, Finlandiya, Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkelerde bu model uygulandı. İsveç’te Olof Palme, Almanya’da Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Fransa’da François Mitterrand gibi siyasiler, bu modelin siyasetteki önemli temsilcileri olarak yer aldılar.

Bu model, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleriyle çelişen değil, aksine bağdaşan bir modeldir. Atatürk’ün ortaya koyduğu Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri, sosyal demokrasiyle uyum içeren ilkelerdir. Nitekim, Cumhuriyet Halk Partisi de, 1959 Kurultayı’nda kabul ettiği “İlk Hedefler Beyannamesi”nde, 1965’te gelişmeye başlayan ortanın solu hareketinde ve 1976, 1994 ve 2008 Program Kurultayı’nda kabul ettiği Parti Programı’nda, Atatürk devrimleriyle sosyal demokrat ve demokratik sol ilkelerin nasıl bağdaştığını ortaya koymuştur.

Ancak, 2000’li yıllarda, sosyal demokrasi adı altında, sosyal demokrasiyi, serbest piyasa ekonomisine daha fazla çekmeye çalışan, bir yandan özelleştirmelere hız kazandıran, bir yandan sendikal hareketleri zayıflatan bir akım ortaya çıkmıştır. Bazıları tarafından “3. Yol” olarak adlandırılan bu akımı, İngiltere’de Tony Blair, Almanya’da Gerhard Schröder, Türkiye’de Kemal Derviş gibi kişiler temsil etmiştir. Bu aslında, sosyal demokrasiyi sulandırmak ve edilginleştirmek, kapitalizme tamamıyla teslim olmak, Marx’ı tamamıyla yok etmek amacı taşıyan bir projeydi. Türkiye’de de, aynı dönemlerde, Bülent Ecevit, Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu gibi liderler, ne yazık ki, zaman zaman bu akımın etkisi altına girdiler.

Neyse ki, kapitalizm, artık tüm dünyada sorgulanır bir sistem haline dönüştü. Kapitalizmin göbeği olan ABD’de bile, “Wall Street’i İşgal Et” eylemleriyle, kapitalizme karşı meydan okuyan kitleler oluştu. Avrupa zaten bu konuda, siyasi partiler temelinde de, çok daha örgütlü. Sosyal demokrasi adı altında, bir yandan sosyalizme, bir yandan Atatürk’e saldıranlar, komik duruma düştüler, havada asılı kaldılar. Tarih, onları yanlışladı ve yanlışlamaya da devam edecek.

 

Sosyal demokrasi mi halkçılık mı?

Yıldırım KOÇ / Aydınlık / 14.03.2015

Emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri Türkiye’yi parçalamak istiyor. Parçalayamayacaklar.  

Peki, bu saldırıya karşı bizim programımız ne?  

Sosyal demokrasi mi, halkçılık ve devletçilik mi? 

Sosyal demokrasi Türkiye’de yeterince bilinmiyor. Bu konuda yazanların önemli bir bölümü de Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin “ilerici” gözüken yazılarını özetliyor. 

Sosyal demokrasi ne? 

100 yılı aşkın süredir sosyal demokrasi, emperyalist ülkelerin hakim sınıflarının kendi işçilerini ehlileştirmek için kullandıkları anlayış ve uygulamalardır.  

Gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfları 19. yüzyılın ilk yarısında kapitalizmin mezar kazıcılarıydı. 

Emperyalist ülkelerin işçi sınıflarına emperyalist sömürüden pay verildi. İşçi sınıfları, emperyalizmin ve kapitalizmin destekçilerine, payandalarına dönüştürüldü. 

Sosyal demokrasi bu anlayış ve uygulamanın adıdır. 

Hakim sınıfların dış sömürüyle iç barışı sağlamasının geçmişte de örnekleri vardı. 

ROMA’DA DIŞ SÖMÜRÜ 

2000 yıl önce Roma İmparatorluğu’nda patrisyen (asil) aileler ülke ekonomisinde ve yönetiminde belirleyici güce sahipti. Ayrıca küçük üretici köylülerden oluşan “pleb”ler vardı. Bunların dışında mülk sahibi olmayan özgür Romalılara da “proletarii” deniyordu. M.Ö. 1. yüzyılda Roma’nın özgür yurttaşlarının nüfusu 3.3 milyonken, kölelerin sayısı 2 milyona ulaşmıştı. 

Roma hakim sınıfları, fethedilen yeni topraklara yoksul plebleri ve proleterleri yerleştirerek onların Roma’da karışıklık çıkarmasını engelliyordu.  

Ancak genişleme durunca iç sorunlar artmaya başladı. Özellikle M.Ö.73 yılında başlayan ünlü Spartaküs ayaklanması Roma’yı sarstı.  

Julius Sezar M.Ö. 44 yılında öldürüldü. Ardından Gaius Octavius tek başına iktidara geçti, Roma İmparatorluğu’nu kurdu, Augustus adını aldı, “Roma Barışı”nı sağladı ve ülkeyi M.Ö.27-M.S.14 yılları arasında yönetti.  

Roma Barışı’nın önemli unsurlarından biri, Roma’daki patrisyenlerle plebler ve proletarya arasında barış sağlanmasıydı. Augustus bunu sağlayabilmek için Roma’nın yoksul özgür yurttaşlarına (pleblere ve proletaryaya) ucuz ve daha sonra da bedava buğday dağıttı. Nil vadisinden getirilen bedava buğday, Roma’nın hakimiyeti altındaki bölgelerden gelen haracın bir bölümüyle finanse ediliyordu. 

Asiller, Roma proletaryasını, sömürü sonucu elde edilen bedava buğdayla ehlileştirdiler ve kullandılar. 

BİZANS’TA DIŞ SÖMÜRÜ 

İstanbul’a, yaklaşık 1000 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu hakimdi. 1500 yıl önce İmparator Jüstinyen yeni vergiler koydu. 13 Ocak 532 günü yoksul halk büyük bir ayaklanma başlattı. “Nika Ayaklanması” sırasında şehrin yaklaşık yarısı yakıldı, Ayasofya tahrip edildi, binlerce kişi katledildi. İki hafta süren ayaklanma sonrasında da 30 bin dolayında isyancı öldürüldü. Bu ayaklanmadan sonra Bizans imparatorları İstanbul’da yaşayanlara ucuz buğday sağlamaya başladı. Bu uygulama, kitlelerin imparatora karşı ayaklanmasını önledi. Ucuz buğday dağıtma uygulaması 12. yüzyıla kadar devam etti. 12. yüzyılda bu uygulama kaldırılınca kent yoksullarının sınıf çıkarları temelindeki ayaklanmaları yeniden başladı. 

TÜRKİYE’DE ÇÖZÜM 

Sosyal demokrasi, emperyalist sömürü sayesinde, emperyalist ülke işçi sınıflarının, emperyalizmi ve kapitalizmi destekleyerek hak ve özgürlüklere, yüksek yaşam standardına ve sosyal güvenceye kavuşmasıdır.  

Halkçılık ve devletçilik ise emperyalist sömürünün önlenmesi sayesinde kaynakların ülke işçi sınıfı ve halkı için kullanılması anlayışıdır. 

Çözüm, sosyal demokrasi değil, halkçılık ve devletçiliktir.

Atatürk, sosyal demokrasi ve komünizm

Örsan K.ÖYMEN / Aydınlık / 22.03.2015

Mustafa Kemal Atatürk bağlamında, “Sosyal Demokrasi mi, Halkçılık ve Devletçilik mi?” sorusu, kendi içinde çelişki içeren anlamsız bir sorudur. Atatürk komünist olsaydı bu soru bir çelişki oluşturmazdı ve anlamlı bir soru olurdu. Ancak Atatürk komünist olmadığına göre, Atatürk, Halkıçılık ve Devletçilik ilkeleriyle komünizme işaret etmediğine göre, bu soru ve bu sorunun yanıtı olarak, sosyal demokrasi ile Halkçılık ve Devletçilik ilkelerinin bağdaşmadığını söylemek açık bir çelişkidir. 
Komünizm, üretim araçlarında özel mülkiyetin ve ekonomik sınıfların tamamıyla ortadan kalktığı bir modeldir. Sosyal demokrasi ise, özel sektörü ortadan kaldırmayan, ancak onun karşısına güçlü bir kamu sektörü kuran, sınıfları ortadan kaldırmayan, ama sınıflar arası uçurumu ortadan kaldıran bir modeldir. Sosyal demokrasi, sendikal hareketleri güçlendiren, daha çok kazanandan daha çok, daha az kazanandan daha az vergi alan, tüm vatandaşlara nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti verilmesini öngören, gelir dağılımındaki dengesizliği ortadan kaldırmayı hedefleyen bir modeldir. Sosyal demokrasi, Marx’tan ve komünizmden etkilenmiştir, kapitalizmi sosyal adalet kavramıyla frenlemeyi ve sınırlandırmayı hedeflemiştir, ancak komünizmi de savunmamıştır.  

Atatürk de, İzmir İktisat Kongresi sürecinden itibaren, bir yandan özel mülkiyet hakkını savunmuş, ülkeyi yabancı ve yerli sermayeye açmış, özellikle de, yerli sermaye sınıfının yaratılmasını desteklemiş, bir yandan da, özel sektörün karşısına, güçlü bir kamu ve devlet sektörü kurmuş, sadece sermaye veya yönetici sınıfının değil, tüm halkın bir bütün olarak yararının dikkate alınması için özen göstermiştir. Halkçılık ve Devletçilik, komünizm değil, sosyal demokrasidir.  

İsveç’te Olof Palme, Almanya’da Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Fransa’da Francois Mitterrand gibi sosyal demokratların savunduğu sosyal ve ekonomik model de buydu. Daha sonraki yıllarda, özelleştirmeleri destekleyen ve sendikal hareketleri zayıflatan Tony Blair, Gerhard Schröder ve Kemal Derviş gibi sözde sosyal demokratlar ise sosyal demokrasiyi sulandırmışlar, sosyal demokrasi ile serbest piyasa ekonomisi arasındaki farkı daha da fazla kapatmaya çalışmışlardır. Onların ortaya koyduğu “sosyal demokrasi”nin, Halkçılık ve Devletçilik ilkeleriyle bir ilgisi yoktu. Ancak onların, sosyal demokrasiyle de bir ilgisi yoktu. Zaten bu nedenle de, Sosyalist Enternasyonel içinde, örneğin Blair ile Fransa Sosyalist Partisi lideri Lionel Jospin arasında, Alman Sosyal Demokrat Parti içinde, Schröder ile Oscar Lafontaine arasında, Türkiye’de Kemal Derviş ile (aralarında benim de bulunduğum) bazı CHP Parti Meclisi üyeleri arasında büyük tartışmalar yaşanmıştır. 

Sosyal demokrasinin emperyalizmle işbirliği içinde olduğu tezi de bir genellemedir. Sosyal demokratların emperyalizmle işbirliği içinde olduğu dönemler olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’daki sosyal demokratların tavrı bunun en iyi örneklerinden birisidir. Tony Blair’in Irak’ın işgal edilmesini desteklemesi de bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Ancak tüm bunlar, sosyal demokrat çevrelerde çok sert bir biçimde eleştirilmiştir.  

Palme, Brandt, Schmidt, Mitterrand gibi siyasetçiler, ABD’nin Latin Amerika’daki, Asya’daki, Afrika’daki emperyalist politikalarını en sert biçimde eleştirmişlerdir. Sosyalist Enternasyonel’de, ABD’nin emperyalist politikalarına karşı alınmış yüzlerce karar vardır. 1970’lerde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, afyon ekimi, Kıbrıs sorunu gibi konularda ABD’ye meydan okumuştur. Irak’ın işgalinin Türkiye üzerinden gerçekleşmesini ve Türkiye’de 60 bini aşkın ABD askerinin konuşlanmasını öngören AKP’nin “1 Mart tezkeresi”, Deniz Baykal’ın Genel Başkan olduğu dönemde, CHP’nin büyük çabalarıyla reddedilmiştir.  

Marx’ın gündeme getirdiği uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, çocuk işçiliği, sendikasızlık gibi sorunlar, Avrupa’da, sosyal demokrat iktidarlar döneminde çözülmüştür. Ancak buna rağmen, Marx ve komünizm üzerinden, sosyal demokrasi elbette eleştirilebilir. Bu bir çelişki değildir. Üstelik de bu, ciddiye alınması gereken bir eleştiridir. Ancak sosyal demokrasi, Atatürk üzerinden eleştirilemez. 

İdeal model, Marx’ın sözünü ettiği, ama bugüne kadar uygulanmayan komünizmdir. Sosyal demokrasi, ideal değil, uygulanmış mevcutların içinde en iyi modeldir. “Burjuva devrimleri”, Marx’ın da söylediği gibi, monarşiyi, feodalizmi ve teokrasiyi yıkmış olmalarından dolayı, kendi tarihsel koşulları içinde ilericidir. Ancak kapitalist düzende yeterli değildir. “Burjuva devrimini” tamamlayabilirsek, elbette sıra kapitalizme de gelecektir.