Prof. Dr. M. Yavuz
SABUNCU∗
Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
Seçim barajlarını ele alırken iki çeşit
barajdan söz edilebileceğinden başlamak gerekiyor. ülke çapında ve seçim çevresi
düzeyinde barajlar. Seçim çevresi barajı dendiği zaman da karşımıza farklı
durumlar çıkıyor. Bunlardan bir tanesi 1961,
(1983) ve 1987 seçimlerinde uygulanan ‐bir seçim çevresinde kullanılan
geçerli oyların o seçim çevresinden seçilecek üye sayısına bölünmesiyle elde
edilen‐ basit seçim çevresi barajıdır. Bu baraj seçim
çevrelerinin büyüklüğüne göre değişiklik göstermekte ve seçim çevreleri
küçüldükçe çok yüksek oranlara tırmanabilmektedir. 104 seçim çevresinde
uygulanan 1987 seçimlerinde en düşük
baraj %20 (267 MV) olmakta, %25 (72 MV) ve %33,3 (105 MV) düzeyinde oluşan
seçim çevresi barajları seçim sistemine hakim olmaktadır. 1991 seçimleri ise, bu basit seçim barajının yerine doğrudan yasa
tarafından konulan %20 (323 MV) ve %25’lik (127 MV) barajlar ile yapılmıştır. 1995 yılında bir hayli maceralı seçim
sistemi değişiklikleri sonrası Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile basit seçim çevresi barajı kalkmıştır. Gerek
basit seçim barajının gerekse yasa ile saptanmış seçim çevresi barajının seçim
ve temsil ilkesi bakımından bir hayli garip sonuçlar verebildiği biliyoruz. Bu
bakımdan örnek olarak 1987’de Van
ilinde %25 oy alan partinin beş milletvekilliğinin tümünü kazanması ile 1991 seçimlerinde İstanbul’da %27,5 oy
alan partinin 50 milletvekilliğinden 33 tanesini kazanması verilebilir.
Ülke seçim barajı ile ulaşılmak istenen ve tümü
“istikrar” ile bağlantılı ele alınması mümkün olan amaçları, şöyle
sıralayabiliriz:
a. Parlamentoda bir tek parti çoğunluğu sağlamak, böylece
uzun süre görev yapabilecek istikrarlı hükümetlerin kurulmasını sağlamak;
b. Bu olmazsa bile parlamentodaki parti sayısını sınırlayarak
parçalanmış bir parlamento yapısının oluşumunu engellemek;
c. Ülke barajını geçmenin zor olması nedeniyle çok sayıda
siyasal partinin kurulması ve seçimlere girmesine yol açabilecek siyasal
etkileri en aza indirmek;
d. Daha önceki dönemlerde örneği olmamakla birlikte,
muhtemel bölgesel partilerin oluşumunu zorlaştırmak, bu olmazsa en azından
parlamentoya girmelerini engellemek
e. Seçmenleri, ziyan olması riskini göze almamak için
oylarını büyük partilerde, tercihan iki büyük partide toplamaya teşvik etmek;
f. Siyasal partileri, ılımlı seçmenin çoğunlukta olduğu
varsayımından hareketle, merkeze yakın durmağa teşvik etmek.
Kuşkusuz bu amaçları
arttırabiliriz, ama bunların tümünün “istikrara yönelik amaçlar olduğuna kuşku
yoktur. Şimdi bu amaçlar açısından 20 yıllık uygulama sonucu varılan noktaları
ortaya koymaya çalışacağım.
a. 1982 Anayasası döneminde (1983 seçimleri hariç) yapılan
beş seçimin yalnızca iki tanesinde parlamentoda bir tek parti çoğunluğu
oluşmuştur. Öte yandan, eğer yönetimde istikrar, çok kez olduğu gibi,
“hükümetin sürekliliği” olarak algılanıyorsa, 1987‐1991 arası görülen tek parti hükümetinden sonra, en
“istikrarlı” hükümet 42 aylık görev süresi ile 5. Ecevit koalisyon hükümeti
olmuştur. Aynı biçimde, 1991 seçimleri sonrası ilk dört yıllık dönemde de
hükümet istikrarının olmadığı söylemek yanlış olacaktır. Yine de, seçim
sistemiyle amaçlananın tam tersine, 1991‐2002
yılları arasında ülkenin koalisyon ve azınlık hükümetleri ile yönetildiğini
belirtmek gerekir.
b. Bu beş seçimin bir tanesinde 3 (1987), üç tanesinde
(1991/1995/1999) beş parti parlamentoya girmiş, 2002 seçimlerinde ise bu sayı
iki olmuştur. Son seçim hariç, “etkin parti”ler açısından bu sayılar 1961
döneminin son üç (1969/4, 1973/5, 1977/4) seçiminden pek farklı değildir.
Dolayısıyla, parlamentoya giren partilerin sayısını en aza indirme amacı
yalnızca 1987 ve 2002 seçimlerinde gerçekleştirilebilmiştir. Bunun faturası da,
1987’de 4.6 milyon 2002’de ise 14 milyon seçmen oyunun baraj nedeniyle
değerlendirme dışı kalması olarak ödenmiştir.
c. 1995
seçimlerinden başlayarak seçime girme hakkı elde eden siyasal parti sayısı
artmıştır. 1987’de 7, (ittifaklarda yer alan partiler dahil edilmeksizin) 1991’de
6, 1995’te 12 olan seçime giren parti sayısı 1999’da 20, 2002’de 18 olmaktadır.
Dolayısıyla, ülke seçim barajının seçime giren parti sayısını azaltıcı bir
etkisi olmamıştır. Bu rakamın 1961 anayasası döneminde en çok dokuz olduğunu
belirtmek gerekir.
d. Ülke
barajı yoluyla seçmenlerin oylarını büyük partilerde toplamasına yönelik teşvik
sonuç vermiş görünmemektedir. Tüm seçimlerde en büyük partinin ulaştığı oy
%36,3’ü (1987) aşmamıştır. En büyük iki partinin aldığı en büyük oy toplamı ise
yine 1987 seçimlerinde %61 düzeyinde olmuştur. 1961 anayasası döneminde birinci
partinin en az oy aldığı (%33,3) seçimin 1973 seçimleri olduğunu görüyoruz. İki
büyük partinin bu dönemde %75‐80 arasında gezinen
toplam oylarının en düşük olduğu seçimler de %63 ile yine 1973 seçimleri
olmuştur. Bu veriler çerçevesinde, çok yüksek bir baraj nedeniyle bazı
partilerin parlamentoya girişleri engellense bile, bir bütün olarak
bakıldığında 1987 seçimlerinden başlayarak Türkiye’deki siyasal parti sistemini
(Danimarka, İtalya, Finlandiya’da olduğu gibi) “ikiden fazla büyük partili” bir
sistem olarak nitelemek doğru olacaktır. Bir başka deyişle, seçmen oylarının “
iki büyük siyasal partide” toplayarak iki partili bir sistem oluşturma amacı
gerçekleşmemiştir.
e. 1987
seçimlerinde seçime giren iki küçük parti oyların %3,75’ini alırken, küçük
partilerin aldığı oy oranı 1991’de %0,4’e düşmüş, 1995’te 2.10 (6 parti) olmuş,
1999’da %5,5’e, 2002’de %8,8’e yükselmiştir. Dolayısıyla 2002 seçimlerinde en
az 2,9 milyon seçmenin oyunun ziyan olacağını bile bile oy kullandığını
söylemek yanlış olmayacaktır. Bu arada 2001 yılında yapılan bir çalışma da
seçmenlerin %63’ünün “partizan” oy kullanma eğiliminde olduğu sonucunun ortaya
çıktığını belirtmek isterim. Bu çalışma, sosyo ekonomik statü yükseldikçe,
seçmenin taktik oy kullanma eğiliminin arttığını da göstermektedir.
f. Ulusal
seçim barajı, etnik/bölgesel partilerin kurulmasını önleyememiş, ancak bu
partilerin TBMM’de doğrudan temsilini engellemiştir. Hemen belirtmek gerekir
ki, sözü geçen etnik/bölgesel ağırlıklı hareket Türkiye çapında seçime girmeyi
terk ettiği an, bağımsız aday gösterme örgütlenmesi ile kayda değer sayıda milletvekili
seçtirme potansiyeline sahip bulunmaktadır.
Bir bütün olarak bakıldığında, %10’luk ülke seçim
barajının, erişilmek istenen “istikrar” amacı bakımından beklentilere ancak
“sınırlı ölçüde” cevap verebildiğini söylemek gerekir.
Ülke barajının “temsilde
adalet” bakımından doğurduğu sonuçlara gelince; önce kısa bir döküm yaparak başlamak
istiyorum. Ülke barajının 1987’de %19,5, 1991’de %0,5, 1995’te %14, 1999’da
%18,5
ve 2002’de %45 tutarındaki
oy değerlendirme dışı bırakılmıştır. Aynı biçimde, 1987 seçimlerinde ANAP’ın %36,1 oyla milletvekilliklerinin %64,9’unu,
1991’de DYP’nin %27 oyla milletvekilliklerinin
%39,5’unu, 1995’te en çok oy alan üç
partinin %61 oyla milletvekilliklerinin %77’sini kazandıklarını, 1999’da ise hiçbiri de pek büyük
olmayan barajı geçen beş partinin eşit sayılabilecek ölçüde aşkın temsile
ulaştıklarını biliyoruz. 2002 seçimleri ise %34,4
oy alan partinin %66,4 oranında elde ettiği milletvekili sayısıyla tek başına
Anayasa değişikliği sayısına yaklaşması ile sonuçlanmaktadır. Türkiye seçimleri bakımından en yüksek “orantısızlık
endeksi” değerleri 1950, 1954, 1957 ve 1987 seçimleri bakımından
hesaplanmaktadır. 2002 seçimleri
bakımından yapılan bir hesap da, nispi temsil sistemlerinde 1995 Rusya
seçimleri dışında, en yüksek orantısızlık değerini ortaya koymaktadır.
Türkiye’deki seçim
sisteminin temsilde adalet bakımından değerlendirildiğinde, 1991 seçimleri dahil, sistemin barajı
geçen tüm partileri değil, yalnızca en çok oy alan (birinci) partiyi mükafatlandırdığını,
seçim çevresi barajı uygulamasının
kalkmasından sonra ise, en çok oy alan partiden başlayarak azalmakla birlikte
barajı aşan tüm partiler bakımından bir aşkın temsilin ortaya çıktığını
görmekteyiz. Şu halde, İsveç (2002: %3), Almanya (2005: %3,9) ya da Polonya’da (2005:
%10,7) olduğu gibi, baraj altı kalan görece oyların düşük olması durumunda,
sistem bir ölçüde de olsa temsilde adalete doğru yönelebilecektir. Bunun bir yolu olan seçmenlerin oylarını
büyük partilerde birleştirmeleri 22 yılı aşan süre içinde gerçekleşmediğe göre,
sistemin temsilde adalete yaklaştırılmasının en etkili yolu ülke barajının
düşürülmesi olacaktır. Siyasal partilere açıkça ittifak yaparak seçime
girme olanağının sağlanması da bu bakımdan akla gelebilecektir.
(Türkiye’de
seçim sisteminin adaletsiz sonuçlar vermesine yol açan nedenlerden birisi de,
1983’ten bu yana milletvekilliklerinin illere dağıtımı bakımından uygulanan
sistemdir. Bu sistemde önce her ile bir milletvekili verilmekte, geri kalan
üyelikler ise ülke nüfusunun geri kalan üyeliklere bölünmesi ile elde edilen
katsayıya göre dağıtılmaktadır. Böylece, örneğin Tunceli’de 47 bin, Bayburt’ta
49 bin nüfusa bir milletvekili düşerken, İstanbul’da 143, İzmir’de 140 bin
nüfusa bir milletvekili tahsis edilir olmaktadır. 2002 seçimlerinde Türkiye’de
en az nüfusa sahip 10 il 1,6 milyon nüfusla 21 MV seçerken, 1,7 milyon nüfusa
sahip Antalya yalnızca 13 MV seçebilmektedir. Seçmen sayısı ele alındığında ise
durum daha da dengesizleşmektedir. Bilindiği gibi Türkiye’de seçmen/nüfus
oranında gelişmiş yöreler ile gerice yöreler arasında büyük farklar vardır.
İstanbul ve İzmir’de %71 dolaylarında olan bu oran, Bitlis’te %34, Muş’ta %37,
Şanlıurfa’da %39 dolaylarındadır. Bu iki faktörün bir araya gelmesi sonucu,
2002 seçimlerinde, örneğin Bayburt, Tunceli ve Hakkari’de sırasıyla 27, 29, ve
32 bin seçmene bir milletvekili düşerken, Ankara’da 93, İzmir’de 101,
İstanbul’da 103 seçmene bir milletvekili düşmekteydi. Kocaeli 752 bin seçmenle
9 milletvekili seçerken, Şanlıurfa 570 bin seçmenle 11 milletvekili
seçmektedir. Böylece Türkiye’nin aynı zamanda en gerice yöreleri olan küçük
nüfuslu illerin Türkiye’nin gelişmiş yörelerine kıyasla TBMM’de daha ağırlıklı
olarak temsil edildiklerini görmekteyiz. Bu, Türkiye’nin oturmuş seçim coğrafyası
göz önünde tutulduğunda, aynı zamanda, merkez‐sol ve merkez‐sağ partilerin seçim
sisteminin bu özelliği ile görece dezavantajlı kılındığı, milliyetçi ve dinci
muhafazakar partiler ile etnik ağırlıklı partilerin avantajlı kılınması
anlamına gelmektedir. Bu bence seçim sisteminin Türk siyasetini gelecekte
şimdikinden belki de daha çok etkileyecek bir özelliğidir.)
Mevcut ülke barajının
temsilde adalet bağlamında yol açtığı sonuçların her şeyden önce, seçim ve
temsil esasına dayalı demokratik sistemin temel varsayımlarına aykırı bir durum
yarattığını hemen belirtmek gerekir. Bu varsayım, toplumda var olan tüm
çıkarların siyasal sisteme girdi olarak intikalinin, siyasal sistemin en iyi/
doğru kararı üretmesi için gerekli olduğu biçiminde özetlenebilir. Bu,
kullanılan her oyun mutlaka yasama organında karşılığını bulması anlamına
kuşkusuz gelmez. Ama, oyların %45’ini yasal kural gereği önceden değerlendirme
dışı tutan bir seçim sisteminin, siyasal katılmanın en önemli kanalı olan
seçimlerin demokratik niteliğini zedeleyeceği kesindir. Bu başlı başına bir
siyasal sonuçtur.
İkinci olarak
düşünülmesi gereken nokta, ulusal seçim barajı yoluyla parlamentoda suni bir
çoğunluk üretmenin bir “meşruiyet krizine” yol açıp açmayacağı konusudur.
Türkiye’de anayasal kurumların işleyişine duyulan güvenin, bu tartışmanın
şimdilik ön plana çıkmamasının ana nedeni olduğu kanısındayım.
Bir başka siyasal
sonuç, bu tür üretilmiş çoğunlukların siyasal sistemden dışlanan kesimlerin
farklı katılma biçimlerine yönelmelerine yol açıp açmayacağıdır.
Parlamentolardaki ezici çoğunlukların, parlamento dışı muhalefete ve
sertleşmeye yol açtığı durumlar Türkiye’de yaşanmamış ve bilinmeyen bir şey
değildir.
Parlamentoda
üretilmiş büyük çoğunlukların, yasamanın yürütmenin güdümünde hızlı
çalıştırılabilmesi bakımından bazı avantajlar sağladığına kuşku olmamakla
birlikte, bu durumun hiç değilse bazı konularda siyasal partiler/güçler
arasında uzlaşma sağlama gereksinimini ortadan kaldıracak olması nedeniyle
siyasal işleyişte çatışmacı üslubu güçlendirmesi olasılığı büyüktür.